Suriye’de, 15 Mart 2011’de başlayan, Nisan 2011’de rejimin kendi milletine karşı silah kullanması dolayısıyla ülke geneline yayılan ve rejimin silah kullanmaktaki ısrarı neticesinde daha da harlanan iç savaş, bu ay beşinci senesine girdi.
Değişimi elinde tutanların daha fazla inisiyatif alması ve meseleye küçük hesaplar penceresinden bakmayı bırakıp yaşanan acıları artık nihayete erdirmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu vazife de tabiî olarak başta Ehl-i Sünnet çizgisinde savaşan Suriyeli muhaliflere ve bir yerde bu işin başlamasına vesile olan Türkiye’ye düşüyor…
İlk olarak Suriye’deki çatışma ortamının sürekli hâle dönüşmesine hizmet eden ve bu ortamın sürmesi için de elinden geleni ardına koymayan Batı ile başlayalım.
 
Batı’nın Suriye’ye Bakışı
Peşinen mühim gördüğümüz bir tesbit ile başlayalım; Suriye baştan sona altüst olsa ve üzerinde yaşayan insanlardan tutunda da hayvanlara kadar tüm canlılar son derece dehşetli ızdırablar içinde can çekişerek ölse, Batılıların zerre kadar umurunda olmayacaktır.
Vicdan müessesesi yıkılmış -belki de hiç olmamış-, Sanayi Devrimi ve liberalizmle beraber tüm insanî hassasiyetlerini yitirerek, şeytana yaklaştığı nisbette tanrılaştığı vehmine kapılan, bu nev’i tanrılaşmaya yaklaştığı nisbette de, insanlıktan iyiden iyiye uzaklaşan ve âdeta tüm insanî melekelerini yitirerek makineleşen bir Batı insanı tipiyle karşı karşıyayız. Bugün başta İslâm Âlemi olmak üzere, dünya sathında yaygın bir şekilde müşahede etmiş olduğumuz felâket manzarası da, Batılı ve Batıcıların eseri olarak karşımızda duruyor.
Suriye özeline dönecek olursak; ülke içindeki iç savaş ve bu savaşın uzun bir müddet daha devam edecek oluşu, Batı’nın tam da istediği Suriye manzarasını doğurmaktadır. İran’ın, İsrail ve Amerika ile Ehl-i Sünnet’e karşı bir cebhede buluşuyor olmaları dolayısıyla Esad rejimi öteden beri İsrail için tehdit unsuru olarak görülmüyordu. Dolayısıyla bu çatışmada Esad’ın yerinde kalması yahut gitmesi Batı için çok da önemli değil. Menfaatler Batının lehine olduktan sonra; sivillere karşı kimyevî silâh kullanılıyormuş, varil bombası atılıyormuş, vakum bombası atılıyormuş, açlık varmış, ırz güvenliği yokmuş, kimin umurunda?
Suriye’yi bir bakımdan Batı dünyasına yöneltilmiş bir ayna gibi görmek ve bu aynaya bakarak Batıyı bir kez daha, yeniden tanımak lâzım. Suriye aynasından Batı’ya baktıktan sonra, Suriye’deki iç savaşın Batı tarafından çözülmeyeceğini, bilâkis Batı’nın menfaatinin çözümsüzlükten yana olduğunu da görmek gerek.
 
Suriye’deki Muhalifler
Suriye’de bundan dört sene evvel başlayan iç savaşta, üzerlerine düşeni lâyıkıyla yerine getiren tek unsur herhâlde bid’at ehlinin envai çeşidine karşı canıyla ve malıyla cihad eden mücahidlerdir. Bir yandan Suriye’deki rejim ve sapkın milisleriyle, bir yandan İran kuvvetleriyle, bir yandan da Hizbullah’la savaşan bir grub Müslüman için ne söylenebilir ki? Bilhassa IŞİD’in Suriye’ye girmesinin akabinde destekçi ülkelerin de isimlerinin IŞİD ile yan yana anılmasından korkmasından dolayı iyice yalnızlaşan ve yalnızlaştığı nisbette de kendi özüne dönerek güçlenen mücahidler gerekeni, gerektiği şekilde yerine getiriyorlar.
Onlar için söylenebilecek tek şey, aralarındaki ayrılığı da bir ân evvel sona erdirip, tek millet olan küfre karşı tek safta buluşmaları olur.
Mücahidler üzerlerine düşeni layıkıyla yerine getirirlerken, üzerine düşeni yerine getirecek şartları hâlen hazırlayamamış olan ve seçim sathı mailinde dolanıp duran Türkiye ile devam edelim...
 
