Geçtiğimiz hafta Cermenlerin üç tür vakıf benzeri yapıya sahib olduklarını ifade etmiş ve bu türlerden birisine dair malumat da vermiştik. Diğer ikisi, iptidaî bir hüviyeti haiz bu vakıf türünün sakıncalarını gidermek ve burada ortaya çıkan suiistimallerin önüne geçmek maksadıyla geliştirilmiş ya da, birkaç sayı önce incelediğimiz bir kısım Hıristiyan vakıflarında gördüğümüz üzere, o dönemdeki Hıristiyan vakıflarına göre son derece ileri durumdaki Müslüman vakıf örneklerinden ilham alınarak düzenlenmişlerdi. Vakıf gibi safi iyilik gayesi güden müesseselerin, Kilise egemenliği döneminde de, Kilise’ye karşı laik başkaldırının yaşandığı dönemde de insanları “mülkiyet” üzerinden tanımlayan bir medeniyet zemininde, samimi bir teşebbüsle yapılıyor olsalar bile, birer kıvılcımdan ibaret kalacağı aşikârdır. Avrupa kültüründe aldıkları başat rollerinden dolayı vakıf bağlamındaki Batı incelememizde ilgimizi yoğunlaştırdığımız Yunan ve Roma vakıf düzenlemelerinde de hep bu hususu dillendirmekteydik. Vakıf ve hayır işleri, özü itibariyle “diğerkâmlığı” gerektirirken, Avrupa’nın üzerinde yükseldiği kültür “enaniyeti” esas almaktadır. Batı medeniyetinin en saf hali şeklinde temayüz eden Kapitalizm, bir kısım seçkin ferdin, cemiyetin geri kalanını kendi arzuları doğrultusunda kullanmasından başka bir şey değildir ve bu tarz bir ideolojiyi tarihi boyunca içten içe geliştirip nihayetinde onun tahakkümü altına girmiş bir coğrafyanın vakıf benzeri kurumlara yataklık etmemesi son derece tabiidir. Kısacası, Batı ülkelerinde tarihte görülmüş bu tarz hayır müesseseleri kanaatimizce iç bünyeden çıkmış orijinal kurumlar değildirler, dışarıdan alınmışlardır.
Mevzuumuza dönecek olursak:
Cermenlerin kurdukları vakıflardaki ikinci sistemde, yukarıda söylediğimiz üzere, birincisindeki mahzurları kısmen bertaraf edebilmek için, bazı değişikliklere gidilmişti. Yeni modelde, vâkıfın mülkiyetinde fiilen meydana getirdiği ve vakfın konusu olan malları, bir faniye değil de, halk nezdinde ölümsüz bir hüviyete malik bir varlığa devretme usulü benimsenmekteydi. Bu varlıklar bazen doğrudan Tanrı’nın kendisi, bazen de insanlara kiliselerdeki resimleri ile görünen ve bu şekilde müşahhas ve maddî bir şekil alan “Aziz”lerden birisi olabilmekteydi. Bunları birçok vakıfnamede “kendisine vasiyet olunan” veya “kendisine söz konusu mal bağışlanan” kişi olarak görmekteyiz. (F. H. Saymen, Medeni Hukukumuzda Hükmi Şahıslar, sh. 197)
Bir kısım Batılı hukukçular, mesela Von Gierke ve Guiraud, bu tarz vakıf türlerinin eski Yunan’da da mevcut olduğunu iddia etmektedirler. Bu kısmen doğrudur, ancak vakıf mallarını dokunulmaz kılmak için “kutsal bir varlık”a bağlamak, yazılı kaynakları esas aldığımızda, Yunanlardan çok daha eski bir medeniyete sahib Asur ve Babilliler zamanından beri uygulanagelmekteydi. Doğrusu, vakfın haklarının bir üst varlığa devri, birçok medeniyette rastlanan bir vaziyettir. Yunan vakıfları bahsinde bu konuya değinmiştik. Zaten Avrupa vakıfları üzerine müstakil bir eser kaleme almış bulunan De Lapardelle, Gierke ve Guiraud’un bu tezlerini kabul etmemektedir. (De Lapardelle, Theorie et Pratique des Fondations Perpetuelles, sh. 35)
