Dilin kelime husule getirmesi, yani bir takım usul ve vasıtalarla yeni mefhumlara karşılık olan yeni keli­meler yapması, onun ve dolayısıyla insan ruhunun ya­ratıcı faaliyetini en bâriz bir şekilde gösteren bir te­zahürüdür. Uzviyet gibi, dil de hücreleri hükmünde olan kelimelerini yenilemek ve çoğaltmak ihtiyacındadır. Uzviyet gibi dil de bu iş için husûsî bir cihaza ve husûsî bir teamüle sahiptir. Dalağımızın küreyvat (kan hücreleri) yapması gibi dilimiz de kendi kanından kelimeler oluşturur. Bunlar kısmen dilin yıpratıp ıtrah ettiği eski kelimelerin yerlerini doldurur, kısmen de dil bünye­sinin büyümesine, serpilmesine yararlar.
İnkişaf hâlindeki dillerde kelime teşkili faaliyeti geniştir. Cemiyetlerin büyük kültür hamleleri esnasında ise bu faaliyet hummalı bir hal alır. Sonra dil­le beraber klâsikleşir. Dilin inhitatı hâlinde de ya­vaşlar ve körleşir.
Kelime teşkili, her dilde gramerin esaslı le­rinden biridir. Bilhassa yeni bir inkişaf veyâ istihale devresinde bulunan dillerin gramerlerinde geniş bir yer tutar. Modern Avrupa dilleri gramerlerinin mukayesesi, bize kalkınma halindeki milletlerin bu bah­se ne kadar ehemmiyet verdiklerini göstermektedir.
Türk gramerinin ise hemen hiç el sürülmemiş bir sahası kelime teşkili bahsidir. Bizde bu bahsin mâ­nâ ve ehemmiyeti anlaşılmamış ve hudutları tâyin edilmemiştir. Tanzimat’tan beri yazılan gramer ki­taplarında buna ait bazı maddeler kelime sınıflarına göre yapılan bölümlerin içersine serpiştirilmiş bir halde görülür. Fakat bunları sistemleştirmek düşün­cesine hiç bir yerde tesadüf etmeyiz. Bu kitaplar bi­ze Türkçe kelime teşkili hakkında iptidaî bir fikir ve­recek vaziyette değildirler
Yabancı kelime meselesinden ayrıca bahsetmek niyetindeyim. Yalnız burada şu noktayı tespit etmek isterim ki, dilimizde yabancı kelime meselesi, doğru­dan doğruya kelime teşkili bahsiyle alâkalıdır. İslâm medeniyetine girerken yazı dilimizi Arap ve Fars ke­limelerinin istilâ etmesi sebeplerinden en mühimi tedvin edilmiş bir Türk iştikak sisteminin bulunma­masıdır. Tanzimatçılar da Garb’ın yeni mefhumları­na karşılık bulmaya çalışırken gene Arap diline baş vurdular. Çünkü Arap iştikakını biliyorlar, fakat bir Türk iştikak sistemi tanımıyorlardı.
Dilimizin son otuz senelik millî kalkınması esna­sında da Türk lisaniyatı bize bu sistemi vermedi. Bu­nun için mutedil ve semereli bir pürizmle başlayan millî dil cereyanı bir yaratma safhasına girince bü­yük ve yenilmez müşküllerle karşılaştı. Bugün de aynı müşküllerin içindeyiz.
Sistem hâlâ tedvin edilmemiş, fakat kitap­ların ve dershanelerin dışına taşarak umumî alâka sahasına çıkmış bulunuyor. Bu geniş millî alâka şük­ranla kayda şâyandır ve olgun bir safhaya gelmiştir. Bu itibarla ben meselenin Türk lisâniyatı ve umumî lisaniyat mutalarına göre İlmî bir noktai nazardan vazedilmesini yerinde buluyorum. Daha verimli bir İstikbale ancak bu yoldan gidebileceğimize kaniim.
*
Türkçe iltisaklı (agglutinante) bir dildir. Dilimi­zin kelimelerini yapıları bakımından tahlil edersek onların içerisinde iki türlü basit unsur buluruz :
1)         Başlı başına bir mefhuma karşılık olabilen kelime kökleri,
2)         Müstekillen mânâları olmayıp köklerin sonu­na eklenerek bunların mânâlarında muvakkat veya daimi değişiklikler yapan ekler.
