Necip Fazıl Kısakürek, öncelikle büyük bir şair, tiyatro, hikâye, roman, hâtıra, fikrî eserler gibi birçok türde kalem oynatan bir fikir ve aksiyon adamıdır. Genel itibariyle eserlerinde çocukluktan gelme evham, ölüm, korku, metafizik, arayış, yalnızlık gibi bireysel konuların yanı sıra Anadolu kültürü, din, tasavvuf, toplumsal değişim, Doğu-Batı ikilemi, Büyük Doğu ideali gibi toplumsal konuları işlemiştir. “Hadiseleri fikirleştirme, fikirleri hadiseleştirme”, sanat yaklaşımı her zaman başat anlayışı olmuştur.
Necip Fazıl, özellikle 1936’dan sonra bir fikir ve aksiyon adamına dönüşür. 1943’ten sonra çıkarmaya başladığı Büyük Doğu(1943-1978) dergisiyle birlikte, bir ideal olarak geliştirdiği Büyük Doğu ideolojisini birçok eserin fikrî arka planında ele almıştır. Necip Fazıl, İslâm davasına dâir Büyük Doğu ideolojisini en kapsamlı olarak İdeolocya Örgüsü’nde kaleme alır. Kendisi “İdeolocya Örgüsü “ için şöyle der: ‘Bu eser, benim bütün varlığım, vücud hikmetim, her şeyim... Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım müştemilat’tan başka bir şey değil...” (Taşgetiren, 1983:34) Ancak şiirlerinde ‘angaje: güdümlü’ edebiyatın peşinde değildir. Şiirlerini estetik kurallar çerçevesinde yazmıştır (Okay, 2014:180-1).
Çalışmanın konusu olan Necip Fazıl’ın hikâyeleri bu ideolocya etrafında değerlendirilecektir. Necip Fazıl’ın 1928- 1971 yılları arasında 53 hikâye yazdığı görülür. Yazarın ilk hikâyeleri Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil(1933) adı altında toplanmıştır. Sonraki yıllar, Ruh Burkuntularından Hikâyeler(1965), Hikâyelerim(1970) adlarıyla yayımlanan hikâyeler, son olarak 1983’te Hikâyelerim adı altında 53 hikâye olarak yayımlanmıştır.2 Buna rağmen yazar, uzun süre bir hikâyeci olarak görülmez.
Hikâyelerim
Hikâyelerim’de yazarın dava ve misyonuna hizmet eden çok sayıda hikâye yer alır. Büyük Doğu ideolojisinin kapsamına giren ve yazarın hayatı boyunca savunuculuğunu yaptığı fikirler, hikâyelere mesaj ağırlıklı ve tezli bir anlatım kazandırmıştır. Bu nedenle, söz konusu hikâyelerde olaydan çok yazarın düşüncelerinin izlerini sürmek mümkündür. Hikâyelerim’de yazarın temsilciliğini yapan, çoğunlukla ismi belirtilmemiş başkişilerin yanı sıra, her seviye, kültür ve yaştan kişiler de yer alır. Necip Fazıl’ın kişileri hitabet üslubuna sahip, topluma mesaj getiren, dinden uzaklaşmanın tehlikelerine karşı halkı uyaran kişilerdir.
“Necip Fazıl’ın öykülerini biricik kılan en önemli özellik, ülkede 1928-1971 arasında yaşanan değişimlerin, dönüşümlerin, çalkantıların bu hikâyelerde görünüyor olmasıdır.”(Tosun, 2016:116). Yazar, özellikle toplumsal değişim ve buhranı anlatmak için hikâyelerinde nesil çatışmalarından yararlanır. Necip Fazıl, cemiyetin yaşadığı buhranın, iman buhranından kaynaklandığına, iman ve ruh muvazenesine kavuşuncaya kadar buhranın ortadan kalkmayacağına inanır, sanat ve fikir adamlığında üstlendiği davanın, cemiyetin kavuşacağı iman manzumesini örgütleştirmek olduğunu savunur (Okay, 2009:27).
Necip Fazıl,1936’ya kadar sanat hayatında içtimaî dâva ve halk planından uzak, fildişi kulede olduğunu, 1934’te Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile tanıştıktan sonra sanatını tamamen Allah’a bağladığını ve kendisini fildişi kuleden çıkararak cemiyet meydanına attığını ifade eder.
Bundan sonraki hayatında davasına sımsıkı bağlı bir dava adamı olmayı Kaldırımlar’dan Sakarya’ya her şart ve ortamda keskin bir şekilde sürdürmeye devam edecektir.
Büyük Doğu İdeolojisi Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü adlı eserinde Büyük Doğu idealinden ve bu ideal altında gerçekleştirilecek İslâm İnkılabından bahseder. Son 400 yıldır gerilediğimizi ifade eden üstada göre tek kurtuluş yolu, ana kaynağımız İslâm’a dönmektir. Yazar, eserinde Türkiye’de gerçekleştirmek istediği İslâm İnkılabını, devlet düzeni üzerinden göstermeye çalışır.