Gayet rahatlıkla anlaşılacağı üzere bu tarz, yani bir “aziz” veya doğrudan Tanrı’ya bağlı bir vakfın tesisinin ana gayesini, vâkıf öldükten sonra tesislerin suiistimal edilmesini veya üçüncü şahıslar tarafından kendi zimmetlerine geçirilmesini engellemek düşüncesi oluşturmaktaydı. Böylece tesis, onu kuran kişinin isteği doğrultusunda uzun bir müddet vazifesini icra edebilecek ve vâkıf da ölüp gitse bu hizmetler dolayısıyla sevap kazanmayı sürdürebilecekti. Hoş, İslâm fıkhında geniş bir şekilde işlenen ve bütün vakıf faaliyetlerinin üzerine bina edildiği “nass”lar, Hıristiyan ilahiyatının kaynaklarında mevcut olmadığından, yani Hıristiyanlarda aslında din menşeili bir “sadaka-i cariye” düşüncesi bulunmadığından, bu tür faaliyetlerde ana saikin daha çok kişinin kendi adını ölümsüzleştirmek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kilise’nin şahsına yapılan hizmetleri yüzlerce yıl boyunca “sevab” kategorisine alması, belki, benzeri işleri kendi adlarına yapan kişileri de sevab kazanacakları yönünde teşvik etmiş olabilir, ancak bu husus, yukarıda ileri sürdüğümüz sebepten ötürü, son derece muğlaktır.
Elbette vâkıf, tesisini emniyet altına almaya çalışmakta haklı idi, ancak bu ikinci model de mahzurdan hâli değildi. Bir kere bu azizler dinî şahsiyetlerdi ve ete ve kemiğe bürünmüş bir şekilde insanların arasında yaşamıyorlardı. Gayenin tahakkukuna çalışan personel ise gerçekte Kilise kayyumlarıydı. Bu kişiler, herhangi bir teftiş ve murakabeden uzak bulunduklarından, vakf olunan mallardan elde edilen gelirleri zamanla şahsî ihtiyaçlarını temin maksadı ile gelişi güzel sarf etmeye koyuldular. (F. H. Saymen, Medeni Hukukumuzda Hükmi Şahıslar, sh. 198) Yine Saymen’e göre bu kişiler, kendilerini adeta lehine vakıf yapılan Tanrı veya azizlerle ortak addetmişlerdi ve bu suretle vakfın gayesinden tamamen sapılmış bir istikamete girilmekteydi.
Bülent Köprülü’ye göreyse, bu tarz suiistimallerin yaygınlaşması, mukaddes kabul edilen şahısların ticarî meselelere konu edilir hale gelmesi (vakıflar, faiz karşılığı borç vermekte, borç geri ödenmediği takdirde, müsadere işlemi uygulanmaktaydı) halk arasında memnuniyetsizlik doğurmuştu. Ahali, kutsal kişilerin böylesi işlere alet edilmesini hoş karşılamamaktaydı. (Bülent Köprülü, Tarih Boyunca Vakıflar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 8, Sayı 3, sh. 486)
De Lapradelle, varlıklarını isbatlayan vesikalara rağmen Cermenler arasında bu türdeki vakıfların çok yaygın olmadığı kanaatindedir. Ona göre, bu vakıfların tesis gayelerine erişmesini engelleyen mahzurlar vardı ve en önemlisi yukarıda zikrettiğimizdi. (De Lapradelle, age, sh. 36)
Bu modelin mahzurları ve zaten çokça bulunmayan tesislerin hızla akamete uğraması, böylesi bir faaliyete girişme niyeti taşıyanları yeni arayışlara sevk etmiş olmalı. O yüzden Cermen kavimlerinde üçüncü bir model ile daha karşılaşmaktayız. Bu model, ilk ikisinde rast geldiğimiz mahzurları telafi gayesi gütmekteydi. De Lapradelle, bu tarz vakıfların çok geniş bir tatbik sahasına sahib olduğunu söylemektedir. Ancak burada, Alman tarihçi Johan Ficker’in bu vakıf türünün Avrupa’da müstakilen mevcut bulunduğunu kabul etmediğini eklememiz lazım. (J. Ficker, Reichskirchengut, sh. 25) Eserinde, ikinci ve üçüncü vakıf türleri arasında net bir ayırım olmadığını iddia etmesi, bahse konu edeceğimiz modelin Avrupa’da uygulanmadığı anlamına gelmediğinden, bizce itirazı çok mühim görünmemektedir.
