Türk, bir asır sonra kıyıya yanaşıyor ve kendisini Akdeniz’in tarifi mümkün olmayan tonlardaki maviliğiyle bir kez daha bütünleşmek üzere bırakıyor; fakat o da nesi? Bir tarafta salyalarını Anadolu’ya damlatmak için yanıp tutuşan Yunan köpeği, diğer tarafta her fırsatta biz dostuz diyen kadın kılıklı Fransız, ikircikli politikasıyla Moskof ayısı, Yahudi mi yoksa Arablar tarafından mı yönetildiği belli olmayan Suudî Arabistan, Mısır, BAE gibi Ortadoğu kuyruksu hayvanları; aportta bekleyen diğer türediler; kendisinin ne yaptığı ne ettiği henüz belli olmayan İngilizler; ve kendi bekası ile vaadedilmiş topraklara ulaşmak arzusuyla bunlara finansörlük eden Yahudi.
Bir dakika, tüm bunlar geçen yüzyılın meseleleri değil miydi? Hani biz Kurtuluş Savaşını kazanmış, İngilizleri, Fransızları, Yunanları kahreden “muhteşem” Lozan Barış anlaşmasıyla hürriyetimizi elde etmiş ve bir asırdır “bağımsız” yaşıyorduk? Tüm bunlar bize yutturulmuş bir illüzyon, öğretilmiş bir halüsinasyon muydu, yoksa zaman kayması oldu da, bir kez daha mı 1919-1920’li seneleri idrak ediyoruz?
Ne bir zaman kayması yaşıyor, ne de halüsinasyon görüyoruz. Bugün idrak ettiğimiz, bir asır evvel cebhede “bizim” kazandığımız Millî Mücadele’ye rağmen, idaredeki “yabancı/yabancılaşmış adam”ların sanki mağlub olmuşuz gibi gittiği Lozan Konferası’nda, kendilerine dayatılan teslimiyet anlaşmasına ulvî idealmişçesine sımsıkı sarıldıkları mahkûmiyet çerçevesinin dışına çıkmamızdan.
Üstad Necib Fazıl, “İnsan düştüğü yerden kalkar” der. Evet, insan düştüğü yerden kalkar ve kalkmaya çalışırken de onu düşüren iç ve dış şartların hepsi orada hâlâ hazır ve nâzırdır. Biz de bugün yeniden doğrulmaya kalkıyoruz ve insan unutsa da tarihin unutmadıkları tokat gibi bir bir suratımıza iniyor. Fransızlara bıraktığımız Suriye; İngilizlere bıraktığımız Mısır, Irak, Arabistan ve Filistin; İtalyanlarda unuttuğumuz Libya; Yunanlara neden bıraktığımızı muhtemelen bırakanların bile bilmediği Batı Trakya ve adalar…
Akdeniz’de arama yapmaya kalkıyoruz, karşımızda Yunan, bu kez arkasında İngilizler açıktan görünemese de Fransızlar meydanda. Akdeniz’deki zenginlikleri paylaşalım diyoruz, Suriye’de Rusya, Lübnan’da Fransa, Yunanla beraber Mısır… Suriye ve Irak’ın kuzeyinde Türkiye’yi İslâm âleminden tecrit etmek için devlet kurmaya kalkıyorlar, müdahale etmeye kalkınca Rusya, Fransa, Amerika hemen karşımızda.
Hani anlaşmıştık? Lozan Anlaşması Türkiye’nin tapusuydu? Sevr’i yırtıp atmış Lozan’da zafer kazanmıştık, Türkiye artık Batılı Muasır Medeniyetler seviyesine yükselmiş ve artık aynı kulüpteydik?
Sevr Anlaşması
Sevr bahsine de ayrıca bir parantez açmakta yarar var. Birincisi Sevr Anlaşması ile Lozan Anlaşması arasında sınır bakımından Trakya’daki birkaç kilometrekarelik alandan başka bir fark yokken, bu anlaşma dönemin hiçbir meclisi tarafından onaylanmamışken, Sevr Anlaşmasının o elden ele dolaşan yalan haritasını kim çizdi de millete “Bakın bu anlaşma yerine biz Lozan’ı imzaladık, zafer kazandık.” diye yutturdu? Millete Sevr Anlaşması’nın Padişah tarafından imzalandığı, buna karşılık ise müstevlilerin Lozan’da memleketi kurtardığı bu millete nasıl yedirildi? Mübadele ile sınır ötesine uzanan elimizin kolumuzun budanması bile bu millete milliyetçilik diye yutturulmadı mı? Mübalede fırsat bilinip, Selânikli ne kadar dönme Yahudi varsa Türk kimliğiyle Anadolu’nun damarlarına öldürücü bir zehir olarak zerk edilmedi mi? Müslüman Anadolu yumruğu altında paspas edilen Yunan’a, adalar hangi zaferin bir parçası olarak bırakıldı?
