Evrensel değerler olarak dayatılan Batılı normlar, sahip olduğu güçle kendinden geçen, bedensel zevkler, seviyesiz ilişkiler ve kaba meşguliyetlerin ötesine geçemeyen, iç dünyaları yontulmamış vahşiler sürüsüne verilmiş tavizlerdir.
Tanrı’yı kendi yarattığı âlemden tahliye ettikten sonra, kâinatı yeniden yaratmaya soyunan modern düşüncenin evrensel değerler olarak dayattığı, kitlelerin zihnine kazıdığı Batılı normlar, esası itibariyle, yönetimi elinde tutan sermaye ve kültürün yeni temsilcilerinin siparişi üzerine, emperyalist genişleme sürecinin devamı olarak üretilmiş, modern zamanlara uyarlanmış Hıristiyan ve Avrupa kökenli kavramlardır. Sahip olduğu güçle kendinden geçen, bedensel zevkler, seviyesiz ilişkiler ve kaba meşguliyetlerin ötesine geçemeyen, iç dünyaları yontulmamış vahşiler sürüsüne verilmiş tavizlerdir. Emperyalizmi iradeleri dışında ferdlerin iktisadî çıkarlarına bağlayıp, “gönüllü-mutlu köleler”e dönüştürmenin ve rahat rahat gütmenin temeli bu değerler üzerinde yükselir. Amerikan yüzyılıyla birlikte ise, dünya milletlerini Amerikanlaştırmanın, yeni sömürgeciliği yeni çağa uydurarak devam ettirmenin âleti ve bahanesi olarak kullanılacaklardır.
Bu kavramlardan birisi, belki de başlıcası, modern zamanların en büyük aldatmacası olan demokrasidir. Fikrî metabolizması düşük kısır zihinler için kusursuz bir yemdir. Herhangi bir konuda fikrini açıkça söylemekten çekinen, işi, tüm tarafları haklı bulma haksızlığında bitiren insanın ruh hâlinin siyasî ifadesidir... Uygulanabilirliği serbest piyasa kapitalizminin başarısına bağlıdır, yönünü çoktan otoritarizme çevirmiştir. Kuvvetler ayrılığı sadece bir retorikten ibarettir; belli bir milletin, belli bir sınıfın menfaatlerinin belirlediği iradenin meşrulaştırılması, ayrıcalıklı kesimler lehine yargının özelleştirilmesidir. Kuvvetler Ayrılığı değil, kuvvetlerin birliği söz konusudur.
Laiklik, din ve dünya işlerinin ayrıştırılması, bağımsızlaştırılması değil, dünyevî alanın düzenlenebilmesi için yasayla kutsallığın laik bir düzlemde, ayrılmaz bir biçimde kaynaştırılmasıdır. Yeni-kutsal değerleri yeniden icad etmenin adı sekülerleşme, hegemon güçlere yalakalık yapmanın adı ise “uygarlaşmak”tır. Sivil toplum düşüncesi, içine ustaca gizlenmiş şiddet tehdidi ve tekelinin zulasıdır. Özgürlük, Tanrı rolüne soyunup da kendi kusursuz imgesini görmek isterken “nefs heykeli”ne dönüşen ve kendi kendini kaybeden bir toplumun “yokluğun buz denizi”ne açılma hürriyetidir. Netice itibariyle, modern dünyanın ruhî destekten yoksun insanı, tıkıştırıldığı “yanlış kaplar (demokrasi, liberalizm, Marksizm...)”da yaşayan, mânen iflas etmiş, içi boş bir görüntüden ibaret bir zavallıdır... Bu kadar çok şeye bağlı ve bağımlı olarak doğan ve bunlar olmadan yaşayamayan bir insan ne kadar özgür olabilir ki?