Bu modelde vâkıf, vakfedeceği mal ve tesisleri kendi mülkiyeti altında oluşturmakta, sonra da bu mülkiyeti vakıf “meşrutunlehlerine” nakletmekteydi. (Meşrutunleh, vâkıf tarafından vakfın menfaati kendisine şart olunan cihettir; meselâ, vâkıf, vakf ettiği bir hanın varidatını bir medresenin müderris ve talebesine veya bir caminin imam ve hatibine şart etmiş ise bunlar “meşrutunleh” olur.) Vâkıf, henüz yaşarken bir kilise yapma arzusundaysa, ilk önce kilise binasını inşâ ettirir, akabinde bu yapıları kullanacak rahipleri istihdam eder ve nihayet hizmetlerinden faydalanacak cemaate kilisenin mülkiyetini devrederdi. Vâkıf bu minval üzere hareket ettiğinde, meydana getirdiği tesisin devamlı surette istediği gaye istikametinde hizmet göreceğinden kendini emin sayabilmekteydi. Bu modelde tesis, ancak vâkıf hayatta ise yapılabilmekteydi.
Burada hayır işi, Roma veya Roma sonrası Avrupa Kilise sisteminde umumiyetle rastlandığı üzere mevcut bir kuruma “bağış” biçiminde değil de, bizatihi vâkıf eliyle müstakil bir kurum tesis olunup doğrudan ona temlik suretiyle gerçekleşmekteydi. Yalnız burada yapılan işlem, hukuken karmaşık bir mahiyet arz etmemekteydi; basit bir devirden ibaret kalmaktaydı. Yani mülkiyeti ve kullanım hakkı, belli bir grub veya cemaate (şahsa değil) devredilmek yoluyla, tüm halkın istifadesini sunulmak gayesi güdülmekteydi. Cemaat, gelirlerin toplanıp harcanmasından toptan sorumlu kabul edilmekteydi. Buradaki amaç da, birçok kişiyi tesis üzerinde bir nevi “hak ve sorumluluk” sahibi kılmakla, müstakbel ve muhtemel suiistimalleri peşinen engellemekti. Tesisin denetiminin bir veya birkaç kişinin ellerine teslim edildiği durumlarda, bu gelirleri belli bir zaman sonra kendi şahsî menfaatleri cihetinde kullandıkları göz önüne alınırsa, aslında en az kırk-elli kişiden oluşacak bir cemaati ve onların çocuklarını “yedi emin” kabul etmek düşüncesi makul karşılanmalıdır.
Ancak vakfın mevzuu kilise veya benzeri dinî bir tesis olmayıp da mesela bir hastane olduğunda vaziyet daha karmaşık bir hal almaktaydı. Burada alelade bir hibe değil de mükellefiyetli bir hibe oluşturmak icab etmekteydi. Yani, kendilerine hastane mülkünün devredildiği kişilerden, bazı şartlara uymaları beklenmekteydi. Bu kişileri, bizdeki mütevellilerin muadili sayabiliriz. Köprülü’ye göre mükellefiyetli hibe ile meydana getirilen hastane vakıfları, Cermenlerde Roma’dakilere nazaran değişiklik göstermekteydi. Çünkü Roma hukukunda hastane vakıfları, hukuk tarafından tanınmadan önce hüküm ifade etmezler ve bu yüzden hukukî bir mevcudiyet elde etmeleri mümkün olmazdı. (Köprülü, age, sh. 487) Bu tarz hastanelerin, resmî kurumlar tarafından kabul edilmesi şarttı. Hâlbuki Cermenlerde vâkıf, hastaneyi kurup onu herkesin veya belli bir kesimin hizmetine açtığında vakıf kendiliğinden başlamış sayılırdı. Zaten Romalılarda hastaneler, bağımsız bir hükmî şahsiyeti haiz kabul edilmemekteydiler. Cermenlerin hastane vakıfları, bu anlamda, Romalılardan ziyade Müslüman vakıflarından esinlenmiş gözükmemektedirler. Bu da başta ifade ettiğimiz Cermenlerin, bilhassa 12. Asırdan sonra kurdukları vakıf tesislerinin İslâm vakıflarını kendilerine rol model aldıklarına dair iddiamızı güçlendiren bir başka delildir.
