“Kavramlar”ın sihirli marifetini anladığından beridir Batılı adam bütün hırsını, hıncını “kavramlar”a verdi; kavram üretenin, buna sahip olanın her şeye sahip olduğu fikrini müesseseleştirmesiyle birlikte tüm (ilüzyon)larını sahnelemeye koyuldu. Batı adamının öne sürdüğü yahut fayda devşirerek kullandığı enstrümanları, bütün o ürettiği oyuncakları ciddiye aldığımız ve hayatımızın “olmazsa olmaz”ları hâline getirdiğimiz günden bu yana ise, yine Batı adamının bütün bunları nasıl başarabildiğine maalesef “aval aval” bakakaldık.
Batı kültür hayatının bizim gibi toplumlara ulaşması, bizdeki boşluktan nemalanan sahte aydınların tesiriyle, Batı’dan ilk etkilenen ve başı dönenlerle, onlar gibi düşünenlerle olmuştur.
Her şube için geçerli olan söylediklerimiz bilhassa “tarih” ve “tarih şuuru”muz için de geçerlidir. Kendi tarihimizi Batılı aydınların kavramlarıyla ele aldığımız ve meselelerimizi bu kavramlarla yorumlamaya başladığımızda, herhâlde Batı taklitçisi küçük aydınlarımız bile içine düştükleri girdabın farkında değillerdi; bugün gelinen noktada, Amerikalılar için “keşif” olan Amerika’nın keşfi’ni bizim için de tarihî olarak “keşif” addediyor oluşumuzun fecaati karşısında dili tutulan kaç kişi kalmıştır acaba?
John Dewey’in sistematiğini çizdiği ve hâlen kullanmakta mahzur görmediğimiz eğitim kurumlarının bir nevi seri üretimi sayesinde, bugün “tarih” denildiğinde bir TV dizisindeki Türk asıllı Alman mankenin hatırlara geliyor oluşu, Batı adamının kavram üretip bunları başta kendi toplumları olmak üzere başka toplumlara enjekte edebilmesindeki maharetini gösteriyor.
Üretilen, yani yorumlanan her bir kavramın John Dewey stiliyle beraber enjekte edilmesi, tahrif edilmiş bir tarih şuuru doğurdu evvelâ; sonrasında ise, aslı kalmayanın yerine “üretilenin” inşâı aşamasına geçildi. Bir yanda NSA’nın “evimizdeki holü bile” gören “tanrı-vâri” gözleri, AmonRa’nın o “korkutucu” bakışları, diğer yanda tarih şuurunu kaybetmiş, algılama yeteneği hayvânî vasıfların da altına itilmiş kalabalıklar… Ve daha öte yanda ise, tüm bu kalabalıkların içinde bir türlü kaybolmayan sonsuzluk iştiyakının hasret duyduğu “kahraman” ihtiyacı… İçtiğimiz suyun oluşabilmesi için gerekli moleküllerin nasıl bir araya gelmesi lazım geliyorsa, biraz evvel saydığımız üç unsur birleştiği andan itibaren, Ansiklopedilerle yapılan büyük sessiz tahrifat yerini sinemaya, yine kavramların üretildiği, fakat bir “Lanternamagica -Büyülü fener” gibi gözümüzü bakmaktan alamadığımız bir sahaya itildik. Tarihinde, hiçbir milletin tarihinde (neredeyse) olmayacak kadar kahramanlıklarla örülü olan bizler, Örümcek Adam’ın efsanevî dönüşümü, Süpermen’in Kripton’dan gelişi ve Barbie bebeklerle tanıştık. Mesele, bu saydıklarımızın tamamen “kusurlu” olmasıyla değil, kendi tarih şuurumuzdan kopmuş bir vaziyette bunları sahiplenmemizle alâkalıydı... Böyle olunca da Kennedy’nin ölümüne en çok biz üzüldük; İkinci Dünya Savaşı’na katılmamakla beraber, “İkinci Dünya Savaşı” denildiğinde nedense gözyaşları içinde, öldürülenlerin anısına sergi açılışları yaptık! (Şimdi tam bu esnada, bahsettiğimiz bir vaziyette “ölen insanlara üzülmek kötü mü” diye düşünenler olacaktır maalesef; oysa tarihî aralığı çok yakın olan Dersim Katliamı ve İstiklâl Mahkemeleri için bir sergi açılmadı, etrafında, gâvurların ölülerine tantana koparıldığı kadar gürültü çıkarılmadı!) Saçlarını John Travolta gibi kestirmenin ve Amerikalı (idol)lerin kıyafetlerini rahatlıkla giyebilmenin devri açıldığında ise Batılı adam hükmü yapıştırdı: “Artık Türkiye’de darbe yapmaya gerek kalmadı; istediğimiz politikacı tipi yetişmiştir.”
