Ferd ve ferdlerin demeti olan toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin toplamı, onların ideolojik kültürünü meydana getirir. Bunun içselleştirilmesi, ferdlerde davranış biçimi hâline gelmesi ve “zevk halleri”nin makul sûretlere aktarılıp çeşitli formlar üzerinden yansıtılmasıyla, belirli bir zihniyet ya da ruh kendisini ifade imkânı bulurken, eser de müessirin hakikatine göre zuhur eder. Dolayısıyla bir kültürün iç hayatı, toplumun ruh dünyası, sanatında da belirleyicidir. Sanat etle tırnak misâli, onu ortaya koyan sanatkârın şahsiyeti ve içine doğduğu toplumun mizaç hususiyetiyle ayrılmaz bir biçimde alâka içindedir. Toplumun istihâleleri nisbetinde sanatı da başkalaşır.
Hayatın “verili ölçüler” ışığında yaşandığı İslâmî bir toplumun hayatında da sanatında da belirleyici olan temel-yönlendirici ilke ibadettir. Allah, “cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. Dolayısıyla, Allah ile insan arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir. Ve “ibadet amelin ruhudur.” Abdülkadir Geylânî Hazretlerine göre; “ibadet bir sanattır.” Peygamberimiz ise bir hadisinde, “Her sanat için ehlinden yardım isteyiniz” buyurur. Meseleye bu ölçüler ışığında bakacak olursak, Müslüman, ferdin kaba ve ortaklaşa bir tipe irca edildiği bir anlayışta karar kılamaz. Zira ölçü gereği, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Ve İslâmî bir kültürde, tasavvuftan sanatın tüm dallarına kadar, içtimâî ahlâkın etrafında örüldüğü ilişki biçimi; şeyh-mürid, usta-çırak ilişkisidir. Bu intikal sisteminin basit bir pedagojik metod olarak görülmesi yanlış olur. Zira Osmanlı/Türk kültür geleneğinde, temel ahlâkî ve estetik değer yargıları, yüzlerce yıl, “zevkî dostluk” makamının hakikatine uygun bir biçimde bu metodla aktarılmıştır.
“Sanat Allah’ı aramaktır.” Ve İslâmî bir kültürde sanat, toplumun belirli bir kesimi için değil, tamamı içindir. Özü itibariyle eşyaya bağlı bir gayelilik değil, eşyanın Rabbin hangi ilâhî isminin hükmü altında bulunduğunu keşfe mevzu bir gayelilik söz konusudur. Hayatı güzelleştirmek, insanı asilleştirmek ve ruh olarak Allah’a yaklaştırmak esastır. Eşya üzerinde tekvin, yaratıcısının belirlediği sınırlar dâhilinde eşyaya yaklaşmak, onu kendi “ben”ine katmak ve onunla bütünleşmek üzerinedir. Sanatçı eşya üzerinde sınırsız ve kayıtsız bir keyfîlikle değil, Allah ile tasarrufta bulunur ve estetik kaygılarla hareket eder. Gayesi, kendi ününü ya da popülaritesini artırmak değil, Allah’ın şanını yüceltmektir. Nitekim en küçüğünden en büyüğüne kadar, her biri eşsiz bir zevkin numunesi eserler üretmiş pek çok sanatkâr, adaba riayet ve hayâ duygularıyla eserine imza atmaktan imtina etmiştir. Onun için de pek çoğunun ismi bilinmez.
