Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Ahkâm’ül-Evkâf” isimli eserini baz alarak kaleme aldığımız “mevkufun aleyh” bahsini bu hafta tamamlıyoruz. Kapsamı ve niteliği dolayısıyla bu bahsi biraz uzun tutmak zorunda kaldık. Zira İslâmî vakıfları diğer medeniyetlerdeki benzeri kurumlardan ayıran önemli hususiyetlerden birisi bu mevkufun aleyh meselesidir.
Diğer medeniyetlerde, görebildiğimiz kadarıyla, bu mesele ya hiç ele alınmamış ya da üstünkörü ve sınırları muğlak bir biçimde geçiştirilmiştir. Onlar vermenin erdeminin kişiye yeteceği düşüncesine ya da “sürecin kendisinin zevkine varıp vicdanı rahatlatmak” şeklinde ifade edebileceğimiz bir anlayışa sahibtirler. Bu mânâda sadece vermek dahi onlar için yeterlidir. Hâlbuki bizde hayrın nereye gideceğinin tayini, onu ifa kadar önemlidir; hayır işlemi, kabzın yerine getirilmesiyle tamamlanır. Hayır sahibi, eğer ecir kazanmak arzusundaysa, maksadın tahakkukundan da mesuldür.
Diğer taraftan bir hayır işine girişmek dinen herkese açık bir saha iken, yani ailenin geçimini tehlikeye atmamak kaydıyla elinde avucunda ne varsa verme hususunda Müslümanlar muhayyer bırakılmışlarken, bu hayırdan istifade edecekler konusunda nassın getirdiği sınırlamalar bulunmaktadır. Bu yüzden fakihler, tarifi gereği ecir kazandıracak hayır işlerine muhatab kişi ve kesimleri çok dikkatlice tasnif etmişlerdir. Hayır işlerinin sürekli ve dolayısıyla müesseseleşmiş biçimi olan vakıf bahsinde, mevkufun aleyhlerin tesbitinin ehemmiyeti buradan gelmektedir: Allah’ın rızasını kazanmak için O’nun istediği yere sarfetmek.
Bu kısa izahtan sonra mevzumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Hacet ya küllî (herkese şamil) ya da cüz’i (kısmî) olur. Küllî hacet, malî ihtiyaçlardan ibarettir. Çünkü malî ihtiyaçlar her şeye, yani hem vasıtalara hem de maksatlara ihtiyaç demektir. Kısmî ihtiyaç ise, malî vasıtalar bulunduğu takdirde maksadlardan bir türe olan ihtiyaçtır ki, her insanda ve muhtelif surette gerçekleşebilir. Bu iki hacetten her birisi ya umumî ya da hususî olur. Umumî hacet, bir memleketin bütün sınıflarına veya bir sınıfın bütün ferdlerine şamil ihtiyaçtır. Hususî hacet ise bazı sınıflar veya ferdlerde tahakkuk eden ihtiyaçtır. İşte vakıfta bu ihtiyaçların her birine derecelerine göre hak tanınır. Fakat malî ihtiyaç kapsayıcı ve açık olduğundan tek başına geçerlidir. Diğerlerinin zuhuru örfün teyidine bağlıdır; örf sayesinde genele ölçü olur ve kapsam dâhiline alınır. Bu meseleyi vuzuha kavuşturmak adına Hidaye’de örf özel sebeb, hacet ise genel sebeb sayılmıştır.
Hacet ve örfün asıl vakıftaki tesirleri bu minval üzere bulunduğundan, mevkufun aleyhlerin belirlenmesinde aynı istikametin takibi kaçınılmaz olmaktadır. Bu yüzden de müstegalle, yani kendisinden değil de toplanan menfaat ve ürünlerinden faydalanılmak üzere yapılan vakıflarda, vakfı kuran kişinin malî ihtiyaçları hedeflemesi gerektiğinden, mevkufun aleyh sadece fakirler olabilir. Ancak gayri müstegalle, yani doğrudan aynından faydalanılan vakıflarda durum böyle değildir; maksadları kamunun genelinin gereksinimlerini gidermeye yönelik olduğundan bunlarda zengin ve fakir eşit olabilir. Elbette meri örfün ya da vâkıfın sadece fakirlere hasretmemesi kaydıyla… Eğer örf, tahsisi fakirlerden ibaret kılarsa, bu ihtiyacın zenginleri kapsamadığı ya da onların rahatlıkla bu ihtiyacı kendi imkânlarıyla görebildikleri anlaşılır. Fakat vâkıf fakirlere tahsis ederse, ihtiyacı her daim daha fazla olan bir kesimi murad etmiş olacağından bu da geçerli bir işlemdir.