Yetişen, sadece istedikleri gibi düşünen politikacı tipi değil, Batılı gibi düşünen, oturan, kalkan, onunla aynı hissiyatı paylaşan toplumlardı. MalcolmX’in “ev zencisi” diye nitelediği bir toplum olduk ve bugün de böyleyiz ne yazık ki… Malcolm X “ev zencisi”ni tarif ederken bariz özelliği olarak şunu söylemişti: “Beyaz adamın evi yandığında tarla zencisi ‘beyaz adamın evi yanıyor, hadi kaçalım ve kölelikten kurtulalım’ der; ‘ev zencisi’ ise aynı hâdise karşısında şöyle der: ‘Evimiz yanıyor, hadi söndürelim’.”
Bütün tarihimizi -Peygamberler tarihini- söküp “yontma taş devri” ile yontuverdiklerinde geriye kalan Kurban ve Ramazan bayramı oldu. Birinin “katliam”, diğerinin de “şeker bayramı” kavramlarıyla içini boşaltırlarken “Hayır!” diye isyan ettik; Batılı adam ve Batılı adamın sadık kölesi sahte aydın ise “tamam, tamam öyle kalsın” dedi; zafer ilân ettik ve zaferimizi 1 Ocak’larda dansözlerle kutlayıverdik… Çünkü, nerede ve nasıl, hangi dille karşı çıkacağımızı unutmuştuk…
Allah Resûlü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in “Veda Hutbesi”nde miladî 8 Mart’ta söylediği; “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır” buyurmalarını iyi bilen Batı adamı, bize “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü sattığında “hadi oradan, defol, sen de kim oluyorsun!” diyemeyecek kadar kendimizi unutmuştuk…
Tarihimizde ne kadar kahraman varsa “kusurlu” ve ne kadar “cüce” varsa “kahraman” görmeye başladığımızdan beridir hayatlarımızdaki tüm mânâları tabiî olarak yitirmeye başladık. İnsanın, her şeyi hafıza ve hayalindeki kavramlar yoluyla tanıyor ve onları bu yolla ifade ediyor oluşunun cazibesini, kuvvetini anlamanın bugün artık vakti geldi… Prof. Dr. Kadir Canatan TRT Diyanet kanalında yayımlanan “Sabit ve Değişken” isimli programda “diaspora” kelimesinden mülhem olarak “günümüz Türk aydınının kavram üretmekte zorlandığını” söyledi geçtiğimiz haftalarda. Kadir Canatan Hoca’nın bu tenkidinden yola çıkarak söylersek, bizce kavram üretilememesinin sebebi, ikisi de birbirine bağlı tek bir sebepte: Birincisi, hâlihazırdaki dünyayı algılayış biçimimizi tutarlı bir şekilde izâh edemiyor oluşumuz; ikincisi ise “yeni bir dünya görüşü”nün gerekliliği. Tabiî, bu esnada Salih Mirzabeyoğlu’nun teklif ettiği “Büyük Doğu-İBDA fikir sistemi”ni söylediklerimiz dışında tutuyoruz; çünkü biz zaten, tenkidlerimizi bu dünya görüşü veçhesinden bakarak dile getirmeye çalışıyoruz.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun sıklıkla altını çizdiği hususlardan birisi olarak; “her dünya görüşü yeni bir dildir”. Her yeni dil ise kendine ait kavramlarla insan ve toplum meselelerine sarkar, tenkitlerini, çözüm tekliflerini bunlar üzerinden gerçekleştirir. Bu açıdan baktığımızda, memleketimiz ilim, fikir ve sanat hayatındaki kargaşanın en ciddi şekilde hissedildiği sahalardan birisi de “Tarih” mevzuudur. Bu husustaki en ciddî, tutarlı ve bütün tenkidi ise, kimi tarihçilerin sahaları elinden gidecek kaygısıyla “o tarihçi değil!” diye her fırsatta “dil uzattıkları” Necib Fazıl yapmıştır.
