Teoman Duralı, Mustafa Kemal ve İnönü döneminde etkisizleştirilen İslami kesimin, Menderes döneminde dirilmeye başladığını, yeraltına kaçmış tarikatların bile tekrar yerüstüne çıkmaya başladığını dile getirir. Bu dönemde özellikle Necip Fazıl’ın bayağı ses getirdiğini söyler.
Öyle Geçer ki Zaman, felsefe profesörü, biyolog ve akademisyen olan Teoman Duralı’nın tecrübelerini vesika mahiyetinde aktardığı bir kitap. Gazeteci Ali Değirmenci soruyor, Teoman Duralı cevaplıyor. Duralı’nın yurtiçi ve yurtdışı seyahatleri, tahsil hayatı sırasında gidip geldiği, okuyup araştırdığı yerleri, sosyo-kültürel alanda yaptığı tahlilleri ve Türkiye’nin yakın tarihine dair gördüğü ve dinlediği olaylar ile Türk siyasetçilerini bir bütün halinde bu eserde bulabilirsiniz. Tanzimat dönemi ve Cumhuriyet döneminin bilinen siyasetçileriyle temas halinde olan Hasan amca ile DP milletvekilliği yapmış, Etibank Genel Müdürlüğü ve çeşitli görevlerde bulunmuş olan ve dürüstlüğüyle nam salmış olan Sabih Duralı ismi eserde en çok zikredilen şahıslardır.
Duralı’nın annesi Alman’dır. Bu yüzden Almanya’yla da bağı vardır Duralı’nın. Hem kültürel olarak hem de tarihî olarak Almanya ile alakalı birçok meseleye değiniyor kitapta.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 60'lı yıllara kadar dile getirdiği hatıralar ve tespitler dikkate şayan. Cumhuriyet kurulduktan sonraki dönemlerde yaşanan sefalet ve rezilliğe dikkat çeken Duralı “Türkiye ikiye bölünmüş durumdaydı. Memurlar ve rençberler. Memurlar harika bir hayat sürüyordu. Halksa korkunç bir durumdaydı. CHP dönemiydi. Cumhurbaşkanı İsmet Paşaydı. Memurun bir eli yağda bir eli baldaydı. Cumhuriyetin memuru halka düşmandı. Müthiş bir kırılma, ikilik, tıp diliyle söylersek bir şizoid durum var. Memur takımı içinde dini duyarlılık yoktu. Neredeyse oruç tutan, namaz kılan hiç adam görmedim. Milli ve dini bayramlar arasında bir rekabet vardı. Cumhuriyetin bayramlarından halk rahatsız olur, benimsemez. Soğuk bakardı.” der.
Cumhuriyetin kuruluşunda bu millete yapılan hiçbir millete yapılmadı. Müslümanları tamamen etkisizleştirme ve sindirme politikaları yürütüldü. Dine dair ne varsa yok edilmesi için uğraşıldı. Yüze yakın cami kapatıldı, kimi cami ve mescitler amacı dışında kullanıldı, bir cami yeri geldi satıldı. Kimi camiler depo, ahır, meyhane gibi işlevlere maruz bırakıldı. Osmanlıdan kalan vakıf ve medreseler ile tekkeler yine rejim tarafından farklı maksatlarla kullanıldı ve satıldı. Demokrat Parti’nin kuruluşundan birkaç yıl sonra serbestleşen başörtüsü, o döneme kadar yasaktı ve eserde anlatıldığı üzere jandarma kadının başındaki örtüyü alıp makasla keserdi. Ne acıdır ki, idamlarla geçen İstiklal Mahkemeleri sürecinde dine dair her şey yasaklanmıştır. Bir büyüğümden dinlemiştim: Kadınların sokakta sırf şalvarı uzun diye dizlerine kadar makasla kesildiğini, bu yüzden ölene kadar evlerinden dışarı çıkmayan iffet abidesi kadınlarımızın var olduğunu... Duralı, Mustafa Kemal ve İnönü döneminde etkisizleştirilen İslami kesimin, Menderes döneminde dirilmeye başladığını, yeraltına kaçmış tarikatların bile tekrar yerüstüne çıkmaya başladığını dile getirir. Bu dönemde özellikle Necip Fazıl’ın bayağı ses getirdiğini söyler. O dönemler için Üstadın bir sözü vardır: “Biz hohlaya hohlaya buz dağlarını erittik…” diye. Allah demenin bile yasak olduğu, camilerin ahır olduğu, rejimin askerlerinin kuranları yırtıp yok ettiği, dini kitap bulunduranın, sarık takanın, Osmanlıca yazanın İstiklal Mahkemelerinde süründüğü, idam edildiği dönemler. Kendi çıkardıkları ve uygulamaya koydukları kanunlara bile uymamacasına bir zulmü reva gördüler Müslümanlara... Böylesine sıkıntılı, insanı hafakanlara sokan, insanın ruhunu bir mengene gibi sıkıp parçalayan devirde Üstadın verdiği mücadele, tarihin sayfalarına altın harflerle yazılmıştır. Verdiği mücadele sebebiyle onlarca kez hapse girmiş, yılmamış, o dönemleri çizgi çizgi tablolaştırmış, tahlilini yapmış ve yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu Büyük Doğu fikriyatıyla sunmuştur.
