Geçmişteki İslâm Devletleri, neredeyse tamamı küçük birer ocaktan kuruldu; kimisi cihanı avucunun içine alacak denli uzun, kimisiyse tek nefeslikti. İslâm Devletleri, kuruldular ve karşılarına çıkan meseleleri hâl ve fasl ederek büyüdüler; ellerinde külliyat çapında örgüleştirilmiş bir tatbik fikri olarak bütüncül bir İslâm’a muhatab anlayış hiçbir zaman bulunmadı. Belki içinde bulundukları zamanın şartlarında gerek de yoktu. Zamanın ve mekânın değişimi içinde aşk ve vecd pınarı kuruyup sularını çekinceye dek kendilerini yenilemeyi, zamanı ve mekânı da bu yenilik içinde teshir etmeyi bildiler.
Tarihte çeşitli dönemlerde kuraklıklar yaşandığını ve bazı kuraklıkların seneler sürdüğünü, ekinleri, hayvanları ve insanları kırıp geçirdiğini biliyoruz. Kuraklıkla mücadele zor iş, rahmet kapısı bir kere kapanmaya görsün; insan tabiatı icabı ancak o vakit anlıyor mâliki bulunduğunu zannettiği nimetlerin ancak “sahibi” olduğunu.
“Sahib” kelimesi, ilişiği olan mânâsına gelmektedir. Ceddimiz “Mutlak Mâlik”i bildiğinden, hayâsından dolayı kendisini nimetin mâliki değil, sahibi olarak görmüştür. Bugün de kimse ben “mâlikiyim” demiyor, “sahibiyim” diyor; fakat işin özü kaçırıldıktan, edeb hadlerine riayet masal olduktan sonra, sahibiyim desen n’olur, malikiyim desen ne?..
Kuraklık dedik, yani rahmetin kesilmesi; peki, ya kesilen rahmet yalnızca yağmur mudur? Kanunî Sultan Süleyman devrinden başlayarak içinde bulunduğumuz Cumhuriyet döneminin ilk yarısında Üstad Necib Fazıl’ın örgüleştirdiği “İslâm’a Muhatab Anlayış” davasına ve aynı mukaddes kaynaktan beslediği dünya görüşü “İdeolocya Örgüsü” meydana getirilinceye kadar geçen kuraklık devresi? Ruhî, fikrî, ahlâkî kuraklık…
Ne kadar verimli olursa olsun, bir toprak parçası uzun süre susuz bırakılacak olursa, kurur, çatlar ve verimsizleşir. Yeniden sulamaya çalışınca, çatlaklarından sızan hariç, âdeta kabuklaşmış olan sathı suyu reddeder ve yeniden verimli hâle gelmesi için sabanla, kötenle, pullukla toprağı altüst etmek gerekir. Böylelikle toprağın canlılığını muhafaza eden iç kısmı satha yükselir ve rahmeti kana kana emer; hem kendi dirilir hem de evvelinde satıhta kabuklaşmış olan kısmını diriltir.
Diriliş, cansız addedilen toprağın dirilmesi bile bu denli zor iken, ya insanın ve cemiyetin dirilmesi?
Muasır Medeniyet Seviyesi: Cüceliğin İdeolojisi
Cumhuriyeti kuranların muasır medeniyet seviyesi diye ram olduğu cücelik; Kemalizm adı altında köksüz ve dalsız, taklid seviyesinde kalmak suretiyle ideoloji hâline getirilen maddeye hâkim bir nizam ve usûl kafası. Bugünün Türkiye’sinde içinde bir kısım Müslümanların da olduğu, sağdan sola ve hattâ başın başında devlete kadar benimsenen cücelik ideolojisi işte tam da budur.
Tepetaklak olmuş devlet ehramı, çıkar amaçlı adaleti, gayr-ı ciddi ve ezberci insan imalathanesi eğitim müesseseleri, hastalık üreten hastaneleri, hırsızlığın meşrulaşmış hâli bankacılık sistemi, sahtekârlığa hukuk kılıfı giydirilmiş hizmet sektörü, nefsine körü körüne tutsak ve hakikatin hadlerinde hudud bilmez ferd ve cemiyet! Cücelik ideolojisinin toplumumuzu sürüklediği cinnet!