Türkiye
Türkiye, Suriye’de başlayan çatışmalara Batı’nın desteğiyle hızlı bir şekilde son verileceğine ve Suriye’de bir rejim değişikliğine gidileceğine inanıyordu; nasıl ki Arab Baharı’nın yaşandığı diğer ülkelerde Batılılar siyasî, askerî ve ekonomik bakımdan muhalifleri destekleyerek rejimlerin bir bir yıkılmasını sağladılarsa, bir benzerinin de Suriye’de gerçeklemesi ön görülüyor ve tüm hesablarını bunun üzerine kuruyordu.
Libya gibi kayda değer bir yeraltı kaynağı bulunmayan, İsrail’in güvenliği, Rusya’nın Akdeniz üssünün ev sahibliği ve İran’ın Akdeniz’e çıkış kapısı olmaktan başka bir değeri görülmeyen Suriye’ye karşı, Batılılar, İsrail’in güvenliğini teminat altına almak kaydıyla sessiz kalmayı tercih ettiler. Türkiye için de böylelikle evdeki hesab çarşıya uymadı.
Başlangıçta hesabını Batılıların müdahil olması üzerine kurgulayan Türkiye, Suriye rejimiyle aradaki ipleri peşinen atarken, rejim değişikliğinin gerçekleşmemesi, Esad’ın şiddeti her geçen gün arttırması ve IŞİD’in Suriye’deki İç Savaş’a dâhil olması dolayısıyla gerçekten sıkıntılı bir sürecin içine girmiş oldu.
Suriye’de hâlen mevkisini koruyan rejim ile olan irtibat kanalları kesildi. IŞİD dolayısıyla muhaliflere askerî destek sağlanmadı. Siyâsî bakımdan sağlanmak istenen destekse, Batılıların sağır vicdanlarında yankılanmaktan öte bir mânâ arz etmedi. 2 milyona yakın mülteci kabul edilmek durumunda kalındı.  Önemli ithalatçılardan biri olan Suriye ile savaş dolayısıyla ticaret de işlemez hâle geldi.
Suriye konusunda Türkiye’nin birçok hatası olduğu gibi doğruları da oldu. Şimdi bunları tek tek didiklemenin pratik mânâda bir faydası olduğunu zannetmiyoruz. Öyleyse bundan sonrasına bakalım.
İran’ın Suriye ve Irak’ta dilediği gibi at koşturabilmesini sağlayan en önemli unsur, Batılıları son derece rahatsız eden IŞİD’le savaşıyor oluşudur. Hattâ IŞİD ile savaşıyor oluşunun mükâfatı olarak üzerindeki ambargo bile kaldırıldı, bildiğiniz üzere. İran için avantaj olan bu durum, Türkiye için bir dezavantaj hâlini almaktadır. Türkiye’nin IŞİD’i destekleyen bir ülke olduğuna dâir herhâlde yüzlerce haber okumuşuzdur. Hattâ cemaat operasyonlarından biri de Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği algısının oluşturulması üzerineydi hatırlarsanız.
Bu unsurların hepsini bir araya topladığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz, Türkiye’nin evvelâ hızlı bir şekilde kendi içindeki ayrılıklara bir son vermesi son derece ehemmiyetlidir. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde, sürekli olarak Batılılara hizmet eden Batılılaşmış adamın artık Anadolu topraklarından kovulmasının vakti gelmiş, geçmektedir.
İçte birliğin sağlanmasından bahsettiğimize göre, hemen şu suale de yanıt vermek icab eder; “Hangi merkez etrafında birlik?” Bugün gördüğümüz birliklerin merkezinde, bir araya gelenlerin ortak menfaatleri görünüyorsa da, bu çeşit birliklerin uzun süreli olmadığı ve menfaat ekseni değişir değişmez yok olup gittikleri bilinmektedir. Bugün Türkiye’nin etrafında buluşabileceği tek ortak payda İslâm’dır. İslâm’ın milletimizi bir araya getirmesi ve bir ideal istikâmetine yek vücud hâlinde sevk etmesinin tek yolu da, İslâm’a Muhatab Anlayış’ın hâkim kılınmasıyla mümkündür.
Mevzuuya Suriye’den girdik, ideal merkezinde falan ne arıyoruz gibi bir soru doğmuyordur umarız. Öyle ya, Kanunî Sultan Süleyman’dan beri sürmekte olan gerilemenin merkezinde olan; bizim İslâm’dan uzaklaşmamız, İslâm anlayışımızı yenileyemememiz ve İslâm’a Muhatab Anlayış’ı örgüleştiremememiz değil mi? Öyleyse, buradan bakıldığında bile anlaşılıyor ki İslâm’a yakınlaştığımız, anlayışımızı yenilediğimiz ve 500 yıl sonra nihayet bir bütün halinde ortaya konulmuş olan İslâm’a Muhatab Anlayış’ı benimsememiz gerekiyor ki, makus talihimizi tersine çevirebilelim.
Neticede…
Beşerî olana hayat hakkı tanımayan ve tüm insanî melekelerini yitirmiş Batı’nın, bugün bize cep telefonu gibi ıvır zıvırdan başka verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Dolayısıyla Suriye meselesinin çözümü de Batılıların dudakları arasında değildir.
Suriye’deki muhaliflere büyük iş düşmektedir, her ne kadar kısıtlı imkânlar çerçevesinde bir savaş yürütüyorlarsa da, bid’at ehli ile savaşıyorlar. Bu şuuru kuşanıp muhafaza etmeleri hâlinde Allah yardımını esirgemeyecektir onlardan inşallah.
En büyük iş ise, şartların tarihî misyonunu üstlenmeye zorladığı Türkiye’ye düşüyor elbet. İslâm’a Muhatab Anlayış’ın, 500 sene sonra Anadolu’da örgüleştirilmiş olmasına bakarak, Türkiye’nin kendisini hazırlaması gereken misyonun büyüklüğünü kestirmek güç olmasa gerek. Evvelâ Anadolu ve illâ Anadolu!.. Anadolu kurtulduktan sonra dışa doğru gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Ama dediğimiz gibi; evvelâ Anadolu!..

Baran Dergisi 430. Sayı