Tarih ile alakalı yazacağı esere başlarken “ilim, fikir ve sanat adamıyım, tarihçi değilim” diye şerh düşen Necib Fazıl’ı tarihçi olarak görmemeyi bir meziyet-kendi sahalarının emniyet sübabı gören bazı tarihçilerin (ki bunların tüm marifeti, Necib Fazıl’ın bulup ortaya çıkardığı tarihî hakikatleri kendi malları gibi parça-pinçik olarak -bir de esen rüzgâra göre- satmalarıdır) “tarihî” addedilebileceğimiz trajik durumları, tarihimizin sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı-aktarılacağı konusunda bizleri endişeye sevk etmektedir.
İster yakın tarih olsun ve isterse “Peygamberler Tarihi” ne kadar uzanan bir genişliği-derinliği içinde ele alınsın, bu mecrânın günümüzdeki en büyük handikaplarından birisi de, “tarih” ile “tahrif”in ifade ediş benzerliğindeki ses uyumuna eş bir istikrar içerisinde bizlere aktarılmış olmasıdır…
İsmi Mehmed Emin olan ve boyunun kısalığından ötürü kendisine “tersinden ifade için” “Âli-yüksek” mânâsına “Âli Paşa” denilen “sahte kahramanlar”ın hikâyesiyle, bizim tarihimizi tahrif edilmiş bir biçimde algılayışımızın hikâyesi aynıdır aslında... Nitekim tarihimizde, ilk defa bu tarihî hakikatleri devrindeki diktatörlüğü aratan iktidara mukabil ortaya çıkaran, yazan ve bunu çıkardığı dergilerde tefrika eden Necib Fazıl’dır. Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri hakkında, hem de daha 40’lı yıllarda tefrikasına başladığı eser “resmî tarih”in bütün tahrifatçılığına atılmış en büyük ve sert tokatlardan birisidir; tıpkı, yasaklanan “Vatan Haini Değil Vatan Dostu Vahidüddin” isimli eseri gibi… Necib Fazıl, muhtevalarını bir kenara bırakalım, kitaplarının sadece ismiyle bile “resmî tarih” safsatalarını darma duman ederek Abdülhamid Han Hazretleri hakkında çıkarılan “Kızıl Sultan” iftirasını “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” diyerek yırtar atar…
Necib Fazıl, bir şiirinde; “bülbüllere emir var lisan öğren vakvaktan / bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan” diyerek özetlediği “resmî tarih”in yalanlarını, yeni bir dünya görüşü içerisinde ele alır ve anlatılan, öğretilen, dayatılan tarihin ancak bir yaz-boz tahtasından ibaret olduğunu işaretler.
Yazımızın mevzuuna gelirsek; buraya kadar saydığımız tüm bu karmaşa içerisinde kalan ve bugün gündem olan bir mesele de “Ermeni Meselesi”dir. Bu meselenin kıymet hükmünü, elbette ki, tarihçiliğin çok üzerinde bir mevkî olan “tarih hakîmliği” koltuğuna oturmuş Necib Fazıl’dan işaretleyeceğiz öncelikle. Ardından bu mesele etrafında ABD’nin ve İngiltere başta olmak üzere birçok Avrupalı devletin hakkında sayısız tezvirat yaydığı yüzlerce kahramanımızdan biri olan Hacı Musa Bey’den bahsedeceğiz.
Necib Fazıl’dan “Ermeni Meselesi”nin Kıymet Hükmü
“O, kendisine bir şey yapılmış olmasa da, yaptığını yapacaktı. Gidişi, tutumu, edası ve üslûbu buydu. Ermeni Bâbıâli’deki nazırları, sarrafları, tüccarları ve türlü iş ve teşebbüs adamlarıyle nüfuz ve refahının en tatlı demlerini yaşarken bile, başına veya kıçına kancayı geçirmiş olan öz komitesi yüzünden kendisini Firavun’un ehramlarına taş taşıyıcı esirleri tarzında, ırzı, malı, canı ve her şeyi yönünden Türkün zulüm pençesinde kıvranıyor sanmaktaydı. Bu bakımdan, büyük niyeti ve onu iyice belirten bazı teşebbüsleriyle evvelden mahkûmdu; fakat bu mânevi bir mahkûmiyet olmalı ve tedbir plânında ona göre bir tecelliye çatmalıydı. Ne çare ki, en büyük zulüm teşebbüsü, kendisininkinden evvel, Türk’e musallat komiteden geldi ve Ermeni’nin esasen hazır ve saklı iş plânı, “Kısasa Kısas” şeklinde, zahirde doğru, bâtında yalan bir istismarcılıkla, kendisine sahte bir özür bulmanın kolaylığına erdi.