Sevr… Şuradan geçen üç beş kişiyi alıp burada otursak, kafamıza göre bir anlaşma hazırlasak ve yarın da dünyanın geri kalanı anlaşmaya dair haritalar hazırlayıp yayınladıktan sonra, biz bu anlaşmaya imza atmadık diye kutlamalar şenlikler düzenlese... Herhâlde hiçbir tımarhaneye nasib olmamış derecede çılgınlık bu olsa gerek.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, “Kemalizmin asıl kötülüğü idrakleri iğdiş etmesidir.” şeklindeki ifâdesinin hakikati nasıl da çırılçıplak karşımızda duruyor değil mi?
Göstere Göstere Bir Millete Nasıl İhanet Edilir?
Millî Mücadele esnasında gazeteci kılığında Anadolu’yu dolaşan ve bilhassa Mustafa Kemal ve dönemin kurmay kadrosu tarafından da zaten gazeteci değil de çok önemli bir misafirmiş gibi ağırlanan Fransız ajanı Berthe Georges - Gaulis’in “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türkiye’nin Milliyetçiliği” isimli hatıratında geçen ve Hint asıllı bir İngiliz ajanının İstiklâl Mahkemesinde yargılanmasını konu alan bölümü, hem İngilizlerin o dönem nasıl çalıştıklarının anlaşılması ve hem de İngiliz ajanı Mustafa Sagir’in, İngilizlerin Türkiye’den ne istediğinin mahkemedeki ifâdesine konu olması dolayısıyla aktaralım:
- “Mustafa Sagir İstiklâl Mahkemesi Önünde”
Mustafa Sagir, Hintli bir Müslüman, hâkimlerin önünde yalnız kaldı. Şimdi halk onun tertiplediği olayları, adları, rakamları ve İngilizlerin İslâm ülkelerindeki entrikalarını dinliyor; onların yöntemlerini, hilelerini öğreniyor.
Bu heyecanlı duruşmadan, siyasî bilimler konusunda ne güzel bir ders alınabilir? İngiliz emperyalizminin bu büyük davasını o da, kelimeleri yutarcasına, dinliyor. İngiliz casusluk örgütü Intelligence Service’in yapmış olduğu plânlar kendisine açıkça anlatılınca, vücudu titremelerle sarsılıyor, ama hiç istifini bozmuyor ve sesini çıkarmıyor.
Bugün sorgusunu yapan hâkim kendisine karşı çok nazik davranmakta. Hareketlerine ve sözlerine son derece hâkim olarak çabuk, kısa cümlelerle, tebessüm ederek sanığı sıkıştırıyor. O da, aynı şekilde tebessüm ederek, çok nazik bir biçimde cevap veriyor. Bu mücadele çok heyecan verici.
Mustafa Sagir oldukça genç bir adam. Oxford Üniversitesi'nin bir mensubu gibi konuşuyor. Çok güzel yazıyor. O kadar ki, anlatış tarzından hocaları kendilerine bir şeref payı çıkarabilirler. Savunmasını okudum. Bu müthiş bir belge. Kendi eliyle, Kipling'e yakışan bir üslupla yazmış. İşte size bunlardan 6 Mart 1921 günü aldığım birkaç not:
Mustafa Sagir takma bir ad. Sanık bunu Bénarès'li tanınmış bir ailenin adını gizlemek için kullanıyor. Henüz 10 yaşında iken, inanılmaz derecede çabuk gelişen zekâsı sebebiyle yüksek İngiliz memurlarını heyecanlandırmış. Bu gibi durumlarda sık sık yapıldığı üzere, seçkin kişilere uygulanan biçimde eğitilmesi ve yetiştirilmesi için İngiltere'ye gönderilmiştir.
Brighton'da, şıklığı ve lüksü ile meşhur özel bir kolejde, 4 yıl süren sıkı bir eğitimden sonra, 14 yaşında aynı şartlar içinde Edinburg'da öğrenimine devam etmiş; daha sonra da Oxford'daki Lincoln College'a alınmış ve burada ona genç bir prens gibi davranılmış, o da ''B.A. degree ve Second class honours in History'' derecelerini kazanmış.
Oxford'u bitirmeden önce, son sınıftayken Chief Secretary tarafından Londra'ya çağırılmış, yüksek düzeydeki iki İngiliz memuru ve iki Müslüman din adamı huzurunda, Kur'an üzerine yaptığı yeminle ''İngiliz tahtına ve Hindistan kral naibine daima sadık kalacağına, kendisine verilen emirleri hiç tartışmadan yerine getireceğine'' söz vermiş.
Bunun üzerine tekrar Oxford'a yollanmış ve öğrenimini bitirdikten sonra İngiltere hükûmeti tarafından Arapça öğrenmek bahanesiyle Kahire'ye gönderilmiş. Gerçekte ise ona verilen görev, oradaki Mısır millî hareketini izlemekti.
