Meşhur Rus yazar Anton Çehov, “İlk bölümde duvarda asılı bir tüfek olduğunu söylüyorsanız, ikinci ya da üçüncü bölümde o tüfek patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa o tüfek orada asılı olmamalıdır.” der. “Çehov’un Silah”ı olarak isimlendirilen bu kural, sinema anlatıları için de geçerlidir.
Şimdi bu perspektiften Akdeniz’e dönelim. Amerika, Rusya, Fransa, Yahudi Devleti, İtalya, Yunanistan, Mısır, Libya, Suriye ve Türkiye’den müteşekkil ülkelerin her birinin, Akdeniz’e olan konumlarına göre hava, deniz ve kara kuvvetleriyle yapmış oldukları yığınak, “Çehov’un Silahı”nı fersah fersah aşmış bulunmaktadır.
Türkiye’de, bilhassa ekranlarda vaziyet hamaset dili ekseninde ele alınıyorsa da, görülen odur ki, bu sahneyi adım atacak yer bırakmayıncaya dek dolduran silahlardan birinin patlaması artık mukadderdir.
Meselenin Özü Petrol Yahut Doğalgaz Değil
Baran Dergisi’nin 709. Sayısında tafsilâtlı bir şekilde ele aldığımız üzere, Akdeniz’de yaşananlar, Amerika’nın bölgeden çekilmesinin gündeme gelmesiyle beraber, Yahudi Devleti’nin güvenliği için, Fransa’nın başı çektiği, Avrupa Birliği şemsiyesi altında bir Akdeniz Birliği’nin tesis edilmesi için yaşanmaktadır. Senelerdir Ortadoğu’da yaşanan hadiseler ve Batılıların bölgeye yönelik tüm müdahaleleri yalnız petrol perspektifinden ele alındığı için bugün de aynı dar görüşlülük hatasına düşülmekte ve tüm bu yaşananlar Doğu Akdeniz’de keşfedilen yahut keşfedilmesi muhtemel petrol ve gaz yataklarına irca edilerek işin içinden çıkılmaya çalışılmaktadır. Oysa ki, Arab Baharı’nın başından beri tüm bu yaşananlar, Yahudi Devleti’nin bölgeyi ve bölge çevresini önce kendisine ve sonra ise müesses dünya düzenine göre tertibleme çabasının tezahürleridir. Yahudi’nin kendisini ortaya atmasından kaynaklanacak riskleri, yâni en başta Müslümanların Yahudi’nin açık müdahalesine karşı bir araya gelmesi ihtimâlini bertaraf etmek için kendisine misyon yüklenen ülke ise, başındaki Yahudi finosu Macron’dan da anlaşılacağı üzere Fransa’dır.
Elbette ki bu hesab içinde Doğu Akdeniz’deki gaz ve petrol yataklarının da yeri vardır; fakat esas olan Yahudi Devleti’nin varlığının devamlılığı ve hedeflerinin gerçekleşmesidir. Petrol ve gaz bu hedeflere hizmet ettiği ölçüde kıymetini bulur.
Direkt askerî müdahalelerle Irak, Suriye ve Libya’nın, başlarındaki kuyrukçular sayesinde de Suudî Arabistan, BAE ve Mısır’ın bu süreçte nasıl ekarte edildiğini hep beraber gördük. Bunlardan bazıları sisteme entegre edildi ve hatta tüm bu Yahudi operasyonunun finansmanına bile ortak oldu, kimileri ise tırnakları ve dişleri sökülerek, tehdit olmaktan çıkartıldılar.
Şimdi gelinen noktadan geriye doğru bakacak olursak, bir tek Türkiye, ne bu sisteme entegre edilebildi, ne de dişleri-tırnakları sökülebildi. Planı yapanlar, kendisine bu planda rol verilenler ve bir de bu planın kulu kölesi olanlar nezdinde “düşman” rolü de bu sebeble Türkiye’ye kaldı.