Bu hastane vakıfları başlangıçta müstakil değillerdi; idaresi, vâkıfın itiyad olduğu üzere kurduğu kilise vakfına bağlı olurdu. Ancak sonradan, idare nisbeten kalabalık bir topluluk sayabileceğimiz hastalara emanet edilmeye başlandı. Ancak hastaların, devamlı hasta olmadıkları ve homojen bir yapı oluşturmadıkları göz önüne alınırsa, bu tercihin pek doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten, hemen akabinde hastalarla hastalara bakan hekim ve din adamları arasında mülkiyetin bölüştürülmesi usulüne geçilmiştir. 12. Asırdan itibaren hastane vakıfları tamamen bağımsız bir hale gelmiş, hastane mütevellisi umumiyetle hekim ve din adamlarından oluşmaya başlamıştır. Ancak, ne kadar tedbir alınırsa alınsın, mülkiyet ne kadar dağıtılırsa dağıtılsın, yine suiistimaller olmakta ve hastane veya benzeri hizmet gören vakıflar belli bir müddet sonra amiyane tabirle kaderine terk edilmekteydi.
Saymen’e göre bu akıbetin önüne geçmek için, müstakil hükmî bir şahsiyete ve bir şartnameye sahib vakıflar tesis olunmaya başlandı. (Saymen, age, 199) Böylece Cermen milletlerinde vâkıfın vakfetmek istediği mülkleri gayesinin tahakkuku için bir cemaate bırakması ve bunların da bu mülkleri suiistimal etmelerinin önüne ancak son zamanlarda geçilebildi.
Artık vâkıflar, evvelce fiilen kendi mülkiyetlerinde ihdas ettikleri tesislere ve bunlara akar sağlayan mülklere bağımsız bir hükmî şahsiyet kazandırmakta ve böylece mezkûr mahzurları azami seviyede bertaraf etmeyi başarmaktaydılar. Ancak De Lapardelle’e göre, bu tarz gelişkin bir vakıf biçimi, son birkaç asrın ürünüdür ve daha öncesinde böylesi tesislerin mevcudiyetine inanmak için elimizde hiçbir sebeb yoktur. Ona göre delil olarak sadece Orleans Konsili’nin tesis etmiş bulunduğu bir vakıf ileri sürülmektedir ve onun da ne kadar bağımsız olduğu şaibelidir. (De Lapardelle, age, sh. 40)
Hülasa etmek gerekirse, Avrupalı milletlerin çoğunluğunu teşkil eden Cermenler, son birkaç asra kadar gerçek anlamda bir vakıf tesis edebilmiş değillerdi. Daha önceleri Müslümanların kurdukları vakıfları örnek almak suretiyle benzeri tesisler vücuda getirmeye teşebbüs etmişler, ancak Avrupalıların mizacı, tesisi yaşatmaya matuf her tür tedbiri bertaraf etmesini bilmişti. Kısacası vakıf benzeri hayır işleri, eğer bir inanç ile beslenmez ve o inanç içinde kendine yer bulamazsa, suiistimale son derece açıktır. İslâm vakıfları bahsi geldiğinde, bu hususta çokça örnekler vereceğimizi söyleyerek bu haftaki yazımızı tamamlayalım.
 
Baran Dergisi 447. Sayı