Mevkufun aleyh bahsiyle alakalı diğer önemli bir husus da, bunların vakfın ilk kurulduğu anda isimlerinin zikredilmesinin veya mevcudiyetlerinin lüzumlu olup olmadığıdır. Ahkâm’ül-Evkaf isimli eserinde Hassaf bu mevzuda şunları söylemektedir: “Bir vâkıf ‘bu benim hane halkıma sadaka-i mevkûfemdir’ dediğinde, gelir vakfın kurulduğu zaman mevcud olan hane halkına münhasır kılınamaz ve bunların ölmeleriyle hemen fakirlere rücû ettirilemez. Sonradan doğmuş çocuklar da, vakfın kuruluş anında mevcud olan aile ferdlerine dâhil olurlar. Zira bunlar da ‘ehli beyt’ sayılırlar. Bu konuda vakıf ile vasiyet farklıdır. Vasiyette, vasiyet edenin vefatı günü mevcud olan veya vefat gününden altı aydan az bir zaman içinde doğana bakılır. Çünkü varlık bulmayan insana vasiyet caiz değildir. Hâlbuki vakıf mevcud olsun olmasın caizdir.”
Hz. Ömer (RA)’ın ve diğer Ashab-ı Kiram (RAnhüm)’ün vakıflarında gelecek nesiller mevkufun aleyh olarak dâhil edilmişlerdir. Bu yüzden bir adam “şu malımı falan şahsa ve evladı ve onların evladına, zürriyetleri devam ettikçe müebbeden vakfettim” dese, olağanüstü hallerde şeriatın kadıya tanıdığı müdahale hakkı her zaman baki kalmak kaydıyla, bu vakıf, kuran kişinin istediği istikamette devam eder ve ortadan kaldırılamaz.
Feth’ül-Kadir’inde İbni Hümam, “bir kişi mescid veya medrese yapmak üzere bir yer hazırlayıp henüz başlamadan ya da tamamlamadan bu tesisine bir akar vakfetse, farklı görüşler bulunsa da, ağırlıklı olanı bunun cevazı yönündedir. Ancak söz konusu inşaat yapılıp faaliyete geçirilene kadar bu akarın gelirinin fakirlere verilmesi gerekir. İnşaatın bitirilmesini takiben vakıf gelirleri aslî gayesi olan mescide rücû ettirilir.” demektedir.
Bu hükmün kaynağı, çocuğu bulunmayan bir kişinin müstakbel ve muhtemel çocuklarına şart kıldığı vakıflara dair içtihaddır. Böylesi vakıflar sahih kabul edilmektedirler; gelirleri, çocuklar doğuncaya kadar yoksullara tahsis edilir. Eğer kişinin hiç çocuğu olmazsa, vakıf bozulamaz ve müebbeden bu şekilde, yani gelirleri yoksullara verilmek suretiyle devam eder.
Bu ve benzeri vakıf meselelerinde en doğru usûl, bunları birbirine kıyasen sıhhatini tesbit etmek yerine, Hassaf’ın da açıkladığı şekilde “henüz yaratılmamış bulunan”a şart kılınmış vakfın cevazı kaidesine dayanmaktır. Bu kaidenin burada doğrudan zikredilmesinin sebebi de budur. Bu kaidenin istinad ettiği naklî delil, Hz. Ömer (RA)’ın vakfını kurarken irad ettiği vakfiyesidir. Aklî delili ise, mevkufun aleyh olacakların vakfın gelirlerinden faydalanmalarının zatî değil, vâkıfın belirlediği vasfî bir cihetle ilgili olmasıdır. Zira vakıf müebbeddir. Mevkufun aleyhin vakfın kuruluşunda varlığı bizzat şart olsaydı, “ibadullah/Allah’ın kulları”na yapılacak vakfın muhal olması lazım gelirdi. Bu yüzden, mevkufun aleyhin başlangıçta olmasa bile sonunda mevcut olması ve vakfiyede zikredilen vasfa uyanların vakfa dâhil olması gerekir. Belirtilen vasıfla bir alaka mevcut olunca, bazı ferdler ile çoğunluk arasında sayı bakımından bir fark yoktur; ister bir kişi olsun, isterse binlerce insan…
Mevkufun aleyhleri başlangıçta mevcut bulunmayan bu gibi vakıflara “munkati’ul-evvel” (başlangıçta kesilmiş) denir. Ortada ve sonda kesilmiş olanlara ise “munkati’ul-ıtlak” ismi verilmiştir. Zikredilmiş mevkufun aleyhlerin bulunmadığı her demde, vakıf gelirleri, “doğal mevkufun aleyh” olan fakirlerdir.