- Bana ettiğini ben de ona ettim!
Sözünü nasıl söyleyebilir ki, Ermeni; ona edileni Türk milleti yapmadı, “İttihat ve Terakki” yaptı; oysa ettiğini Türk milletine etti.
Evvelce de belirttiğimiz gibi, (Taşnaksiyon)la kan kardeşi olan “İttihat ve Terakki”yi bir tarafa ayıracak olursak, her iki millet de mazlumdur; fakat zalimlik sırasında nasıl birinci “İttihat ve Terakki” ise, mazlumlukta da aynı sıfat Türk milletine aittir. Ermeni yalnız “İttihat ve Terakki”nin, biraz da kendi komitesinin mazlumuyken, Türk, üçünün birden mazlumu…
Yani:
Ermeni’ye edileni, Türk milleti yapmıyor, kendi hususî kadrosuyla İttihat ve Terakki yapıyor.
Karşılığını, “İttihat ve Terakki” değil, Türk milleti çekiyor.
Bunu da sadece (Taşnaksiyon) değil, ona uyan Ermeni milleti yapıyor.
Gerçek mâna bilânçosu bundan ibarettir ve bu vaziyetten Ermeniye zulüm bahsinde “İttihat ve Terakki” hesabına küçük bir özür payı bulunmak şöyle dursun, (Taşnaksiyon)a kadar olanca sorumluluk ve biricik suç (İttihat ve Terakki) üzerindedir.”(1)
Hacı Musa Bey Kimdir?
Hacı Musa Bey, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dedesi İzzet Bey’in babasıdır. Tam bu esnada Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü” isimli eserinden Hacı Musa Bey ile alâkalı olan bölümleri aktaralım:
“…Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey, onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu... Büyük sahabî, «Seyf-ül İslâm-İslâmın kılıcı» lâkablı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir şecere... Oradan gelen bir kolun yataklandığı yerdir Muş!.. …”(2)
“…Baba soyum, «Allah’ın çekilmiş kılıcı» diye anılan, büyük sahabi Halid bin Velid Hazretlerine dayanır... Mûsâ deyince... Efsanevî bir yiğitlik şahsiyeti olan, dedem İzzet Bey’in babası ve Mirza Bey’in oğlu Mûsâ Bey... «Bey», şimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle değil... Onlar, mirler!..
Mûsâ Bey, Mustafa Kemâl’in Üstadım’ın bahsettiği hatıratında ve Nutuk’ta bahsi geçen, pek sevmediği biridir... Nutuk’ta, bir nevi gıyabında ukdesini konuşturur.
Hiç kimsenin kanun himâyesinde olamayacağı zamanda, gerçek tarih konuşur ve Mûsâ Bey gibi, oğlu İzzet Bey’in efsanevî şahsiyeti de görünür!..
Mûsâ Bey, Abdülhamid Han Hazretlerinin takdir ve güvenine mazhar olmuş bir zât… …”(3)
İsmi Duyulmamış Bir Kahraman: Hacı Musa Bey
Öncelikle, Prof. Dr. Musa Şaşmaz’ın “Kürt Musa Bey Olayı” isimli eserinde geçen şu bilgileri paylaşalım:
“Musa Bey’in babası olan Mirza Bey, Muş Sancağının tanınmış aile ve beylerinden biriydi. Mirza Bey, Mutki ve Ahlat gibi bazı kazaların kaymakamlığını yapmış ve gösterdiği başarı sebebiyle Osmanlı yönetimi tarafından takdir edilmişti. Hatta o, Bitlis civarını tehdit eden eşkıya topluluğunu Bulanık’tan uzaklaştırmakla memur edilmiş ve çok kısa sürede bu eşkıyaları perişan etmiş, ancak 1885’teki bir çatışma esnasında aldığı yaradan dolayı vefat etmiştir. Mirza Bey’in hanımlarından biri, 1889’da İstanbul Pera’da Mutasarrıflık yapan Bahri Paşa’nın kardeşiydi. Bitlis Vilayeti İcra Memuru da, Mirza Bey’in yeğeniydi.