Açalım, bu yazıyı hangi gün okuduğunuzun ehemmiyeti yok, açalım ve bakalım bir haber sitesine, haber kanalına yahut gazeteye ve görelim, bir rezalet destanı olarak içinde bulunduğumuz vaziyetin resmini. Bundan gayrı içinde bulunduğumuz manzaranın tafsilâtına ne hacet?
İdeolocya Örgüsü: Yüceliğin İdeolojisi
Bir hastalığın tedavi edilmesi için, evvelâ arazın nereden kaynaklandığının tesbiti gerekir. Üstad Necib Fazıl, bütün bir tarih ve cemiyet kadar kalabalık olan zihninde tarih muhasebesini gerçekleştirerek, evvelâ şu teşhisi koymuştur:
- “Maddî hamle, iş ve hareket çerçevesinde örnek ve rakipsiz millet olarak temsil ettiğimiz İslâmiyetin, doğrudan doğruya fikir ve hikmet kutbunda ise, içimizden fışkıramamış olan şahsî ruh ışıklarını, kendi bünye şartlarımıza göre mümkün olduğu kadar benimsemiş ve yüreğimize aşılamış olmaktan ileriye geçemiyoruz; tekrar edelim, sâf ve büyük tefekkür plânında bir türlü doğurucu, oldurucu, ibda edici olamıyoruz.”
Maddî hamle, iş ve hareket çerçevesinde örnek ve rakipsiz millet olan biz, saf ve büyük tefekkür planında doğurucu, oldurucu, ibda edici olmayışımız neticesinde, maddeye hâkim bir nizam ve usûl kafasının, Rönesans’ını idrak eden Batı’nın karşısında mağlup olduk.
İlleti tesbit ve teşhis etmek, hastalığın tedavisinin yarısıdır; geri kalan yarısı da, elbette, teşhis edilen hastalığı tanıyıp ona uygun ilaçlardan bir reçete yapmaktır. Üstad Necib Fazıl, illeti teşhis ettikten sonra aşağıdaki reçeteyi hazırlamıştır:
- “İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip, sağ elimizde Allah’ın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizde insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ânî bir şahlanışla, kendi kendimizi bulma!.. Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyettir. İşte bugünden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı içinde bir o kadar mahrem hakikat!”
Peki, ya hasta? Hasta tedavi olmamakta diretiyor ve hastalığının biricik tedavisinin en küçük çilesine bile razı olmuyorsa? Bizim cemiyetimiz muhakkak ki hasta değildir ve hattâ Kanunî Sultan Süleyman devrinden sonraki gerileme devrinin, kuruluş ve genişleme devri kadar uzun sürmesinin bir sebebi de, devleti saran hastalığın cemiyet planında yayılmakta çektiği güçlüktür. Bizim cemiyetimizin bünyesi sağlamdır sağlam olmasına da, elleri ayakları bağlanmış vaziyette kendisine zorla virüs zerk edilen bünye, neylesin? Üç-dört asırlık tarih dilimi boyunca bünyesini her türlü illetten korumaya gayret eden cemiyete, bir bakıma bâtıl virüsü, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle darağaçlarında cebren zerk edilmiştir.
Batı’nın siyaset, hukuk, eğitim, sağlık, idare ve benzeri tüm içtimaî faaliyet şubelerini şekillendiren ölçütleri hiçbir muhasebeye tâbi tutulmaksızın cemiyetimiz bünyesine zorla zerk edilmeye çalışılmıştır. Bunun neticesinde, ayırt edemediği için mazur olmak kaydıyla, şifasını bulacağı ruhu şiddetle reddeden ve buna mukabil illetini azdıran nefsinin peşinden koşan bir hasta tipi meydana gelmiştir. Bugün bu hastalığın emârelerini cemiyetin tüm münasebetlerinde rahatlıkla müşahede etmekteyiz; yukarıda dediğimiz gibi, bilhassa da bu alâmetleri haberleştiren gazetelerin üçüncü sayfalarında.