Fakirliğin ne olduğu meselesine gelince; fıkıhta fakir tabirinin tarifi, mezhebler arasında farklılık göstermektedir. Hanefilere göre fakir, ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını karşılayamayan, nisab miktarından daha az malı bulunan kimsedir.Miskin ise, hiçbir geliri ve malı olmayan kimsedir. Şafiilere göre ise, fakir, kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli malı ve kazancı olamayan kimsedir. Miskin ise, kendisine ve geçimini sağlamakla yükümlü olduğu kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmamakla beraber, sahip olduğu mal ve kazançla kıt kanaat geçinebilen kimsedir. Hanefilere göre, miskin fakire nazaran daha yoksulken, Şafiilerde tam tersidir. Her iki mezhebe göre, zekât almaya hak eden muhtaçlar, hiçbir malı ve geliri olmayanlar ile malı ve geliri olmakla beraber yine de kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin geçimleri temin edemeyen kişilerdir.
Fakir, kendisine zekât ve sadaka verilebilen, bunları kabul etmesinde beis bulunmayan kişi olarak da tanımlanabilir. Kur’ân’da, sadaka ve zekâtların nereye verilebileceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bunlar yedi sınıftır: Fakirler, miskinler, zekât tahsildarları, kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler, köleler, esirler, borçlular, Allah yolunda (Fi sebilillah) ve yolda kalmışlar. Hanefiler, bu sınıfların yoksullarını daha muteber saymışlardır. Feth’ül-Kadir’de bu mevzuda şunlar denmektedir: “Vakıfta muhtaçtan murad, kendilerine zekât verilebilenler, kazanç sağlamak için bir evi ve arazisi olmayanlardır. Yalnız oturabileceği bir evi olanlara da caizdir.”
Vakıfların cihetinin zekâta nazaran çok daha geniş bir yelpazeye yayıldığı bir hakikattir. Nihayetinde vakıflardan zenginler de, hatta insan olmayan canlılar da istifade edebilmektedirler. Ancak bir kazanç sağlayıp bu kazancını aynen ya da nakden dağıtmayı gaye edinen vakıflar, hedeflerine, cemiyetin en muhtaç tabakası olan yoksulları koyarlar. Bu bakımdan yoksul denilince genellikle kendilerine zekât verilenler anlaşılmaktadır.
Hülasa, yoksulların fakirler ve miskinler biçiminde iki kategori altında toplanabileceğini söyleyebiliriz. Ancak bu iki kategorinin arasında sadece mal sahibi olup olmama konusunda bir derece farkı bulunmaktadır; yoksa keyfiyetleri aynıdır. O yüzden bu iki kategoridekilere toptan “fukara” denir.
Bu iki kategoriyi de kendi içinde iki farklı kesime ayırabiliriz. Birincisi, hastalık, güçsüzlük veya bir uzvun noksanlığı hasebiyle çalışıp kazanmaktan aciz olan ve dilenmek mecburiyetinde bulunanlardır. Diğeri ise vücud bakımından sağlam ve çalışıp nafakalarını temin edebilecek durumda olanlardır. Bunların her ikisi hem masraf-ı zekât (zekâtın verilebileceği yer) hem de mevkufun aleyh olabilirler. Büyük Hanefi âlimi Ebu’l-İhlas Hasan eş-Şurunbulâli’ye göre bedenen sağlam bir Müslümanın zekât alması güzel değildir. “Vermenin cevazı, almanın cevazını doğurmaz”; yani bir şeyin veren tarafın rızası ile yapılması alan tarafa hak kazandırmaz. Fakir zannederek zengine zekât vermek caizdir. Lakin o zengin kişinin alması caiz değildir. Cüz’i maişeti bulunan bir kişinin bile sadaka alması uygun değildir.
Özetlemek gerekirse, vücutça sağlam ve çalışıp kazanmaya kadir kişilerin, çaresiz değillerse ve almayınca ölme tehlikeleri yoksa uhrevî hükümler uyarınca sadaka kabul etmemeleri gerekmektedir; bu, dindarlığın maneviyatına yakışmaz. Dinimizdeki genel hüküm, herkesin kendisinin ve ailesinin maişetini temin mükellefiyetini taşıdığı şeklindedir. Müslümanın, bağımlı değil, diğerlerini kendini bağlayacak bir halde bulunması, ama bunu yaparken de bütün güç ve kudretin yegâne sahibinin Allah olduğunun bilincinde olması gerekmektedir. Müslüman, İslâm’ın gösterdiği çerçeve içinde, nisbetleri muhafaza ederek, âli, cömert, faydalı ve sevimli olmalıdır; bunu aksi vasıfları taşımamalıdır.