Musa Bey, yaklaşık olarak 1854-55 yılında Muş şehri yakınında Hoyt Kazası’na bağlı Cinyar adlı bir köyde doğdu. O, Hoyt Kazası’nın beş-altı büyük köyüne sahip ve istediği zaman etki alanını Bitlis ve Muş arasındaki Muş ovasında da sürdürebilmekteydi. Asayişin muhafazası ve işlerin idaresinde gösterdiği yetenek ve başarı yüzünden Salih Paşa’nın takdirini kazanmış ve onun Muş Mutasarrıflığı zamanında ahalinin istek ve ricasıyla bazı nahiyelerin müdürlüklerinde görevlendirilmiştir. Görevini başarıyla yapmasından dolayı, bilhassa Muş Ermenileri kendisinden hoşnut kalmışlardır.” (4)
Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından ajan ablukasına alınması, Osmanlı-Rus Harbi’nin (1877-78) neticelerinden birisidir; Ermeni Meselesi’nin köpürmeye başladığı tarih de bu zamanlara denk gelir. Kezâ, hem İngiliz ve hem de Rusların katkılarıyla 1880 tarihi itibariyle Ermeniler Osmanlı’ya karşı teşkilatlanmaya başlamış ve içten içe mevzu devletlerin hazırladığı tezgâha ısındırılmışlardır...
Musa Bey’in ismi ilk defa 1883 yılında İngiliz belgelerinde geçer. Bitlis’te iki Amerikan Misyonerine yapılan saldırı vesilesiyle Musa Bey’in ismi öne çıkarılır; misyonerler Musa Bey’in yaşadığı köye gelip oradaki bir Hıristiyan aileye misafir olurlar ve Musa Bey misafir oldukları evde Dr.Reynolds ve Knapp’ı ziyaret eder ama Musa Bey “soğuk bir kabul görür”... Tarih 21 Mayıs 1883… Ertesi gün köyden ayrılan misyonerler dört Kürt genci tarafından saldırıya uğrayıp, eşyaları çalınarak darp edilirler… Hâdiseyi haber alan Bitlis Valisi, Musa Bey’in babası Mirza Bey’e hâdiseyi haber vermiş ve “suçluların yakalanması için zaptiyeler göndertmiştir” Ardından gerçek suçlular olan dört Kürt genci tutuklanmış ve yanlarında bulunan torbalardan misyonerlere ait eşyalar da çıkmıştır… Esasında, hani “vak’ayı adiye- adi vak’a” dediğimiz ve dış yüzünden, iç yüzünden ve neresinden bakılırsa bakılsın neticesinin ne olacağı kestirilebilecek bu hâdisenin seyri, Van’daki İngiliz Konsolos C.A. Eyres tarafından 16 Ağustos 1883’te Erzurum’daki diğer bir konsolosa (Everett) gönderdiği rapor-mektupla değişiverir. Eyres’e göre saldırganlardan birisi Musa Bey’dir… İşin tuhaf yanı şudur ki, Reynolds ile Musa Bey yüzleştirilmiş ve Reynolds Musa Bey’in saldırganlar arasında olmadığını söylemiştir. Musa Şaşmaz’ın deyimiyle; “bir İngiliz Sömürge Valisi gibi” davranan Eyres, hâdisenin hiçbir tarafında olmamasına ve hatta Musa Bey’i hiç görmemiş bulunmasına mukabil hâdisenin failinin Musa Bey olduğu hususunda ısrar etmiş ve böylece Musa Bey’i yıpratma kampanyasının yolunu açmıştır. Sonrasında İstanbul’daki Amerikan Elçiliği’nden yardım istenmiş, İngiliz Büyükelçisi Wyndham durumu Amerikan Elçisi General Wallace’e bildirmiştir… Bu hâdisenin bu kadar köpürtülüp ve hem de hiçbir dahli olmamasına karşın Musa Bey’in mevzuya dâhil edilmesinin asıl sebebi, Musa Bey ve Mirza Bey üzerinde baskı kurarak bölgedeki nüfuzlarının azaltılması, böylelikle Hıristiyan Ermenilerin bölgedeki Müslümanlara karşı teşkilatlanarak huzursuzluğun had safhaya çıkarılmasıdır. Nitekim İngiltere’nin Van ve Erzurum konsoloslarının teşvikiyle Amerikan Hükümeti yetkilileri, Osmanlı Hükümeti nezdinde 1883 Haziranından 1885 yılının sonuna kadar bu mesele ile yakinen ilgilenmiş ve Musa Bey’in tutuklanmasını talep etmiştir. Saldırıya katıldığı tespit olunamayan bir şahsı tutuklamayan Osmanlı Hükümeti’nden istediğini alamayan Amerikalılar, bu seferde, saldırıya uğrayanların maddî kayıpları için toplamda 3500 sterlin tazminat talep etmişlerdir.
