Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım, "Necip Fazıl'ın Eserlerinde Fıkıh ve Tasavvuf" konulu sunumuyla Üstad’ın fıkıh ve tasavvuf yönüne dikkat çekti.
Yıldırım konuşmasında şunları dile getirdi:
"Öncelikle hazırinu hürmetle selamlamak isterim ve bu paneli düzenlemeye vesile olan arkadaşlarımıza, kardeşlerimize teşekkürlerimi arz ederim.
Değerli arkadaşlar, Necip Fazıl Kısakürek gibi bir şahsiyeti konuşmak kolay bir şey değil. Yani onun müktesebatıyla ilgili bir değerlendirme yapabilmek için onun ufkunun ötesine geçmek gerekir. Fakat lütfetmiş, kerem etmiş kardeşlerimiz, işin en zor kısmını, “Necip Fazıl'da Fıkıh ve Tasavvuf” bölümünü bu fakire tevdi etmişler.
-
Necip Fazıl'ın Eserlerinde İlahiyat ve Sosyal Bilimler Paneli düzenlendi
-
Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde "Necip Fazıl'ın Eserlerinde İslâmî İlimler" paneli
Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki biz fıkhı, hayatın “her alanında Allah'ın iradesine göre yaşamak” olarak tanımlıyoruz. Fıkıh dediğimiz şey Allah'ın iradesini hayata hâkim kılmaktır. İmam Gazâlî’nin güzel bir fıkıh tanımı var bu yönüyle. Aslında buradan Necip Fazıl'ın fıkıh düşüncesini de, tırnak içerisinde söylüyorum, anlamaya da bir yol bulabileceğimizi düşünüyorum. Necip Fazıl bizim bildiğimiz anlamda fıkıh öğrenebileceğimiz, fıkıh tahsili için kitaplarını okuyarak namazın, abdestin, guslün farzlarını, teferruatını alabileceğimiz bir şahsiyet değil. Ama Necip Fazıl'ın asıl fıkıhçılığı, İmam Gazâlî’nin sözünü ettiği fıkıhçılık. O meşhur eseri İhyâu Ulumiddin’inde Kitabü’l-ilim diye çok önemli bir giriş ile kitabına giriş yapar.
Burada ilmin çeşitlerini, iyi olan, kötü olan ilim diye tasnifleri yaptıktan sonra, söz gelir, ilmin faziletlerine dair hadisleri zikretmeye başlar. Zikrettiği hadislerden bir tanesi de ilahiyatçı arkadaşlarımızın ve genelde hemen hemen bu işle meşgul olan herkesin bildiği bir hadistir. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam “Allah kime hayır murad etmişse onu dinde derin bir anlayış ve kavrayış sahibi kılar” buyuruyor. Eğer bir insan fakihse, demek ki Allah ona hayır murad etmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki fıkıh ile meşgul olanlar Allah'ın yeryüzünde hayır murad ettiği kimselerdir. Şimdi burada bir antiparantez açar, İmam Gazâlî ve der ki, "Sakın" der, biraz da gençlere hitap eder herhalde. “Hadisin manasına bakıp da zamanımızdaki hocaları kıyaslayarak, fakihleri kıyaslayarak, “Allah bunları mı hayırlı olarak tanımlayıp da dinde fakih kıldı?” çıkarımı üzerinden hadisin zayıf veya uydurma olduğu kanaatine ulaşmayınız," diyor.
Burada da aslında bize çok önemli bir işaret var. O da hadisleri değerlendirirken, kısır bir bağlamda, yetersiz bilgimizle değerlendirmeden daha geniş olarak anlayabilme melekesini göstermek. Sonra da der ki, “Fıkıh bilgisi, asgari düzeyde, kişinin ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmesidir.” Fakih olmanın asgari standardı ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmektir.
Dolayısıyla taharet bahislerini bilmek, alışverişle ilgili ahkâmı bilmek, ticaret hukukunu bilmek, borçlar hukukunu bilmek fıkıh değildir, der. Fıkıh, Allah'ın huzurunda tek başına hesaba çekildiğimizde "Ey kulum, ben seni yarattım, sana bir misyon yükledim, benim dilediğim, murad ettiğim şekilde bir hayat sürdün mü sürmedin mi?" endişesiyle hareket etmektir.
Bu yönüyle İmam Gazâlî zamanının fukahasına da, -ki 1000 sene öncesinden bahsediyoruz-, bir gönderme yapar. Burada tabii kendi kendimizi de tenkit etmiş olmayalım. O dönemde fakih olmak demek, bugün hâkim olabilecek, avukat olabilecek, savcı olabilecek, hukuk fakültesi mezunlarının makam ve mertebelerine erişebilecek bir ünvana sahip olmak anlamına geliyordu.
Dolayısıyla dünyalık karşılığı çoktu ama bugün fakih olduğumuzda böyle çok da fazla dünyalık bir karşılığı yok. Şimdi buradan hareketle şunu söylemek istiyorum, Necip Fazıl bize fıkıh öğretmez. Ama bize çok önemli bir şey öğretir.