***
Pastör, nasıl ki kuduz hastalığını teşhis edip bu hastalığın aşısını geliştirmişse, Üstad Necib Fazıl da, ortaya koyduğu Büyük Doğu külliyatı ile merkezde Anadolu, etrafında İslâm Âlemi ve nihayet en dış halkada geri kalan tüm insanlığın muztarip olduğu hastalığı teşhis edip nasıl tedavi edileceğini göstermiş sanat, fikir ve aksiyon adamıdır. İşte bu teşhis ve terkip dolayısıyladır ki, bütün bir dünya, kıtalar çapında inkılâba gebedir ve duyulan sancılar bu kutlu doğumun müjdecisidir.
***
İbda Mimarı’nın koyduğu “şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir” ölçüsünün yanında, bir de internet teknik imkânların gelişmesi ve kısa kısa cümlelerin hızla yayılmasıyla beraber “taklit edilen şuur seviyesizliği” mevzuu var. Bu vaziyet bilhassa gençler arasında ve hattâ maalesef tefekkür ocağı olması gereken üniversite öğrencilerinde son derece yaygın. Meselâ, “Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adı altında kaleme aldığı ve İslâm’a Muhatab Anlayışı örgüleştirerek, yaşanmaya değer hayatı ortaya koyan, ferd ve toplum meselelerini hâl ve fasl eden bir eseri var” diyorsunuz, aldığınız cevap çok net ve kesin, “hayır ben onu biliyorum, o bir ütopya!” Bu adam eseri okumamış, tahlil etmemiş, üzerine kafa patlatmamış ve hattâ belki de görmemiş bile; fakat internetteki bir sözlükten bakmış, falanca ona söylemiş, filanca öyle demiş ve elinde yalnızca etiket var, hemen yapıştırıveriyor: “ütopya”. Tersi de fena, falanca demiş ki “yaşanmaya değer hayatın ölçüleri bu eserde billurlaşmış” diye. Bunu tekrar etse de, yine bir ünsiyet yok, yine aynı şuursuzluk.
Bir kere esas yok ki, usûl olsun. Demek ki, etiketlemekle olmuyor ve bugünün dünyasında mânâlar etiketler üzerinden anlam kazandığından, maalesef söylenebilecek birşey de olmuyor.
Başyücelik Devleti
Her daim bir mânâyı kovalayan “zaman”ın son derece girift bir devrini idrak ediyoruz. Dünya çapında tek bir İslâm Devleti’nin bile olmadığı, tatbik edilmemekten dolayı İslâm ölçülerinin donuklaştığı ve bir Müslüman için utanç verici bu vaziyetin ıstırabının da maalesef duyulmadığı bir devirdeyiz.
Eski tarihlerde, İslâm Devletleri hep çekirdekten kurulur ve gelişirdi. Dünya, bugünkü gibi “global” olmadığı için, yalnız kurulduğu çevrede bulunan küfür odakları ile savaşır ve onlara karşı galib gelmek suretiyle hâkimiyetini tesis ederdi. Bugün ise bambaşka bir devirdeyiz; “küfür tek millettir” düsturu, öyle sanıyoruz ki tarihin hiçbir devrinde bugünkü kadar açık bir şekilde billurlaşmamıştır.
Çekirdekten kurulan İslâm Devletleri yerine, bugün ihtilâl ve inkılâb yoluyla müesses nizamın içinden gelerek iktidarı ele geçirmek suretiyle bir İslâm Devleti’nin kurulmasını bekliyoruz. Hem de bahsettiğimiz tek millet olan küfrün global hâkimiyetine rağmen. Tüm bu menfî görünen şartlara mukabil, tarihte belki de ilk kez örgüleştirilmiş “İslâm’a Muhatab Anlayış” sistemine bakarak, bir dünya görüşüne bağlı kalmak suretiyle, kurulacak İslâm Devleti için Müslümanların çalışma ve kendisini hazırlama fırsatı var. Bardağın boş tarafı tıpkı geçmişte olduğu gibi yine boş; fakat bardağın dolu tarafı, geçmişte olduğu gibi yine dolu. Dolayısıyla kimsenin bahane üretme lüksü yok!