Kelime kökleri ekseriya tek hecelidirler: taş, göz, yap, git, gibi. Bir kısım da daha fazla heceli kelime kökleri vardır: kanat, kelebek, çürü, bırak... gibi. Bu sonuncuları daha basit tek heceli unsurlara ayıra­mıyoruz, ya da ayırsak da yaptığımız tahlilin doğruluğundan emin olamıyoruz. Bunun için onları da kelime kökü addediyoruz. Türkçede kelime köklerinin umumiyetle tek heceli olduğu yönünde bir nazariye vardır. Filhakika mukayeseli Türk grameri tetkikleri ilerledikçe daha evvel tahlil edile­memiş birçok iki veya üç heceli kelime çözülerek tek heceli köklere ircâ edilmektedir.
Kelime kökleri mahdut miktardadır. Bunlar ana dilin doğuş devrinde yarattığı ilk lisânî unsurlardır.- Dilin temelini teşkil ederler ve artmazlar.
Dilimizin tarihî devirlerde ancak nâdir hallerde bazı yeni kelime kökleri yarattığını tespit edebiliyoruz,
Türkçede kelime kökleri hem mânâları hem de morfolojik vasıfları bakımından iki kısma ayrılırlar. Bir kısmı aksiyon mânâsı taşıyan ve şahıs ve zaman gibi kategoriler de ifade etmek üzere hususî ekler alan köklerdir, ki bunlara fiil (verbal) kökleri deriz: al, ver, gel, git gibi. Bir kısmı ise isim, zamir; sıfat, zarf ve saire olup başka bir nevî ekler alırlar. Bunlara da isim kökleri, nominal kökler adını veri­riz : baş, sen, düz, pek gibi.
Nominal köklerle verbal kökler mânâları ve ke­lime teşkil ve tasrifindeki rolleri itibariyle birbirin­den katiyetle ayrılmaktadırlar. Gerçi hem nominal hem de verbal olan bâzı kökler vardır: Göç, toz, tat gibi. Bunlara muhtelit kökler deriz. Fakat bu türlü kökler pek mahduttur ve diğerlerinin kat’î ayrılışını ihlâl etmez. Türkçede bütün kelime köklerinin as­lında, nominal olması gerektiği hususunda bir nazariye vardır. Ancak bugünkü bütün Türk dil ve lehçe­lerinde ve tanıdığımız en eski Türkçe metinlerde kök­lerin nominal ve verbal olarak sarâhaten ayrıldıkla­rını görüyoruz. Sözü geçen nazariye mevcut vesika­larla pek az kabili müdâfaadır.
Ekler, muayyen bir fonksiyonla kelime köklerinin sonlarına gelir ve kaynaşarak onlarla fonetik bir bir­lik teşkil ederler. Bu kaynaşma muayyen benzeşme (assimitation) kanunlarına göre olur ve ekin vokal ve konsonantları kökün fonetik bünyesine göre şe­kil alır. O halde Türkçede ek müstekillen bir mânâyı haiz olmadığı gibi sabit bir şekli de haiz değildir. Meselâ -ler ekini iki şekilde, -dir ekini sekiz şekilde görürüz. Bu ekleri bu şekillerden biriyle anıyoruz.
Fakat aslî şekli hangisidir? Bunu, ekin menşeini bil­medikçe ve ekseriyetle tâyin edemiyoruz.
Türkçede ekler (affixe) daima kökün sonuna ek­lenirler. Bu itibarla sonektirler (suffixe). Türkçede önek (préfixe) ve içek (infixe) yoktur. Dilimizde her ekin muayyen bir fonksiyonu vardır ve gramatikal veya leksikal her fonksiyon bir ekle ifade olunur. O halde fonksiyonsuz ek ve eksiz yeni bir fonksiyon olamaz. Ev yerine evden, süt yerine sütçü diyemeyiz. Bilmukabele evden yerine ev, sütçü yerine süt şekil­lerini kullanamayız. Gerçi kelime içinde fonksiyon­larını kaybetmiş ekler ve bâzı ekleri düşmüş kelime­ler vardır. Bâzan ekler hazf de edilebilir veyâ kelime bir haliyle birkaç mânâ alır. Fakat bunlar dilin bün­yesinden gelen esas kaideyi ihlâl etmez.