Tüm koyu bunalım dönemlerinde olduğu gibi, Mutlak olanın gücü karşısında, bir ömür boyu peşinden koştuğu şeylerin ölümün soğuk ve solgun yüzünde anlamsızlaştığını gören insan, acz ve çaresizliğin hazin itirafı hâlinde; “ben neyim, bu hâl neyin nesi, nereden gelip nereye gidiyoruz, sonumuz ne olacak” sorularının sıkıştırmasıyla, varlık muhasebesine soyunur ki, kendi benliğiyle perdelenmiş olmanın inkisarı içinde, derin bir acı ve kedere gark olur. Lâkin “büyük acılar büyük arınmadır”, “oluş” yolunda insana mesafe kat ettirir. Haşyet ve derin bir ürperme hissiyle yumuşayan kalb, hidayete açık hâle gelir; mutlak olanın gücü karşısında boyun eğer ve teslim olur. “Zorunlu kulluk”tan “gönüllü kulluk”a geçerken yaşanan acılar da “zevk”e inkılâb eder. Bu zevk imanîdir ve “iman zevken idraktir.” Ancak, teknik mükemmeliyete duyulan hayranlıkla, zevken idrakten kalbe inen haz farklıdır. İman ile müşahade arasında dengeyi doğru kuramadığımız zaman, teknik cümbüşünün apışmışlığı içinde karıştırıp yanlışa düşmeniz kaçınılmazdır.
“Mânâ dipsiz bir âlem her şey zevkten ibaret” diyor İbda Mimarı, “Zevk” isimli dörtlüğünde. İbn-i Arabî Hazretleri de; “Allah’ın Peygamberine bütün hâl ve durumlarla ilgili bilgiyi ‘zevk’ yoluyla verdiğini” söylüyor ve “zevk”ten kaynaklanmayan bilgi, Allah ehlinin bilgisi değildir” diye de ekliyor. Ayrıca, geleneksel estetiğimizin tabiatını şekillendiren “meşk” zevk temeline oturur. Ne var ki İslâm dünyası olarak, bu ölçülendirmelerden “olması gerektiği” biçimde pay sahibi olduğumuz ve hayatın tüm alanlarıyla İslâmî zevki yansıtarak estetik bir bağ kurduğumuz pek söylenemez. Tam aksine, İslâmî sanatın konusu, gayesine, üslûbuna matuf sembolik ve alegorik mevzuları karikatürize ederek algılamakta üstümüze yok. Oysa estetik, son tecridde; kendine has bir “revişi” (yürüyüşü, tarzı, üslûbu) olan canlı, zarif unsurların kesifte taşınıp, lâtif sırları barındırır biçimde teksif edilmesidir. “Zevk” mefhumunun özü budur. Ve zevk, estetiğin üzerine oturduğu ana temeldir. Kesafet kesb etmiş bu çok katlı yapıdan her “icra”da farklı damıtılan “yeni”dir zevk. Zevk hallerinin sûretlere giydirilmesiyle, aynı dili konuşan ruhlarda kabul gerçekleşir, bizler de “zevken idrak”imizin tamlığı-tamamlığı nisbetinde gerçekliği estetik veçhesiyle özümseriz. Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyada eşyanın hükümlerini değil, hakikatini görme istidadını elde ederiz. Bunun aksi, eşyayı değil, eşya hakkında söylenenleri bilmektir. Tanıyan özne-tanınan nesne özdeşliğinin temin edilemediği böyle bir süreç, bizi gerçekliğin sadece kabuk kısmıyla temasa getirir. İşin form ve sûretinin gözüktüğü yer olan mevcud hakkında tam bir tanıma sağlamaz.
“Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsünden aldığımız pay nisbetinde söylersek; bir şeyi güzelleştirmenin belki de tek yolu onu sevmektir. Dolayısıyla Müslüman, hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmak ve herkesin gıpta ettiği, imrenerek baktığı stil sahibi biri olmak arayışı içinde olmalıdır. Ancak güzeli görmek, güzele erişmek, güzelden anlamak; kısaca güzelin fethi kolay bir iş değildir. Sevgi, eğitim, şuur ve kültür meselesidir. Bu da “özünde bir okuma”, “okuduğunu sindirme”, “bilgi” ve “hakikat” mefhumlarıyla alâkalıdır. Eşya üzerinde Allah ile tasarrufta bulunabildiğimiz nisbette eşyanın hakikatine yakın düşeriz ve her şekil bizde yerine oturur. İç âlemimiz de bir tertibe, düzene girmiş olur. Aslında bilim ve sanata dair faaliyetlerimizin temelinde yatan saik de böyle bir şeydir. Etrafımız milyarlarca detayla doludur. Bunların birbirine kıyasla, ebatlarını küçültmekle, aralarında bir bağ kurar, bir perspektife oturur, bir zeminde temellendiririz. Ancak tüm bunları yapabilmek düşünmeyi, anlamayı ve “zevk bilgisi”ni ilzam eder. Bu da tutkuyla bir şeye bağlanma istidadı ve iradesi ister. Aksi takdirde zihinselleştiremediğimiz mücerred mefhumları anlamsız bulur; saçma, mânâsız der geçer gideriz.