Gelelim Türkiye’ye ve sürekli bahse konu olan “Yeni Türkiye” mevzuuna. Bir süredir yatıp kalkıp “yeni” etiketli Türkiye’yi dinliyoruz; fakat neyin yeni olduğu veya yeninin ne olduğu hakkında hiçbir malûmata rastlamış değiliz, açıkçası. Bizim için solmaz pörsümez yeni olan İslâm’dır; ve bir diğer “yeni” olan ise, “Mutlak Fikre” nisbetle zamanının şartlarına göre eşya ve hadiselere teshir etmek üzere Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu tarafından yenilenmiş anlayıştır. Biraz evvel tarif ettiğimiz “yeni”lerle Türkiye’nin münasebeti kuru bir popülist söylemden ibaretken, bahse konu olan “Yeni Türkiye” nedir?
Bugünkü konjonktür, inansak da inanmasak da, Türkiye’yi “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı benimsemeye zorluyor; istenildiği kadar tartışılsın, ferd ve toplum meselelerine çözüm getiren başka bir fikir sistemi varsa, buyurun koyun ortaya. Peşinen söyleyelim, biz ona razıyız; ama yapamıyorsanız, siz de buna razı olmak zorundasınız. Maalesef bu “zorunlu” kelimesi bile nefsine tutsak olanlar için yüzüne sigara dumanı üflenmiş kedi hâline girilmesine vesile olan bir kelime.
Türkiye Cumhuriyeti’nin daha benimsendiği gün bile pörsümüş olan ruhunu, Başkanlık Sistemi diye yalnız idare şekli bakımından ambalajını değiştirmek suretiyle yenilemenin mümkün olmadığı bedahet.
Büyük Doğu-İbda’nın teklif ettiği Başyücelik Devleti ise şekli ve ruhu ile beraber pratik karşılığı olan, millî, devlet ile millet arasında ortak paydayı yakalayan, ferd ile toplum meselelerini sistemli bir şekilde çözüme kavuşturarak her ikisi arasında muvazene kuran, şeriata sımsıkı bağlı bir devlet modelidir.
***
Neticede
İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidini örgüleştiren Üstad Necib Fazıl ve onun Büyük Doğusu... İşte bu kıyas vahidini peşin fikrimiz diye beyan ettikten sonra bir tek bu kıyas vahidine bağlı kalmak suretiyle Doğu ve Batı'nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafına silkeleyen Salih Mirzabeyoğlu ve Yürüyen Büyük Doğu-İbda anlaşılmadıktan sonra, doğum ve ölüm yıl dönemlerinde Üstad Necib Fazıl’ı anmanın, pek bir mânâ ve ehemmiyeti yoktur.
Anlamak kelimesi de öyle anladım demekle olmuyor ve her yeni anladığımız husus üzerimize yeni sorumluluklar yüklüyor. Dolayısıyla bu bahsettiğimiz hususun anlaşılmasının da boynumuza yüklediği vebal son derece açıktır ve bu vebalin ödenmesine talib olmaksızın anlamak, anlamak değil, öyle anlarmış gibi yapmaktan ibarettir.
Gelelim kendisini Büyük Doğu yahut İbda bağlısı olarak niteleyenler üzerinden bahsettiğimiz hâkim fikrin temsiline… Bir kere peşinen şunu söylemekte yarar var; bu fikrin bugüne kadar layıkıyla temsil edilememiş olması, bundan sonra da edilmeyeceği anlamına gelmiyor. Üstad ve Kumandan’ın açtığı yoldan geldiği iddiasında olup, güya hak ve adalet adına ortalığı balçık deryasına çevirenlere bakarak bu dava anlaşılamaz. Ayrıca şunu da ilâve edelim ki, mutlaka ama mutlaka bu bataklık kurutulacak ve davanın haysiyetini taşıyan gerçek şahsiyet sahipleri bu topraktan fışkıracaklar.
Üstad Necib Fazıl için “şairdi, fıkra muharririydi, piyes yazarıydı” denebilir, mahzuru yok; ama onun aslî yönü olan fikir ve aksiyon cephesini gölgelememek kaydıyla… Son sözümüz de Üstad’ın Abdulhamid Han için kurduğu cümleyi kendisine tatbik şeklinde olsun: Necip Fazıl’ı anlamak, her şeyi anlamak olacaktır.
Baran Dergisi 436. Sayı