Türkiye’yi Parçalayamazlarsa Parçalanacaklar
15 Temmuz gecesine kadar yapılan hesablarda, muhtemeldir ki Türkiye’nin bütünlüğünün korunması ve FETÖ üzerinden Anadolu’nun bu yeni düzene entegrasyonu, hatta kendisine önemli de bir rol verilmesi planlanıyordu. Ne var ki 15 Temmuz’la beraber tüm bu hesablar çöpe atıldı ve bunların yerine tek bir hedefe odaklanıldı, o da Türkiye’nin parçalanmasıydı. Bugün Abdullah Gül ve onun çevresindeki liboşlar ile CHP ve onun çevresinde bir araya gelen Kemalistler, eskiden olduğu gibi uyuz Laik-Kemalist-Kuyrukçu politikalara dönerek Türkiye’yi bu badireden çıkaracaklarını düşünüyorlar; fakat anlamıyorlar ki, Türkiye ne tarafa dönerse dönsün, kime yaltaklanırsa yaltaklansın, kime uşaklık etmek için gönüllü olursa olsun, kölelik etmeye razı olsa bile şu saatten sonra karşı taraf açısından yalnız ama yalnız parçalanması ve yok edilmesi gereken bir hedeften ibarettir. Türkiye eğer ki bu süreçten muzaffer olarak çıkamazsa, bugünkü muhalifler bıraksınlar iktidar hayalleri kurmayı, muhalefette bile olacakları bir memleket bulamayacaklarının şuurunda olmalılar. Tabiî içlerinde zaten bu vaziyeti kollayanlar da vardır, var. Onlara ayrıca geleceğiz.
Fikir ve Sıçrama Tahtası
İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’un ihtarlarından biridir, “oluş zorluklarını sıçrama tahtası bilmek”. Türkiye bugün büyük zorluklarla karşı karşıya, bu muhakkak. Doğu Akdeniz’de dünyanın önde gelen askerî güçlerine karşı tek yahut ayrı ayrı birçok cebhede savaş riski, hâlihazırda Suriye ve Libya’da süren mahâllî çatışmalar, terörle mücadele, iktisadî krizler, sosyal deformasyon ve memleketin tüm bu risklerine benzin döken iç ihanet şebekeleri, Türkiye’nin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Evet, görüldüğü üzere gerçekten de zor bir süreç; fakat bu süreç ne kadar zor, meşakkatli olursa, onlara getirilen çözümler üzerinden gerçekleşen sıçrama da o kadar büyük oluyor; yâni diyalektik sürecin kendisi zaten tam olarak böyle bir şey ve kemâl de zaten ancak böylesi süreçler neticesinde hâsıl oluyor.
Türkiye’de yönetici konumunda olanlar, içinde bulunduğumuz vaziyeti şimdiye kadar tam mânâsıyla milletimize izah edebilmiş değil. Bolca klasik hamaset ve onun yanında mübhem bir “memleketin çıkarı” gerekçesi…
Hamaseti bir kenara bırakacak olursak, Türkiye bugün Katar, Suriye, Irak, Libya, Balkanlar ve bir takım Afrika ülkelerinde askerî olarak varlık gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıkça ifâde ettiği üzere bu bölgelerde gerçekten de emperyalist bir amaçla bulunulmuyor, yâni bu toprakları sömürmeye kalkmıyor, onların zenginliklerini çalmıyor. Maddî bir kazanç yoksa, bütün bir hayatını, Türkiye’de devletin sosyolojiden bir asırdır beklediği gibi maddiyat merkezinde şekillendirmiş insanlar için, burada bir “çıkar” da görülmüyor. O zaman Türkiye’nin bu girişimleri ve henüz ödenmemiş olsa da ödenmesi muhtemel bedeller karşısında doğması muhtemel tepki de her geçen gün büyüyor. Sorunun çapıyla doğru orantılı olarak da, yapılan faaliyetlerin birinin diğerini çelici olmasını engelleyen, her birini bir diğeriyle verimli kılacak olan “sistem fikrine” olan ihtiyaç da büyüyor.
Anlamak Mı Güç Yoksa İrade Sergilemek Mi?
