Esselâmüaleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim. Nihâyet hava da güzelleşti burada, güneş açtı.
Yeri gelmişken, bana herhangi bir sorunuz var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor Carlos’a.)
Aslında birkaç mesele hakkında konuşmak istiyorum bugün, ama geçen hafta herhangi bir şey söylemediğim, çünkü o ân detaylarını bilmediğim, Tarık Aziz yoldaşın Irak’ın güneyindeki bir cezaevinde vefat etmesiyle başlayacağım.
(Carlos, 28 Nisan 1936’da doğan ve 5 Haziran 2015 günü ölen Irak eski dışişleri bakanı Tarık Aziz’le ilgili olarak konuşmaya başlıyor ve Tarık Aziz’inölene dekcezaevinde kalmış olmasının tek sebebinin, NATO servisleriyle işbirliğini reddetmesi olduğunu söylüyor…
Henüz Amerikan güçlerine teslim olmadan önce Bağdad’da akrabalarının yanındayken, Fransızların kendisini Fransa’ya götürmek istediklerini, ancak onun Fransa’ya gitmeyi ve Fransızlarla işbirliği yapmayı reddettiğini; çünkü Irak’taki Baas Partisi liderlerinden yoldaşlarının çoğunun öldürüldüğünü, suikaste uğradığını, yargılandığını ve hemen hepsinin vurularak infaz edildiğini veya asıldığını vurguluyor…
Tarık Aziz’e karşı kanunen hiçbir suçlama yöneltilemeyeceğini, çünkü onun hiçbir savaş suçu işlemediğini, hiçkimseyi öldürmediğini, milliyetçi bir politika takib etmekle de kimsenin suçlandırılıp sorumlu tutulamayacağını söyleyen Carlos, Saddam Hüseyin’in bazı noktalarına ve yanlışlarına karşı çıkabileceğimizi –meselâ, İran’a açılan savaşın berbat bir şey olduğunu-, ancak unutmamamız gereken şeyin, Saddam’ı buna ABD’nin sevketmesi gerçeği, yine Saddam’ı İran’a karşı böylesi saldırganca bir savaşa teşvik edenin Baasrejimi içerisindeki Amerikan taraftarı unsurlar olması gerçeği olduğunu belirtiyor; bugüne kadar hem İran’ın hem de özellikle Irak’ın işte bunun bedelini ödemekte olduğunu ekliyor…
Tarık Aziz’in teslim olmadan önce de zaten çok hasta olduğunu ve Amerikan ordusuna teslim olması için ailesinin onu ikna ettiğini, çünkü bu yolla en azından tıbbî destek alabileceğini düşündüklerini, başta gerçekten böyle bir tıbbî destek aldığını, ama hemen peşinden onu keyfî olarak Irak’ın güneyindeki bir cezaevine attıklarını, oysa askerî vasfı olmayan sivil bir insanolması hasebiyle kendisine karşı yöneltilebilecek hiçbir suçlama bulunmadığınıifâde ediyor…
Kısmen ailesini de tanıdığı Tarık Aziz’in, dindar olmamakla beraber,Keldanî –Katolik- Kilisesi’ne bağlı bir hıristiyan olduğu ve aile kökleri bakımından Musul’un kuzeyindeki büyük bir Keldanîköyünden geldiği bilgisini veriyor Carlos…
Tarık Aziz’in niçin hapsedildiği meselesine geri dönen Carlos, Fransızların onu Irak’tan çıkartıp Fransa’ya götürmek istemesine yine temas ediyor ve Fransızların bu arzusunun altında, onun hakikatleri söylemesine mâni olmak yattığını; zaten Tarık Aziz işbirliğine yanaşmayınca da, Batıyla yapılan anlaşmalara, yaşanan ihanetlere ve Baasçıların sorumlu tutulduğu birtakım suçlardaBatının suç ortaklığına vâkıf eski bir dışişleri bakanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı olarak konuşmasını engellemek için, bu sefer hiç gerekçesiz hapse atıldığını söylüyor…
Tarık Aziz için kilisesinin yaptığı cenaze merasimini ve bu merasime katılan aile fertlerini El-Cezire televizyon kanalında izlediğini, bir kısmı Ürdün’ün başşehri Amman’da yaşayan aile fertlerinden acaba o merasimde hiç tanıdığı insan var mı diye baktığını, ama hiç kimseyi çıkaramadığını, zaten sözkonusu aile fertlerininbir kısmını da neredeyse 40 yılönce gördüğünü, bu bakımdan çoğunun şimdi ölmüş olması gerektiğini, hattâ Tarık Aziz’in aile fertlerinden bir kadının o dönem kendisinden aile ferdi bir hıristiyan kadınla evlenmesini istediğini, çünkü kendisini hıristiyan sandığını, oysa kendisinin hıristiyan olmadığını ve vaftiz bile edilmediğini, işte Tarık Aziz’le ilk tanışmasının da o zamanlara, yâni 1978’e rastladığını belirtiyor…
Bu insanın şimdi bir cezaevinde ölmesinin, -bünyesindeki herkes Amerikan ajanı hain olmasa ve içlerinde iyiler olsa bile- Bağdad’daki rejimin suçlu bir rejim oluşunun ve iktidarını yalnızca yabancı emperyalist güçlere, bu bakımdan öncelikle ABD’ye borçlu oluşunun bir delili olduğunu vurguluyor…