Âyeti kerimede Cenabı Allah, Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimize hitap ederek der ki, “Ey Habibim, Rabb’inin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” Bu “mücadele et” kısmı bizim fıkıh branşlarının birini, önemli bir branşı teşkil eder. Biz ona kısaca “İlmi Cedel” diyoruz ve İlmi Cedelin baba isimlerinden bir tanesi de İmam Gazâlî’dir. O İlmi Cedelde çok önemli eserler vermiştir. Ve İlmi Cedel denilen şey; fıkhın savunmasıdır.
Fakihler fıkıh üretirler. Allah'ın Kur'an ve sünnetteki muradını insanlara açmaya, göstermeye çalışırlar. Bu yönüyle namazın farzlarını, bu farzların mahiyetlerini, rükünlerini, şartlarını ve sairesini beyan ederler ama namazı bir bütün olarak, bir külli olarak savunmaya gelince bu biraz da özellikle de Osmanlı’nın son döneminde sosyolog münevverlerimize kalmış bir iştir. Koca koca âlimlerimiz fıkhın her yönünü bilirler ama Necip Fazıl iki satırlık veya iki beyitlik bir şiiriyle fıkhın hikmet boyutunu en güzel şekilde önümüze serer. Onun için biz özellikle de hikmet boyutuyla ilgili fıkhın, yani Cenabı Allah'ın muradının arkasındaki gayeleri ve hedefleri tespit etmede Necip Fazıl gibi hikmet yönü yoğun olan şahıslara medyun-i şükranız.
Onun eserlerinde ele aldığı fıkıhla ilgili konulara baktığımızda faizin tanımını yaptığında, içkinin, kumarın neden haram olduğunu izah ettiğinde, kullandığı argümanlar bizi hakikaten farklı bir çehre ile karşı karşıya bırakır. Bu yönüyle eğer fıkıh Murad-ı İlahiyyeyi insanların anlayabileceği bir şekilde anlatmak ise, “Hikmet-i Teşri” dediğimiz fıkhın hikmet boyutu neden ve niçinini ortaya koyma meselesi bizim Üstad Necip Fazıl'da gördüğümüz en önemli noktadır.
Aslında bir sunum hazırlamıştım. Oradan teker teker sözlerinden aktarımlar da yapmak istiyordum. Fakat biraz daha Üstad'ın metodunu kullanayım onu taklit edeyim diye, olayın bütününü, resmin ana omurgasını sizlere sunmak istiyorum. Bu yönüyle baktığınızda, Üstad Necip Fazıl'ın ayağı kaymadan, Yusuf Kaplan abinin ifadesiyle “manyak beynin” ayağı kaymadan hikmet boyutunu tam olarak tespit etme gayreti, onun sağ ayağının, pergelin sağ tarafının tasavvufta sabit olmasından kaynaklandığını görüyorum.
Eğer merhum üstadıyla (Abdülhakim Arvâsî) buluşmamış olsaydı belki o “aşırı aklı” tırnak içerisinde, onu farklı çıkarımlara götürebilirdi. Ki 20. yüzyılın başında, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı münevverlerinin en büyük sıkıntılarından biri, ayaklarının pergelin sabit kısmını şeriata sabitleyemedikleri için çokça savrulmalar yaşamalarıydı.
O dönemin hocalarının, amiyane ifadesiyle, faize bakışı, faizin artık ekonomik bir gerçeklik olduğunu ve faiz dışında sermaye birikiminin imkânsız olduğunu, bu yönüyle makul derecede bir faiz uygulamasının dinin de reddetmeyeceği bir şey olduğunu, aslında Kur’an’da, basit faiz değil, bileşik faizin yasak olduğunu... Üstad'ın savrulmadan, dinin ana kaynaklarından, -ki çok da fazla kaynağa ihtiyaç duyduğunu zannetmiyorum-, elinde bulduğu veya kendi dönemindeki ortalama bir Müslümanın müktesebatı bile, onun bu hikmet boyutunu ortaya koymaya yeterli bir malzeme verdiğini düşünüyorum.
Bu yönüyle bizim Üstad'dan, dini olarak, bir İslâm hukuku araştırmacısı olarak istifade edebileceğimiz en önemli yolun ve yönün onun hikmet boyutundan ve İlmi Cedel denilen ki bu İlmi Cedel; mücadele sanatı, en bariz yönüyle önce karşı tarafın hayatını yaşayıp da sonradan, “namaz ehli” olan birinin en güçlü bir şekilde becerebileceği bir alandır ve Allah bunu Necip Fazıl'a nasip etti.
Allah gani gani rahmet eylesin. İstifadeye medar eylesin. Bu yönüyle iktifa ediyorum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum."
Aylık Baran Dergisi 35. Sayı, Aralık 2024
(Not: Bu konuşma, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde düzenlenen "Necip Fazıl'ın Eserlerinde İlahiyat ve Sosyal Bilimler" başlıklı bir panelden alınmıştır. Panelin tamamına ulaşmak için TIKLAYINIZ)