İngiltere Van Konsolosu C.A. Eyres’in ve Erzurum Konsolosu Everett ile birlikte Musa Bey’in bölgedeki nüfuzunun kırılması için tetiklediği hâdise neticesinde iş devletlerarası bir krize dönüşmüş, diplomatik görüşmelerin sonunda, yani 1885’te “Arif Paşa ile Musa Bey’in babası Mirza Bey, Mutki kaymakamlığı görevlerinden azledilmişlerdir… Bunun yanı sıra, Musa Bey zan altında bırakılmak suretiyle İngiliz ve Amerikan hükümetleri bu mesele vesilesiyle “Babıâliyi sıkıştırmak için adeta bir ittifak oluşturmuşlardır.”
Bu esnada, yavaş yavaş teşkilatlanmaya başlayan Ermeni komiteleri ise propaganda yolu ile Musa Bey hakkında kendilerine zulmettiğine dâir şayialar çıkartarak bölgeyi kaynatma yolunu tutmuşlardır. Osmanlı Hükümeti ise bunun önüne geçmek için “Musa Bey’in ailesiyle beraber ilk önce Muş’ta ve daha sonra ise Bitlis’te ikamet eylemesini ve nezaret altında bulundurulmasını emretmiştir”…
1883’ten 1885’e kadar Amerika ve Osmanlı arasındaki bu mesele hakkında onlarca mektup ve belge karşılıklı yollanmış, görüşmeler aralıksız devam etmiş ve hatta 24 Ocak 1884’te Amerika sert bir nota vermiş, zamanın dışişleri bakanı Arifî Paşa’da aynı sertlikle mukabelede bulunmuştur…
Musa Bey’in tutuklanması için azamî gayret sarf edilmiş, fakat İngiliz ve Amerikalılar ne kadar uğraşmışlarsa da bu hususta muvaffak olamamışlardır. Hatta diplomatik ilişkilerin gerilmesine yol açan bu hâdise neticesinde Amerikan hükümeti sonunda istediği tazminattan da vazgeçmek zorunda kalmıştır…
Her ne kadar arzuladıklarına tam anlamıyla ulaşamasalar da şöyle bir neticeye varmışlardır ki Musa Şaşmaz’ın tesbitidir: “1880’li yıllarda Ermeni halkından bazıları çeşitli örgütler kurmak suretiyle teşkilatlanmaya başlamışlardı. Bu örgütlenmenin ilk adımı da Musa Bey meselesinin Avrupa gündemine sokulmasıdır.”
Şimdi tam bu esnada enteresan bir tarih aralığına dikkat çekmek istiyoruz. Bahsettiğimiz İngiliz ve Amerikan komplosunun tarihi 1883-1885 yılları arasındadır. Çok enteresan bir şekilde 1889 yılına kadar, yani dört sene zarfınca bu hâdise hakkında yaprak kımıldamamış, Amerikan hükümeti bu dört sene zarfınca İngilizler gibi suskun kalmışlardır… İngiliz belgelerinde ise bu mesele 1883 yılının ortalarında kapanmış ve Musa Bey hakkında 1889’a kadar tek belge tutulmamıştır… Bu suskun dört senenin ardından, Nisan 1889’da İngiliz “The Times” gazetesinde bir Ermeni kızın babasının gözleri önünde diri diri yakıldığı haberi çıkmıştır. Aynı gazetede yayımlanan bir başka yazıda ise Kürtlerin Ermenileri katletmeye başladığı söylenmekteydi. 6 Mayıs 1889’da ise “The Daily News”de, Van’da birçok Ermeni’nin tutuklandığı ve “Kürt Musa Bey’in bir köyde katliam yaptığı ve bir çocuğun üzerine gaz dökerek yaktığı” haberi çıkar… 14 Mayıs 1889’da ise “The Echo” gazetesinde yine Kürtlerin Ermenileri katlettiği, güzel kadınları ayırıp tecavüz ettiği haberi çıkar… Bu kara propagandalar neticesini verir ve İngiliz Parlamentosu “Ermeni bir kızın bir Kürt tarafından kaynatılarak öldürüldüğü şayiasıyla” çalkalanır. İngiliz Dışişleri bakanı ve Başbakan Salisbury “doğrulanmayan hâdiselerle Osmanlı Hükümeti’nin itham edilemeyeceğini” söyler ama bu seferde İngiliz gazeteleri tarafından eleştirilir. 14 Mayıs tarihli “The Daily Chronicle” Musa Bey’in adını anarak Kürtlerin katliam yaptığını haberleştirir. İlginç olan bir husus da şudur ki, 15 Mayıs günü “Ajans Reuters” mevzu haberlerin yalan olduğunu, “gazetelerin yaptıkları haberlerin kaynakları hakkında büyük şüpheler olması sebebiyle inanılmamasını tavsiye etmiştir”…
Peki, 4 senedir yaprak bile kımıldamazken birden İngiliz gazeteleri başta olmak üzere Avrupa gazetelerinin bir anda böyle haberler yapmasının sebebi hikmeti nedir?