1920 devrimleriyle tarihi bir şok yaşadığımızı, koca bir Türk tarihinin sonlandığını vurgular Duralı. Bu devrimlerle birlikte bir de yaşatılan bu acımasız soykırım, düşmanına bile yapılmayacak cinstendir. Duralı eserde Cumhuriyetin kuruluşuyla dile ve dine yapılan soykırımdan bahseder: “Türkün, binlerce yıl öncesinden taşıyagetirdiği kadîm bir devlet bilinci var. İslam’dan Türklüğü ayırdığınızda Türklük sönüyor. Din su, ekmek gibi bir ihtiyaçtır. Bir toplumsal ihtiyaç maddesidir. 1920 devrimleriyle sonlanan yalnızca İslami dönem değil, Türk tarihiydi. Dil olmadan medeniyet iddiasında bulunamazsınız. Bir medeniyetin infaz edilmesi öncelikle eğitimle mümkündür. Eğitim sisteminin dayandığı zemin yine dildir. Milletlerin kültür genetikleri dilleri ile yazılarıdır. I. Dünya Savaşı’nın sonuna geldiğinizde, eğitim sistemi baştan aşağı değişiyor ve kararlaştırıldığı üzere Osmanlı devletiyle birlikte Türklük berhava ediliyor. İslam medeniyetinin infazı da tamamlanıyor bu şekilde. 1920’li yıllar bu tasfiye işleriyle geçiyor. Bir günde ümmi, körcahil kalıyoruz. Bunun yarattığı şok, travma anlatılır gibi değil. Okuma yazma, kılık kıyafet…” Karşımızda bir asır da geçmiş olsa, köklerimize zehrini kusmuş olan, dine, dile, vatana, aileye, sanata ve ilme her türlü darbeyi vuran bir Kemalist anlayış bulunmaktadır. Kemal Tahir “Yol Ayrımı”nda “Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız!.. Bunu gerçekten yapmayınca, Batı’ya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin. İşini ona göre tutasın!..” der. Bu doğrudur; fakat Batıcılarla da hesaplaşmamız gerektiği gözden kaçmamalıdır!
Dil mevzuunda Duralı, Şah Rıza Pehlevi ile Kamal arasında geçen şu diyalogu işaretler. “İran Şahı Rıza Pehlevi 1934’te Mustafa Kemal’i Ankara’da ziyarete gelir. Şahın babası bir çobandı; sonra asker, sonra general oluyor, darbe yapıp başa geçiyor ve Kaçar hanedanını devirip kendini şah ilan ediyor. Mustafa Kemal, şaha; ‘başa geçtiğinizde yazınızı değiştirmiyorsunuz’ diyor. O eşek çobanının oğlu Rıza Pehlevi’deki bilince bakın; ‘biz bu yazıyı değiştirirsek, Firdevsi’yi, Hafız’ı, Sadi’yi, Mevlana’yı, Ömer Hayyam’ı nasıl okuyacağız?’ diyor.”
Duralı, Menderes’in dönemine de şahittir. Ankara’da ikamet eden 1960,’da ve 17 yaşında bir genç olan Duralı, eserde hem gördüklerini hem de babası ve dayısından dinlediklerini aktarır. 27 Mayıs 1960 darbesi Halk Partisi’nin darbesiydi. Daha önce ve sonrasında tüm darbelerde olduğu gibi. Bazı hatalardan dolayı kendi sonunu hazırlamıştır Menderes. Bu hataların başında da Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle Halk Partisi’ne verdiği tavizler gelir. Benzerini yine Erbakan’da da müşahede edeceğiz. O da verdiği tavizler neticesinde darbeyle indirildi. Duralı 1960’tan 2016’ya değin askerin ensemizden gitmediğini, 2010’da belleri kırılsa da üstümüzdeki o heyulanın tamamen 15 Temmuz’da kaldırıldığını dile getirir. 27 Mayıs sabahı Adnan Menderes, Eskişehir’dedir. Oradan Kütahyaya geçerken derdest edilir. Tabii daha sonra idama götürülür. Duralı şöyle anlatmaya devam eder: Rahmetli Menderes hep gözümün önündedir. Boyunbağını takmış, koyu renk takım elbisesini giymiş halde sıranın altında tuttuğu mendille ellerini süreklice oğuşturmaktaydı. Savcı, terbiyesizin önde gideni, hâkim Salim Başol -çeke çeke ölmüş- da öyle. Günün gazeteleri “sâbık, sâkıt başbakan ve DP’lilerin yargılanması’ başlığı altında o müsâmerevari duruşmaları okuyucularına iletmekle meşguldüler… O mahkemelerde Türkiye’yi rezil ettiler. Savcı, kadın donu çıkartıp salladı. Sözde Menderes’in makam odasında çekmeceden çıkmış. Öbür taraftan Bayar’a Afgan Şahı tarafından hediye edilmiş Afgan tazısı dava konusu kılındı. Bayar’ın Ankara’daki hayvanat bahçesine gönderdiği hediyeyi getirip yolsuzluk yaptı diye dosyaya koyuyorlar.”