Gerçekten anlaşılmıyor mu, biz mi anlatamıyoruz emin değiliz; fakat milletin canını, malını ortaya koyması, bunlardan fedakârlık etmesinin yolu Cumhurbaşkanlığı Külliyesini Mustafa Kemal’in ayaklarının altına sermekten değil, hakiki bir İslâmî düzeninin tesis edilmesinden geçiyor. Bugüne kadar iki haneli sayılarda verilen şehitler yerine, yarın öbür gün bir gemimizin vurulması neticesinde üç haneli sayılarda şehit geldiği zaman, bunu millete hangi “çıkar” gerekçesiyle izah etmeyi planlıyorsunuz? Yahut iktisadî kriz her geçen gün büyüdüğü takdirde, milletten hangi “çıkar” için fedakârlık etmesini planlıyorsunuz?
İslâm yoksa, Allah için değilse bu milletin kahir ekseriyetinin hiçbir bedel ödemeye yanaşmayacağını da peşinen ilâve edelim.
Bugüne kadar -mış gibi yaparak gelinmişse de, yarın bu işin hakiki bedellerinin ödeneceği gün gelip çattığında, o -mış gibi yapmanın bir işe yaramayacağı, bu usulden doğan tenakuzun bir süre sonra kullanıldığı amacın aksine hizmet edeceği de unutulmamalı.
Gelelim Dışarıya
Türkiye’ye karşı kurulan ittifakın büyük bir kısmını ne yazık ki Müslüman devletler teşkil ediyor ve bu vaziyete gerekçe olarak da bu memleketlerdeki siyasî iktidarlar, rejimler gösteriliyor. Peki, bu bir bahane midir? Yâni “o memleketlerin rejimleri de böyle” denilince, bu işin içinden çıkılmış mı olunuyor? Nihayetinde bu bir tesbit, teşhis. Doktorlar önlerine gelen hastaya meselâ kanser teşhisi koyduklarında dönüp arkalarını gidiyorlar mı, yoksa teşhise göre tedavi uygulayıp hastalığı yenmeye ve vücudu sıhhatine kavuşturmaya mı çalışıyorlar? Türkiye’de kendisine karşı tesis edilen ittifakın sevk ve idare edicilerini değil de en azından güdülen Müslüman ve gayr-ı Müslim unsurlarını bu ittifaktan uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek zorundadır. Bunun yolu da yine içeride hakiki bir oluştan geçmektedir. Sen daha kendin olmadan kim, seninle niçin beraber hareket etsin ki? Tabiî bunların arasında sanki öncelik sonralık sırası varmış gibi de anlaşılmasın, tüm bunlar hep beraber bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekenler. E bunun için de yine fikir bahsine, gaye ve vasıta hükmündeki fikir bahsine gelmiş bulunuyoruz. Yâni yine fikirsiz olmuyor.
Bu ittifakta yer almayıp, Türkiye’nin yanında duran İslâm ülkelerine gelecek olursak, burada da sıkıntılar var. Misâl verecek olursak, adamlara “Diriliş” dizisini yolluyoruz, hayranlıkla izliyorlar, ümitleniyorlar, sonra gelip de dizi oyuncularının gerçek hayattaki hâllerini, yâni aslında bir bakıma insanımızın hâlini görünce de büyük bir hayal kırıklığı içine düşüyorlar, ümitleri kırılıyor.
Yâni iddia edilen, yâni hamasetle çizilmeye çalışılan imaj ile yaşanan hayat arasındaki tenakuz içeride ve dışarıda düşmandan daha büyük bir tehdit arz ediyor.
***
Anton Çehov, duvarda asılı görülen tek bir silahın bile patlayacağı için orada gözüktüğünü ifâde ederken, bugün dünya çapında yaşanan ruhî, siyasî ve iktisadî kriz de göz önünde bulundurulduğunda, Doğu Akdeniz ve çevresinde uçak gemisinden envaî çeşit savaş aracına kadar yapılan silah yığınağının “bize karşı” patlamayacağını düşünmek, şu saatten sonra ahmaklık olur. Bunu bile bile statükodan yana tavır alıp, idare şeklini bizi bu badireden çıkartacak hakiki bir İslâmî düzenle değiştirmek ve milletimizi maddî olduğu kadar ruhî olarak da bu topyekûn savaşa hazırlamak yerine, işi -mış gibilerle kotarmaya çalışmak, imkân dâhilinde değildir.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği üzere, “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor” ve bu misyonu üstlenmek sadece sahada fiilen değil, fikren de olmayı stratejik bir zorunluluk hâlinde dayatıyor.
Baran Dergisi 712.Sayı