İşin aslı şu ki,1888 yılının sonunda Ermeni Bogos Natanyan isimli bir rahip Musa Bey tarafından ahâliyi kışkırtmak suçlamasıyla yakalanmış ve üzerinde bulduğu zararlı evraklarla beraber bu şahsı (görevi icabı) Muş Mutasarrıflığı’na teslim etmiştir. Natanyan’ın Ermenileri Osmanlı’ya karşı kışkırtmak için yazılar yazdığı tespit edilmesinin ardından ömür boyu hapse mahkûm edilir… Bunun yanında İngilizlerin teşvikiyle bazı Ermenilerin bölgede otoriteyi temsil eden Musa Bey’e karşı karalama ve şikâyet kampanyaları başlatmaları da cabasıydı. Bu durum aleyhte bir kampanya olarak belli ki yine İngilizler’in elinden çıkıyor, “teb’ayı sadıka” olarak bilinen Ermeniler’in bazıları ise bu oyuna tekraren geliyordu.
Başka bir durum da şu ki, İngiliz belgelerine bile geçen bir husus olarak Musa Bey Muş Mutasarrıflığına 800-1000 lira borç para verecek kadar (yani devlete borç veriyor) zengindi. Musa Şaşmaz, “Musa Bey’in Bitlis ve Muş Vilayeti “ekâbir taifesi” arasında mümtaz bir yere sahip” olduğunu söyler; açık artırma ile satılan Hoyt nahiyesinin öşrünü satın almış olması Ermenilerin hoşnutsuz olabileceği durumlardandı. Nitekim sonraları İstanbul’da kurulan mahkemede, cüz’i bir miktar parasının Musa Bey tarafından alındığını iddia eden birisinin ithamlarına karşın Musa Bey’in verdiği cevap, Ermeni olan bu şahsın kendisine yüklü miktarda borcu bulunduğu, bunu ödememek için böyle bir davaya bulaşmış olabileceği yönündedir
Londra’daki Ermeni Cemaati Derneği yoluyla İngiliz gazetelerinde çıkan şayiaların ardından bütün Avrupa’ya yayılan haberler, sanki gerçekmiş gibi tek elden idare edilerek ve bire bin katılarak Musa Bey aleyhinde bir kampanyaya dönüştürülmüştür. Bu mevzuyu o kadar abartmışlardır ki, bir Fransız yazarın ifadesine göre Alman İmparatoru bile insafa gelip “İngiliz Liberal basını, meşhur çeteci Musa Bey’in durumunu o kadar büyüttü ki, eğer bu adam bir Atanaş yahut Boyacıyan olsaydı elbette Londra’da böyle bir gürültü olmazdı” demiştir!
Çıkarılan patırtı Osmanlı üzerinde baskı vesilesi olmuş ve neticesinde Sultan II. Abdülhamid Han Hazretlerinin bizzat emriyle İstanbul’da Musa Bey’in mahkeme edilmesi kararlaştırılmıştır. Özellikle İngilizlerin bölgede kurulacak bir mahkeme ile Musa Bey’i tamamen zapt-ü rapt altına alma teşebbüslerini II. Abdülhamid Han İstanbul’da bütün yerli ve yabancı basın önünde muhakeme edilmesi kararı ile boşa çıkartmıştır.