Eserde bir de Halk Partili olan halkın Menderes taraftarlarını ifşa eder ek diye fişlediklerini anlatır. Takdir edersiniz ki, bu karaktersizliğin aynısı 15 Temmuz gecesi tanklar sürülürken, seküler kesimin camlardan alkış tuttuğu zaman da görmüştük.
Cumhuriyet kurulduğu zamandan itibaren keskin bir bıçak gibi ortadan bölündü milletimiz. Dini ve dili değiştirilmiş, tarihi unutturulmuş bir milletin bu ayrışması da kaçınılmazdır zaten. Duralı 60 darbesinde millette büyük bir hınç olduğunu, Halk Partili olanlarla Demokrat Partili olanların bile ayrı kahvânesi olduğundan bahseder. Bir Demokrat Partili Halk Partili kahvânesine giremez. Böylesine bir kin. Duralı bu durumu Demokrat Parti’nin sertleşmesi, iktisadi durum gibi tâli sebeplerin haricinde, Menderes’in 1959’da Amerika’dan yüz bulamayıp Rusya’ya yönelmesinden bilir. Her ne kadar sebebi mezkûr mesele gibi gözükse de geçmişe dayanan ayrışmanın belirlediği İslam dinine olan nefretinde belirleyici unsur olduğunu unutmamak gerekir.
60 darbesi olduktan sonra karma hükümet kuruldu ve İnönü başa geçti. Kemalizm tekrar harekete geçti ve eserde dile getirildiği üzere “Atatürkçülük hüküm sürmeye başladı. Her türlü milli sayabileceğiniz değerler tu kaka ilan edildi.” Harf inkılabı ile dile vurulan darbe yetmiyormuş gibi bir de darbe sonrası ne kadar Osmanlıca kelime varsa iptali için çaba sarf edildi. Demokrat Parti döneminde İslami kesime verilen “haklar”ın bir nevi intikamıydı yapılanlar. Duralı, darbe sonrası Türkiye’ye uymayacak bir anayasanın hazırlandığını, bu anayasanın olmadık hürriyetler getirdiğini, askere haddini aşma yetkisinin verildiğini aktarır. Köylüyü her zaman dışlamış ve hakir görmüş olan Beyaz Türkler, darbe sonrası da köylüye karşı kötülükte faal konumdadır. Burnu havada hareket eder. Bugün nasıl ki seküler camia bu toprakların Müslümanına tepeden bakıyorsa, bu kibirli bakış Cumhuriyetin kurulduğu dönemlerden kalma mirastır. Menderes’in köylüye verdiği haklar, Halk Parti’nin memur takımının ağırına gider. Eserde köylünün birçok yere girmesinin yasaklandığı yazar. Köylü kıyafetiyle İstiklal Caddesi’nde yürüyemez köylü. Beyaz Türkler kendileri gibi her nimetten faydalanmalarını kaldıramaz halkın. Duralı bu tabloyu çizdikten sonra şu soruyu soruyor: “Bu yaşananların hepsini Kemal'e bağlamak doğru mudur?” Sonra cevaplıyor: “Bir defa izmariti attınız mı ormanın tamamı gidebilir. Tamamını yakmak istemeseniz bile orman tümüyle yanar.”
Eserde bahse aldığım mevzu, eserin yarısını kapsamaktadır. Bir değer yarısı ise Menderes sonrası dönemi, Amerika’nın darbeye desteğini, sağcılık solculuk kavgasını, Demirel hükümetini, Erbakan dönemini, 28 Şubat’ı, PKK’yı, 2000’li yılları ve 15 Temmuz Darbe girişimini, İngiliz-Yahudi ittifakı ve ABD’ye dair 1950’lerde kurulan yeni dünya düzenini, kültür uyuşmazlığını, kültür soykırımını, dile yapılan müdahaleyi, Almanya’ya dair izlenimleri ve hatıralarını, Almanya’nın Avrupa kültürü içindeki değişimini, Almanya kültürünün yeniçağ dindışı Avrupa Medeniyetine yamandığını, 12 Eylül hadisesini, her taşın altından İngilizlerin nasıl çıktığını ve gezip gördüğü yerleri tarihi olaylar ve hatıralarla aktarır Duralı. Anlatırken aralara sıkıştırdığı çocukluk, gençlik ve yetişkin dönemdeki hatıraları da okuyucuyu sıkmıyor farklı bir atmosfer yaşatıyor.
Aylık Dergisi 192. Sayı, Eylül 2020