Dolayısıyla Batı’nın kendisinde bir hak olarak gördüğü ve yaydığı bu normlar ve bunların uygulayıcısı konumundaki siyasî rejimler Batı’nın yararına, dünyanın diğer haklarının zararına düzenlenmiş dayatmalardır. Başkanlık, yarı başkanlık, parlamentarizm görünüşleri itibariyle birbirlerinden çok farklı gibi dursalar da, özleri itibariyle her üç rejim de, kendilerine sorulmadan alınmış kararların uygulayıcısı konumundaki bir hükümdar-“modern kral” ortak paydasında buluşurlar, parlamento sadece bir denge unsuru olarak vardır. Yeni düzenlemeler yapılsa da düzenin temeli asla değişmez, tavanla taban arasında kapanmaz bir mesafe her zaman vardır. Yönetilenler kime oy verirlerse versinler, oylarıyla temsili sisteme olan rızalarını bir kez daha beyan etmekten başka bir şey yapmış olmazlar; sadece kendilerini göstermiş olma, hesaba katılmış, adam yerine konmuş olma züğürt tesellisinde tatmin olurlar. Biz de Tanzimat, Meşruiyet, Cumhuriyet çizgisinde gelişen modernleşme sürecimizde bu Batılı normların tamamını ithâl ettik. Ne var ki, İlâhî değerleri çağdışı ve köhne bulan ve bunları aştığına inanan zihni kıt modernleştiricilerimiz, Batı dışı bir modernleşme üzerinden yürüdükleri için bizim modernleşmemiz de sadece öykünme seviyesinde kaldı, taklidin ötesine geçemedi. Ne edebiyatta ne sanatta hiç bir şeyi “yerli yerine” oturtamadık. Üzerimize giydirilen zillet elbisesinden bir an önce kurtulmamız gerekirken, hâlâ şuursuz bir biçimde Batı’nın yüzlerce yıldır insanlığa karşı yürüttüğü suça ortak olmayı istiyor; bilimini, tekniğini insana karşı ve insanı yok etmek için kullanan kanla yazılmış bir tarihe sarılıyoruz.
Modernist bir ortamda şekillenmiş “Batı vurgunu” zihinler, dinî ve kültürel kimliğimizi yitirmeden de hür ve bağımsız bir devlet olabileceğimiz düşüncesini asla kabul etmiyor, uşak olmaya özenmekte ısrar ediyorlar. Eğer keşfiniz yoksa, size anlatılan hikâyelere de nakledildikleri biçimiyle inanırsınız. Bizdeki “garbzede”lerin hâli de bu; programlanmış zihinleri sadece kendilerine gösterileni görüyor, nakledilenleri duyuyorlar.
Ne yazık ki iki yüz yıldır kültürel bir çöl ortamında yaşıyoruz... Yüce duygular artık yüce ruhlarda yankısını bulmuyor. Tutkuyla bir şeye bağlanma, zihnî bir heyecan duyma ve bunu yaşamanın şartlarına da mâlik değiliz. Oysa bu hasletler insanı olgunlaştırır, istidadını geliştirir, başkalarının ulaşamayacağı derin düşüncelere ulaştırır. Ancak tüm bunları yapabilmek bir cehd işidir; düşünmeyi ve anlamayı istemeyi gerektirir. Bu da bir eğitim, şuur ve kültür meselesidir. Hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmanız, stil sahibi olmanız gerekir. Eğer kendinize has bir üslubunuz yoksa ideal bir model de oluşturamazsınız. Bütünlüğe değer vermiyor, duygularınızda bir bütünlük aramıyorsanız tarzdan da bahsedemezsiniz. İslâm dünyası olarak bizim halimiz de bu; bize kendimizi tüm varlığımızla kavrama ve tanıma imkânı sağlayacak “Bütün Fikir” ortada olmasına rağmen, bizim bu çok katlı yapıdan damıtılması gereken bilgiyi, “zevk”i damıtmaya, bunu yapısal formlar üzerinden yansıtmaya mecalimiz yok. Oysa buradan damıtacağımız bilgi bizim için hem bir tecrübe hem de bir ruhî dönüşümdür. Dahası, yaşadığımız kültürel çöl ortamını yeniden yeşertecek genlere kodlanması gereken dölleyici bilgi yine bu bilgidir. Lâkin bizde buna dâir bir heyecan ve temaşa zevki yok. İnsanımız, sanki içi doldurulmuş cansız, heyecansız bir varlık gibi, rutine bağlı bir hayat sürüyor ve bu kanıksanmışlığı kıramıyor, güzelliğe karşı duyarsız. Ezânı güzel okuyan bir sese, tilâveti güzel bir insana, bir fıkrayı yahut bir olayı layıkıyla anime eden, “eski”lerin fem-i muhsin dedikleri güzel bir ağıza rastlamak neredeyse imkânsız. Sanatkârlarımız geleceğin üzerindeki sır perdesini aralayıp, gündelik şeyleri hayrete mevzu kılmaktan, estetik ilginin nesnesi hâline getirmekten âciz. Velhasıl, İslâm’a muhatap anlayışı içselleştirip, İslâmî zevki yansıtan eserler üretemiyoruz. İslâmî ölçüler üzerimize oturmuyor, iğreti duruyor, onları taşıyamıyoruz. Taşıyabilmek sahihliği gerektirir, ama o da bizde yok. Kendi şaşkın üslûbunu İslâm ahlâkıyla özdeşleştiren insanlar ise çok can sıkıcı. Deyim yerindeyse, kötü bir biçimde iyi bir Müslüman olmaya çalışıyoruz! Oysa Allah’la kul arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir. Ve “ibadet sanattır”. Sanat da bizi Hakk’a ulaştıran bir köprüdür. Ancak fiillerde esas olan sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Eğer amelleriniz “zevk” hâsıl etmiyorsa sahih bir kurala dayanmıyor demektir. Sahih bir kurala dayanmayan her söz ve davranış değersizdir. İmanınızı, itikadınızı ciddi biçimde gözden geçirmeniz gerekir. Çünkü her dem taze tutulması gereken, eskimeye asla tahammülü olmayan bir şey varsa o da imandır. Dolayısıyla, sanatı üzerinden “Mutlak Sanatkâr”a yürüyemeyen sanatçının ilham, idrak ve keşf yolları kapalı demektir. Elinde aldanışlarından; her biri nankörlüğün birer nişanesi olan eserlerinden başka bir şey kalmayacaktır.