İstanbul’da Avrupa basının gayet alaka gösterdiği bir ortamda kurulan mahkeme’nin ilk bölümünde İngiliz gazetelerini Musa Bey hakkında yönlendiren Londra’daki Ermeni Cemaati Derneği’nin ithamları incelenmiştir.
Davacılar Hacı Musa Bey hakkında on çeşit dava açmışlardır; mahkemesi, yapılan bütün ithamlar, yabancı gazeteciler, elçi ve konsoloslar önünde gerçekleşmiş ve Sultan II. Abdülhamid Han’ın istediği şekilde apaçık bir muhakeme gerçekleştirilmiştir.
Neticesinde birçok ithamın uydurma olduğu, bazı Ermenilerin yalancı şahitlik için para aldığı, yine bazı iddialara mukâbil Musa Bey’in o sıralar bahsedilen şehirlerde olmadığı; yine aynı şekilde bazı iddiaların Musa Bey’in maddî durumu ile çeliştiği, aynı hâdiseye aynı şâhitlerin ayrı tarihler verdiği, kimi şahitlerin hâdise esnasında birbirlerini görmediklerini söylemelerine rağmen mahkeme huzurunda aksi beyanda bulundukları, iki ayrı dava için şahit olanların kendi davlarıyla alakalı olarak net ifadeler verirken yine aynı köyde olduğu iddia edilen bir başka hâdiseyi duymadıklarını söylemeleri, bazı şahitlerin şahitlik ettikleri hâdise vukû bulurken olay mahalline sekiz saatlik mesafede olduklarının ortaya çıkması gibi durumlara rastlanmıştır. “Hacı Musa Bey aleyhine açılan sekiz davanın tamamından adı temize çıkarak beraat etmiştir.” Detaylı bilgi için Musa Şaşmaz’ın mahkeme tutanaklarını yayımladığı eserine göz atmakta fayda var…
Hacı Musa Bey beraat etmesine mukabil yine yabancı devletlerin Osmanlı’ya tazyikinden ötürü Sultan II. Abdülhamid Han tarafından Medine’ye gönderilmiş, uzunca bir süre orada kaldıktan sonra Şam’a yollanmıştır. Bitlis ve Muş’a ancak 1914’te geri dönebilmiştir.
Bu yazıda, sadece “özet” diyebileceğimiz kısmı vesilesiyle bile, Hacı Musa Bey hadisesi etrafında daha 1880’lerde Ermeni Meselesi’nin nasıl billurlaştığının ve “Ermeni Meselesi” denilen hâdisenin 1915’teki “tehcir”e nasıl sürüklendiğinin ipuçlarını vermeye gayret ettik. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalı devletlerin bu konudaki “tahrikçi” rolü ve gücü zayıflayan Osmanlı’yı içeriden parçalamak için Ermenileri nasıl kışkırttıkları gerek Osmanlı ve gerek İngiliz arşivlerinde mevcuttur. Osmanlı Hükümeti’nin bütün çabalarına mukabil hâdiselerin iki milletin birbirlerini kıymaya kadar uzanması ve bugün gelinen noktada yine Avrupalı devletlerin kendi meclislerinde “Ermeni Yasa Tasarısı” adı altında lobicilik yapıyor olmaları, bize Ermenilerin son 150 yıldır üzerlerine aldıkları “kullanışlı unsur” rolünü değiştirmeye pek niyetli olmadıklarını ihsas ediyor. Avrupalı devletlerin Osmanlı’ya yönelttikleri uluslararası baskı politikasını bu mevzu üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne de yapmak gayesinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dipnotlar:
1) Necib Fazıl Kısakürek, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Büyük Doğu Yay. Sh. 565, 566.
2) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, İBDA Yay. C: 1, s. 101
3) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, İBDA Yay. C: 1, s. 506)
4) Musa Şaşmaz, Kürt Musa Bey Olayı, KİTABEVİ, s. 26)
Kaynaklar:
Bu yazıyı hazırlarken Hacı Musa Bey ile alakalı çeşitli kaynaklara bakmış olsam da, yazıdaki teferruatlı bilgilerin hepsinde Prof. Dr. Musa Şaşmaz’ın “Kürt Musa Bey Olayı” isimli kitabından faydalandım.
Baran Dergisi 431. Sayı