1968’de Irak’ın sadece yüzde 17’sinin Sünnî Arabve yaklaşık yüzde 65’inin ise Şiî Arabolduğunun unutulmaması gerektiğini söyleyen Carlos, 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı’nda ve 2000’lerdeki Amerikan işgalinde tahrib edilmiş bir ülkenin çocuklarının, en başta da Sünnî Arabların, sadece Amerikalılara değil, tüm NATO ülkelerine, yabancı işgalcilere, tarihin en büyük askerî güçlerine karşı direnip kendilerini fedâ ederekonları mağlub ettiğini hatırlatıyor…
Bu zaferde sadece Sünnîlerin değil, İran devrimine taraftar olsalar da İran ajanı olmayan ve ideolojik farklılıklarından dolayı Saddam’a muhalif olagelmiş Şiî milislerin de payı olduğunu, bu insanların da ABD ve NATO işgaline karşı savaştıklarını ekliyor…
Şu ânki durumu değerlendiren Carlos, bugün Sünnîlerin mezhebî temelde politik bir koalisyon oluşturup bir araya geldiklerini, bu ittifaktan sonra başta ABD olmak üzere yabancı işgaline karşı savaştıklarını, peşinden IŞİD olarak bilinen bir devlet kurduklarını, devlet gibi davrandıklarını ve bu yeni devletin Irak’ın yarısına hükmettiğini, ne var ki bu devlete sızıldığını ve hem Körfez hem de Suudî Arabistan’dansızanVahhabîler tarafından bu yeni Sünnî İslâmî rejimin bazı liderlerinin peyderpey öldürüldüğünü, ancak buna rağmen, bu insanların direnmeye, saldırı düzenlemeye ve Musul gibi bir vilâyeti bir yıldır ellerinde tutmaya devam ettiklerini söylüyor…
Bu süreçte İran’ın müdahalesini anlayabildiğini, çünkü Saddam’ın İran’a saldırı ve işgali sonucunda bir milyondan fazla İranlının öldüğünü ve Irak’la olan bu tarihî problemler sebebiyle şimdi Irak’a yeniden Saddamcı Baasçıların hâkim olmasını istemediklerini ve Irak’a müdahale ederek IŞİD’iTikrit’ten öteye sürdüklerini belirtiyor…
Her ne olursa olsun, bugün Irak’ta yaşananların, Bağdad’daki rejimin bir hiç olduğunu gösterdiğini söyleyen Carlos, diğer yandan, Sünnîsiyle, Şiîsiyle, Hıristiyanıyla cesur insanlar ve savaşçılar olan Iraklıların, mezhebî temelde de olsa arkalarına halkın çoğunluğunu almış olarak, aktif veya pasif olarak savaşa dahil olan tüm dünya güçlerine karşı, hem de hava kuvvetleri olmaksızın verdikleri bir savaşı bugün başarıyla sürdürdüklerini, daha âdil bir rejime inanan bu halka karşı sözkonusu güçlerin direnemediğini vurguluyor…
Güya Birleşmiş Milletler’de tanınan Bağdad’daki ajan rejimin ise, Tarık Aziz gibi insanları öldüğü güne kadar zındanda tutmaya devam ettiğini, bunun bir savaş suçu olduğunu, bu hainlerin hem rejim için hem de Irak’taki herhangi biri için tehlike arzetmeyen böylesine hasta bir insanı ailesiyle bile görüştürmeden hapistekötü şartlarda tutmanın bedelini ödemesi gerektiğini, zaten ödeyeceklerini, üstelik bunun bedelini ödeyeceklerini kendilerinin de bildiğini, çünkü “korku”nun bizim tarafımızda yâni yıllardır gece gündüz bombalanan ve dünyadaki emperyalist güçlerce kendilerine saldırılanların tarafında olmadığını, aynı şekilde, sadece mütevazı silâhlarla savaşmalarına rağmen en önemli silâhları cesaretleri ve Allaha imânları olanların tarafında olmadığını, “korku”nunonların tarafında olduğunu söylüyor ve tekbir getirerek konuşmasını sonlandırıyor…
Carlos’un konuşması bittikten sonra, Carlos’un avukatlarından Ahmed Arslan’ın da yanında olduğunu ve Adana’dan İstanbul’a ziyarete geldiğini söyleyen Av. Yılmaz, Av. AhmedArslan’ın Carlos’un Paris Üniversitesi’ne verdiği “Psikolojik Savaş” başlıklı makalesini Türkçeye tercüme edeceği –veya ettireceği- bilgisini veriyor Carlos’a. Carlos da buna çok memnun olup, Av. Arslan’ı sevdiğini ve kendisine devrimci selâmlarını gönderdiğini ifâde ediyor. Peşinden, o makalenin tarihî bir önemi haiz olduğunu ve orada kendisinin söylediklerinin eski bir CIA direktörü tarafından daha sonra Time dergisinde aynen tekrarlandığını hatırlatıyor…
Ardından, Kumandan Mirzabeyoğlu ile ilgili olarak bir lâtife yapan Carlos, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun yeni kabinede “bakan” olarak görev yapıp yapmayacağını soruyorAv. Yılmaz’a ve gülüyor. Daha sonra, Kürtlerin mecliste kazandıkları temsil başarısını olumlu bulduğunu ve Kürtlerin tanınması gereken hakları bulunduğunu ifâde ediyor. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun da iyi bir müslüman, hakiki bir müslüman, iyi bir Türk vatandaşı olmakla beraber, -bir koldan da- Kürt kökenli olduğunu, bunun unutulmaması gerektiğini, Kürtlerin de halk olarak tanınması gerektiğini, zaten Arablardan ve Türklerden önce o bölgede Kürtlerin mukim olduğunu, bunun bir hakikat olduğunu söylüyor; tüm avukatlarına ve Türkiye’deki gönüldaşlarına iyi dileklerini arzederek görüşmesini bitiriyor…)
Baran Dergisi 442. Sayı