Oradan, yine siyasî amaçlarla İran'a gitmiş, Londra'ya dönünce, siyasî şubeye atanmış, bundan sonra, Türkiye, İran, Afganistan ve Hindistan konularında siyasî uzman olarak çalışmış. 1914 yılının Ağustos ayında Hindistan'a gönderilmiş.” (…)
Hindistan’dan devşirilen bu İngiliz ajanı, verdiği doğru yanlış bir sürü beyanattan sonra ifâdesinin sonunda ağzındaki baklayı çıkartıyor ve ilginçtir ki, kendisi adına bir savunma yapmaktan ziyade Ankara’ya adeta teslim şartlarını deklare ediyor
(…) “Eğer İngiltere Türklerin, özellikle milliyetçilerin Hindistan, Afganistan ve Mezopotamya'daki mücadeleden vazgeçtiklerine kanaat getirirse, derhal bir anlaşma olabilir ama buna inanmadıkça savaşı sürdürecek.”
“İngiltere Anadolu'yu İngiliz mandası altına almak istiyor. Ancak böylece Türkiye'nin İslâm politikasını fiilen kontrol altına alabileceğini düşünüyor.” (…)
Kurtuluş Savaşı sürerken ele geçirilen ve yargılanan bir İngiliz ajanının, tüm izleyicilerde, hattâ duruşmayı takib eden Fransız ajanında bile kin ve nefret uyandıran bu sözleri, Türkiye’nin tapusu olduğu iddia edilen Lozan Anlaşmasıyla beraber “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şeklinde formüle edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllara kadar izlediği dış politikanın genel çerçevesini teşkil etmesi tesadüf müdür? Bu arada biz Lozan Anlaşması ile Türkiye’nin kaybettiklerini konuşuyoruz; fakat genellikle üzerinde durulmayan husus şudur, Türkiye Millî Mücadeleyi sürdürürken Hindistan ve Mısır başta olmak üzere bütün Müslümanların gözü buradan gelecek yeni bir diriliş haberine odaklanmış ve ellerindeki bütün imkânları da o haberin gelebilmesi için seferber etmişlerdi. Lozan Konferansı başlayıp ve Türk heyeti ile İngilizlerin anlaştığı haberi gelince, bu yalnız Türkiye’nin değil, aynı zamanda yeni yeni filizlenen İslâm Birliği’nin de o gün o masada bırakıldığı anlamına gelmekteydi.
Üstad Necib Fazıl, “Bize düşen aziz borç asırlık zamanlardan, Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan.” derken ne kadar da haklıymış…
Not: Bugün Kemalistler iktidarın dış politikasını eleştirirken, “Dışişlerindeki monşerler görevden alındığı için diplomaside başarısız oluyoruz.” diye bir argümana sarılıyorlar. Peki, dışişlerinde tecrübe esassa, Mustafa Kemal, Batılıları masada birbirine kırdırmakta mahir, millî mücadelede rol almış Osmanlı diplomatları dururken, Lozan’a sağır İnönü’yü göndermek suretiyle, Devlet Bahçeli’nin deyişiyle, ne yapmak, nereye varmak istemiştir? Siz ne yaptığını ve nereye vardığını iğdiş edilmiş idrakleriniz dolayısıyla bir ömür boyu kavrayamayacaksınız; fakat ne yapıldığı da, nereye varıldığı da ayan beyan ortada.
Hakikatle Yüzleşmek
Ne değişti? Yâni ne değişti de biz 2020 senesini idrak ederken kendimizi bir ânda 1919 şartlarında bulduk? İşin açıkçası, Kurtuluş Savaşı esnasında İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanan İngiliz Ajanı’nın bildirdiği ve Lozan’da imza altına alınan teslim anlaşmasının şartları dışına çıktık, Hindistan ve Afganistan olmasa bile Ortadoğu, Mağrib ve Akdeniz’deki mücadeleye kaldığımız yerden devam etme kararı verdik. Dikkat edin, “kaldığımız yerden” devam etme kararı aldığımız için de tabiî olarak şartların da kaldığı yerden işe başlamak gibi bir müşkülle karşılaştık.
Yalnız dışarıda değil, burada kopan vaveylaya bakacak olursak, içerideki şartlar da aynı. Söylemeye lüzum var mı bilmiyoruz ama “Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz.” ölçüsünü hatırlatmanın tam da yeri olsa gerektir.
Görüldüğü üzere kemmiyet planında Lozan şartlarına dönmüş bulunuyoruz; fakat keyfiyet planında ne bu Türkiye o Türkiye, ne de bu Batı, o Batı.
Tekrar başa dönecek olursak, bugün yaşadığımız elbette ki bir zaman kayması değil. Seneler evvel açık bırakılan bir hesabın, Müslüman Anadolu’nun keyfiyetinin Büyük Doğu-İbda tarafından yenilenmesinden sonra yeniden görülmek üzere önümüze gelmesinden ibaret.
Er yahut geç bu hesab görülecek; fakat bir farkla, bu sefer biz hesab veren değil, hesab soran olacağız; insanlığın birkaç asırdır Batı’dan birikmiş alacağının da tahsildarı olarak.
Baran Dergisi 713.Sayı