“Sûretler olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez.” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız) Dolayısıyla sanatçı, mânâlarda tecelliye gelecek hakikati sûretler aracılığıyla “tartar” ve hâli nisbetinde bunu eşyaya giydirir. Bu yolda her şey onun için malzeme hükmündedir. Sanatçı bu malzemeyi yoğurur, biçimlendirir, kalıba döker ve yeni bir dile dönüştürür. Sanat eserini anlamak bu dili anlamakla mümkündür. Marifet, “öz”e en uygun sûreti giydirebilmek; madde-ruh, muhteva-biçim dengesini kurabilmektir. Zira madde ruha galip geldiği zaman, ruh yeterli bir biçimde kendisini ifade imkânı bulamaz, denge bozulur. Diğer yandan, “kesintisiz hayat ruhî hayattadır” (S. Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği) ve ruh imkânlar âleminin kısıtlamalarından kurtulup yükseklere çıkmak ister, bu durumda da form tâli bir konuma düşer ve ölçü yine kaçar. İtidali temin edecek olan; sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Dolayısıyla, “doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur.” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız) Çünkü sahih bir kurala dayanmayan eşya üzerindeki her tasarruf, güzeli de öldürür.
Modernleşme uğruna iki yüz yıldır “göstermediğimiz hüner”, atmadığımız ters takla kalmadı. Lâkin bunca maskaralığa rağmen bir türlü modern olamadık. Ruhsuz bir biçimciliği, sun’îliğin konforunu modernleşme gibi algıladık. Batı, kendi eğitim sistemi içinde geleneğini sürekli yenilerken, “biz” ahlâkî ve estetik değer yargılarımızı taşıyacak ilişkiler bütününü tümüyle yok ettik. Modernin içinden gelenek çıkarmaya soyunduk. Oysa modernizm öyle birden bire, hüdaî nâbit misâli ortaya çıkmadı. Arkasında Rönesans kültüründen, protestan ahlâkından tevarüs edilen bir birikim vardı. Modern kültür bir taraftan Yahudi-Hıristiyan metafiziğinin vazettiği kuralları aklın diline tahvil ederken, diğer yandan da kendi dışındaki dünyanın tüm kültür yemişlerini kendi dil çarşafına silkeledi ve bunları kendi öz malı gibi dünyaya pazarladı. Sahiplendiği şeylerin kabuk kısmını sıyırdığınız zaman bu değerleri bulacağınız kesindir. Oysa bizim modernleşmemiz geçmişi tümüyle red ve inkâr, İslâmî zevkin damıtılacağı çok katlı yapının tamamen yıkılması ve yeniden bir bağ kurmanın imkânsız kılınması üzerine bina edildi. Onun için de kendine ait bir estetik üretemedi. Estetik anlayışımız taklidin, “kiç”in ötesine geçemedi. Tabiatı olduğu gibi taklid etmeyi sanat olarak kabul ettik. Böylesine iptidaî bir anlayışın oluşmasında, toplumun manevî estetik değerlerini horgören, sanat ve edebiyatla ilkel ve tekdüze bir ilişki kuran, modernleşme süreciyle birlikte edindiğimiz “devşirme kültür” geleneğinin büyük katkısı oldu. Oysa sanatta gaye, vermek istediğiniz mesajı kaba saba bir biçimde iletmek değil, imgeler (ruhî hayatın tüm dışa vurumları) aracılığıyla ihsasen kalblere ilkâ etmek üzerindedir. Bu da birbiriyle âhenk teşkil edebilecek derinlik yoğunluk boyutu olan canlı-narin unsurlar arasında ünsiyet peydâ etmekle olur. Zaten sanatta tekvin, ifade zenginliği ve zihnî tekâmül de böyle bir şeydir. “İnsan aradığının ne olduğunu bilmeden, bulduğunun da ne olduğunu bilemez” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız) doğrusu bağlamında söylersek; başıboş bir arayış içinde, deneme-yanılma usûlüyle eşya üzerinde tekvin olmaz; Allah ile tasarrufta bulunmakla olur. Tasarruf gücünüz nisbetinde imgeyi temsil ettiği objeden koparır, eşyanın hakikatiyle ünsiyet kesb edersiniz.