Oysa âlem bir bütün, üzerindeki tüm varlıklar da Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olarak bu bütünün aynı istikamete ve aynı gayeye doğru akan parçaları. Parçaları birbirine bağlayıp, güzelliği tüm büyüleyiciliği ve bütünlüğü içinde kavrayabilmek için, her ibadetiyle bir eser vücuda getirmekle yükümlü olan Müslümanın da hayatın her alanıyla estetik bir bağ kurmak, estetik temsil aracılığıyla güzelliği hissedilir kılacak bir form yakalamak gibi bir derdi olmalıdır. Ancak güzeli bulmak, güzele ulaşmak, güzelden anlamak kolay bir iş değildir... Güzel olan yüce olandır, fethi meşakkatlidir, bedel ister... Yaratılmışa yaratıcısından intikâl eden bir form hâlinde yansır. Manevîdir ve zariftir. Zarafet ise Hakk’ın nurunun pırıltısıdır, ruh güzelliğine delâlet eder. Mutlak Bir’den anlık bir parıltı hâlinde yayılır. Âhengin kendisi değil, âhenge rengini giydiren hâldir. Mü’min gözlerde yuvalanmış nurla bakanlar nezdinde ilk bakışta hissedilir. Hakk’ın eşyaya yerleştirdiği bir işaret olarak hep oradadır. Marifet, maddenin sakladığı, suretin kendi hakikatine taşıdığı cevheri görünür kılmak, ona mânevî olma fırsatı verebilmektir. Ancak tüm bunları yapabilmek için, Henri Bergson’un da işaret ettiği gibi, “gözün görüşünü ruhun görüşüyle açmak gerekir” ki, ruhî dönüşüme şuur seviyemizdeki değişim de karşılık versin, önümüzde dünyaya ve ruha yönelik bir pencere açılsın, işaretten işaret edilene yönelebilelim. “Göz ruhun penceresidir”, buyuruyor Hz. Mevlâna. Bu zarif ve özlü sözden aldığımız hisse nisbetinde söylersek; dışımızdaki dünya içimizdeki dünyadan ayrı değildir. Her şeyde nesnesinin asla açıklayamadığı, şeyleri o şey yapan, nesnesinin üzerinde bir şey vardır. Önemli olan, her şeyin nasıl da kıvrılıp, birbirine dolanarak aynı istikamete ve aynı gayeye doğru aktığını görüp yakalayabilmek, hayrete vesile kılıp BİR ve AYNI olana bağlayabilmektir. Bu da Mutlak’la bağı olan bir bütünü ve bütünleyiciyi gerektirir. Selâmet bütün olma anlamına gelir, selâmete erdirenler de bütünleyicilerdir. Dolayısıyla, bütünlüğe değer veren ve duygularında bütünlük arayan her insanın asrımızda başvurabileceği, çalabileceği tek bir kapı, şuurunda olsa da olmasa da aradığı, ulaşmak istediği ve sığınabileceği tek bir yapı var: BÜYÜK DOĞU-İBDA. Eğer bu külliyatı hakkıyla okuyabilirsek, bu eserlerin sadece birer kitap değil, aynı zamanda Müslümanların ruhlarına verilmiş bir arınma ve yenilenme emri olduğunu da görürüz. Bu da ancak onların söylediklerini anlayabilmek, ulaştıkları mânâların derinliklerine onlarla birlikte dalabilmekle mümkün. Çünkü yapısal formlar olmadan bir fikir yayılamaz. Dolayısıyla bizlerin de sızlanmak yerine, bu dil ve diyalektiğin her harfinin arasında her kelimesinin altında bir gerçekliğin yattığını görecek ve gösterecek iyi birer yorumcu olmaya bakmamız gerekir.
Aylık Dergisi 175. Sayı Nisan 2019