Türkçede bütün eklerin aslında müstakil kelime kökleri olup gramatikal gruplar dahilinde başka kök­lerle birlikte kullanıla kullanıla onlarla kaynaşmış morfemler oldukları hakkında bir nazariye vardır. Buna göre ek hâline gelen bu kelimeler fonetik istiklallerini kaybetmiş, fakat mânâlarıyla alâkalı bir fonksiyon kazanmışlardır. Filhakika tarihî devirlerde de bu tarzda tekevvün etmiş ekler buluyoruz. Meselâ -dir eki durmak fiilinin muzari üçüncü şahsı olan durur kelimesinden hâsıl olmuştur: XV. asır başlarında yazılmış olan Mevlüt’te «Gerçi yanlış söyleyenler çok durur gibi mısrâları hatırlarsınız, -le eki bugün bile yazıda ile şeklinde yer yer istiklâlini muhafaza etmektedir. Bu kelime aslında ilmek mastarından bir gerundiftir.  Daha bir çok ekler hakkında böyle tevsik veya farazi izahlarımız vardır. Bununla beraber Türk eklerinin en büyük kısmı çok eski teşekküller olduğu için müstakil köklere ircâ edilemiyorlar ve sözü geçen noktai nazar henüz bir nazari­ye olmaktan çıkamıyor.
Ekler de kökler gibi semantik bir hayatiyete ma­liktirler. Muayyen bir fonksiyonla teşekkül ederek kelime tasrifinde veya kelime teşkilinde kullanılırlar. Bunlar zamanla kullanılış veya fonksiyon değişiklik­lerine uğrayabilirler. Bundan başka, bir devirde çok canlı olabilirler ve rollerinde rakipsiz kalırlar. Fakat başka bir devirde fonksiyonları zaafa uğrar. Ekseriya rakip ekler tarafından itilerek yerlerini yavaş yavaş onlara terk ederler ve nihayet kullanılmaz olurlar. Bu sebepten dilde derece derece canlı, körleşmiş veya büsbütün ölmüş ve fonksiyonları unutulmuş eklere tesadüf ederiz. Sonuncular eski bâzı tabirlerde ve kelimelerde hatıralar halinde görülürler.
Kökler gibi ekler de esaslı bir morfolojik husûsiyetleriyle iki kısma ayrılırlar. Bunlardan bir kısmı fonksiyonları icâbı yalnız nominal köklere, diğer bir kısmı da münhasıran verbal köklere eklenebilirler. Bi­rincilere isim ekleri, nominal ekler diyoruz: kol-lar, göz-den, az-lık, diş-çi gibi. İkincilere de fiil ekleri, ver­bal ekler adını veriyoruz: al-ır, ver-en, yor-gun, kır-ık gibi. Nominal bir ek verbal bir köke getirilemez. Me­selâ ver-ler, git-ten, kes-lik, kal-cı diyemeyiz. Bunun gibi verbal bir ek de nominal bir kökle birleşemez. Baş-ır, üç-en, ev-gin gök-ük şeklinde kelime yapama­yız. Gerçi bazı nominal eklerle verbal ekler birbir­lerine benzerler veyâ tamamen aynı şekildedirler. Fa­kat bunlar aynı ekler değildir, menşeleri ve fonksi­yonları ayrı morfemlerdir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ekler bağlan­dıkları kökün mânâsında iki türlü değişiklik yapa­bilirler. Bunlardan bir kısmının yaptığı değişiklik te­sadüfi ve muvakkattir. Kökün ifade ettiği mefhuma hal, nisbet, vaziyet, zaman, şahıs, kemmiyet gibi gra­mer hususiyetleri ilâve ederler: ev-den, kuş-lar, gel-di, bil-ir gibi. Bunlar mefhumları birbirine bağlayarak sözü teşkil etmeye yararlar ve tasrif ekleri adını alır­lar. Bir kısmının yaptığı değişiklik ise aslî ve devam­lıdır. Bunlar bağlandıkları kökün ifâde ettiği mefhum­la alâkalı yeni bir mefhum ifâde etmek üzere yeni ke­limeler yaparlar: süt-çü, boş-luk, ver-gi, gir-gin, baş-la, su-sa, sevin, kap-ıl gibi. Bunlara da teşkil ekleri adını veririz. Tasrif ekleri de hususî bazı hallerde teşkil eki olarak kullanılırlar veya dilin tekâmülü esnasında teşkil fonksiyonu kazanırlar. Fakat aslında tasrif ek­leriyle teşkil ekleri dilde ayrı ayrı vazifeler görmekte­dirler. 

Baran Dergisi 352 Sayı