Ancak, hâl dilinin kalmadığı, ferdin kaba ve ortaklaşa bir tipe irca edildiği bir vasatta; ruhsuz biçimcilik, yozlaşma ve soysuzlaşma tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. Birbirine tamamen yabancı kültürler arası geçişlilik ortamı tam da böyle bir ortamdır. Nüfuz ve sirayet eden kültür, kendisine nüfuz ve sirayet edilen kültürün tüm anlam, değer ve kuralları üzerinde belirleyicidir. Üstelik etkilendiğimiz kültürden ithal ettiğiniz şeylerin ne getirip ne götüreceğini, kısa vadede tüm uzantılarıyla birlikte kuşatamazsınız. Daha da kötüsü; bir gecede toplumun hafızasını boşalttığınız zaman, toplumunuz “dilsiz ve dölsüz” bir topluma, kültürünüz de “devşirme bir kültür”e dönüşür. Kendinize ait bir bilim, felsefe, estetik üretemezsiniz. Zira edebiyattan sanata kadar tüm kültürel faaliyetlerinizde kurucu unsur dışarısıdır. Bu kültürden beslenen insan kendisine yabancılaşır, hem kendini hem toplumunu başkasının gözünden tahayyül eder. İşin vahim tarafı, hâlinin bu olduğuna da şuuru yoktur. İki yüz yıldır hâlimiz bu… Etrafı duvarlarla çevrili, içinde kayda değer hiçbir şeyin yetişmediği çorak bir arazide yaşıyoruz.
Netice itibariyle, köklerinden kopmuş/koparılmış bir topluma yeni bir ruh vermek, yeni bir kimlik, yeni bir hafıza inşa etmek kolay bir iş değildir. Mü’min gözlerde yuvalanacak nuru temin edecek yapıyı yeniden inşa etmek gerekir. Büyük Doğu Mimarı rahmetli Üstad Necib Fazıl ve İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun inşa ettiği yapı, bu yapıdır. Ve gelecek yeni kültür, bu kültürdür. Bu yapıdan aldığımız pay nisbetinde “zevk halleri”ni makul suretine sokma irademiz ve istidadımız artacak, zevken idrakimizin tamlığı-tamamlığı nisbetinde de kaybettiğimiz nur, mü’min gözlerde yeniden yuvalanacaktır.
Aylık Dergisi 141. (Haziran 2016) Sayı
Trend Haberler
Puta dokunan yanıyor: 10 Kasım’ı eleştiren doktor tutuklandı!
“Putlara tapınma!” dediği için tutuklanan Dr. Mehmet Arslan serbest bırakıldı
Kendisini Sümerolog diye pazarlayan İslam düşmanı Muazzez İlmiye Çığ öldü
‘Putlara tapınma!’ deyip tutuklanan doktora HÜDA-PAR’dan destek
Kemalist Yargıyı Cimer'e şikâyet etmek!
"Divanu Lugati't-Türk" sergisi, Türk dünyasını dolaşacak