Müslümanlar için “vermek” ile “almak” arasındaki münasebette ağırlık “vermek” istikametindedir. “Veren el, alan elden üstündür” hadis-i şerifi meşhurdur. İslâm’daki yardım alan-yardım eden ilişkisinde “veren” övülürken, akıldan çıkarmamamız gereken diğer bir husus da kul olduğumuzdur; aslında hiçbir şey bize ait değildir ve elimizin altındaki her şey bize emanet edilmiş varlıklardır. Bu yüzden verirken de alırken de kibirden uzak durmamız gerekmektedir. Bazen öyle olur ki, bir yardımı almamak, ona tenezzül etmemeye, bu da kibre delalettir. Böylesi durumlarda, sırf nefsi kırmak adına almak lazım gelir.
Sadakayı alan muhtaç kişi, sadakayı verenin ecrine vesile olma şuuru içinde Allah rızası için verilen sadakayı kabul etmekle Allah’ın izniyle o ecirden hisse sahibi olur. Allah rızası için girişilen bir hayır işinde kişinin sevap kazanmasına yine Allah rızası için vesile olmak, İslâm’daki yardımlaşmanın esasını oluşturur. Aslolan, meselenin özünü hiçbir zaman akıldan çıkarmamak ve bu şuurla davranmaktır.
Burada şu hususu hatırlatmakta fayda olduğu kanaatindeyiz: Bir İslâm cemiyetinde, İslâm topluluğunun bünyesi gereği çok zengin veya çok fakir sınıfların bulunmaması esastır. Buna dinimizin amir hükümleri müsaade etmediği gibi (zekât emri, sadaka tavsiyesi, çalışmanın farziyeti) düzenin temini için içtimaî dengeyi korumak şart olduğundan devlet de izin vermez. Bu yüzden İslâm tarihi boyunca Müslüman cemiyetlerde gelir uçurumlarına şahit olunmamıştır. Diğer taraftan rızkı vermek Allah’a aittir; dilediğine dilediği kadar verir. Rızık, kulun dünyadaki imtihanının en önemli kısmıdır. Allah rızık verirken, kimine az, kimine de çok vererek kullarını imtihan eder. İnsan çalışmakla ve alabileceği tüm tedbirleri almakla rızkı diler, gerisi Allah’a aittir. O halde çalışıp çabaladıktan, beşer hadleri içinde elimizden geleni yaptıktan sonra rızıktan hissemize düşen, Allah’ın bize takdiridir. Fakirlik ve zenginliğin, birbirleri arasında alıp verme münasebetleri açısından bakıldığında, belli bir denge içinde olmaları kaydıyla cemiyete hayatiyet kazandırıcı ve içtimaî iletişim yollarını açıcı vasıflar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Müslümanlara almak değil vermek, sadaka ile yaşamak değil, kendi emeği ile geçinmek emredilirken, yani Müslümanlar içtimaî olarak iradesi güçlü ve maddî zafiyetlerden azade insanlar olmaya yönlendirilirken, fakirlik ve zenginlik yasaklanmamakta, ancak içtimaî muvazenenin zenginliğe daha yakın bir itidal noktasında kurulması hedeflenmektedir.
Vakıfta fukaranın bu anlatılanlar çerçevesinde asıl mevkufun aleyh olduğu netleştikten ve yoksullar arasında yapılacak sıralama ortaya çıktıktan sonra, bunlardan hangilerine yönelik vakıf yapmanın efdal alacağı da herhalde anlaşılmıştır. Bu sebepten, genel olarak fukaraya dönük yapılan vakıfla şu sınıf veya bu sınıf insanların yoksullarına dönük yapılacak vakıf arasında farklılıklar bulunmaktadır. Vakıfların en hayırlısı, en faydalı olanıdır; en şiddetli ihtiyaca karşılık bulunanıdır. Bu açıdan genel olarak en faydalı vakıf (zamana ve zemine, örfe ve ümmetin haline göre değişse de) muhtaç vaziyettekilerin çalışıp kazanmasını artırmaya yönelik olandır. Elmalılı’nın nazarında “bir memleketin fukarasına daima servet kazanmasını öğretmek için harcama yapan bir vakıf, o yoksulların bazen karnını doyurmak için yapılan vakıftan elbette daha hayırlıdır.”
Baran Dergisi 478. Sayı