Ona göre dünya, bir iman ve nizam kaybetmiştir, bu sebeple İslâm’a dayanan yeni bir nizama ihtiyaç vardır(Kısakürek, 2013:86). Necip Fazıl’a göre İslâm inkılabını fikrî planda, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir. Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır; şeriat, tasavvuf, şahsî ruh ve akıl…(Kısakürek, 2013:164). Necip Fazıl, gerçekleşmesini amaçladığı İslâm nizamının bütün unsurlarını tek tek ele alır. İki yol gösterici mizan olarak şeriat ve tasavvufu önemser. Büyük Doğu ideolojisinde her kavram bu yol göstericilerin rehberliğinde yeniden değerlendirilir.
İslâm İnkılabı altında gerçekleşecek nizamın Büyük Doğu olarak adlandırılmasında “doğu” kavramının içerdiği anlamların büyük etkisi vardır. Necip Fazıl, ruhumuz da dâhil olmak üzere her şeyin doğudan geldiğini ifade eder. “Doğu, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne olan vatan… Asıl vatandan yere düşünce onu bulduk.”(Kısakürek: 2013: 36) “Kudüs orada, Mekke orada, Kâbe orada… Ne kadar insan yüzü varsa hepsinin birden yöneleceği istikamet sırrı orada…”(Kısakürek, 2013:37) “Doğunun gidiş ve usulü, bütün hak ve bâtıl kollarıyla, bu dünyanın ötesini; Batının gidiş ve usulü de bütün şubeleriyle bu dünyayı fethetmek oldu.”(Kısakürek, 2013:39)
Necip Fazıl, Batıyı madde, Doğuyu da mânâ olarak adlandırır: “Doğuyla Batı arasında, siyaset, askerlik, felsefe, ilim, fen, sanat, iktisat, her planda olup bitenler, doğunun kaydettiğimiz gibi eşya ve hâdiseleri derinliğine doğru, Batının da sığlığına doğru tefsir etmesinden doğan hazin bir usûl ve bünye farkından başka hiçbir müessire dayanamaz. Biri Doğu, derinliğine iner ve sığlıkta kaybolurken, sığlığa serpili bütün dünyayı ihmal etmek gibi hayatî ve esasî bir yanlışa sürüklendi ve öbürü, Batı, sığlığına yayıla yayıla derinlikler içindeki köksüzlük ve temelsizliğinin birdenbire patlak vereceği yirminci asırdaki felaketine, bir zafer geçidi edasıyla adım adım yaklaştı. Ve böylece birinin hakkı öbüründe, öbürününki diğerinde kaldı ve ulvî âhenk hiçbir tarafta büyük murakabe ve tefahhusa vardırılamadı. Fakat Batı, kuru akıl ve mağrur ilim şirretliğini dâima muhafaza etti.”(Kısakürek, 2013:40-1)
Batının maddeye hâkim olması kendisine dünya fatihliğini getirirken, ruhunu ihmal etmesi de ruhî hegemonyasının harap olmasına neden olur. 19. Asır, Batının ruhî buhran yaşadığı ve bu buhranı devam ettirdiği asırdır. “Güzel sanatlardan başlayarak her sahada bozulan muvâzene ve nizam, Batı buhranının Birinci Dünya Savaşı’yla beraber peçesini düşürmesidir. İkincisi, onun her sahada terakkisinden başka bir şey değildir ve tohum birincidedir.”(Kısakürek, 2013:50)
Necip Fazıl, Şarklının Batıyı öğrenerek Şarklı kalmasından yanadır. Necip Fazıl’ın ütopik devlet ve toplum düzeninde, Şarklının ihmal ettiği müspet bilimlerde ilerlemesi, İslâm ruhuna ve manevî değerlerine yeniden sahip çıkması beklenen inkılap olarak ifade edilir. Böylece Başyücelik adıyla yeni bir devlet ve toplum düzeni kurulacaktır.
Yazar, bu düzenin bütün aşamalarını ayrıntılı olarak İdeolocya Örgüsü’nde anlatır. Büyük Doğu ideolojisine göre ideal İslâm toplumunda kumar, içki, fuhuş, zina, faiz gibi cemiyet hastalıkları olmayacaktır. Necip Fazıl’ın ahlâk yaralarımız olarak kabul ettiği ihlas yokluğu, iltimas, hırsızlık, rüşvet, fuhuş, içki, cinayet, kumar, hile, yalan, inkâr, nefret, kargaşalık, İslâm inkılabıyla ortadan kalkacaktır.
Çalışmada Kısakürek’in hikâyelerinde yer alan Büyük Doğu ideolojisi tematik olarak tahlil edilecektir. Hikâyelerinde öncelikle toplumun manevî hastalıklar panoramasını çizen yazar, daha sonra çözüm olarak beklenilen İslâm inkılabının fertler üzerindeki dinî ve ahlâkî etkilerini gösterir.
Böylelikle İslâm ruhunun yeniden canlandırılması durumunda ideal Müslüman, ideal insan ve ideal toplum anlayışının yeniden şekilleneceğini ortaya koymaya çalışır. Hikâyelerde en çok dikkat çeken konular olarak kumar, yozlaşan değerlerimiz, madde-mânâ ilişkisi, kadın ve tesettür temaları Büyük Doğu ideolojisi etrafında incelenecektir.
"Kumar Hastalığı"
Necip Fazıl’ın hikâyelerinde en fazla ele aldığı konulardan biri de kumardır. Yazarın O ve Ben, Kafa Kâğıdı, Bâbıâli gibi hâtıralarında da kumardan bahsetmesinin başlıca sebebi, ilk gençlik yıllarından itibaren bohem hayatı yaşaması ve uzun süre kumar hastalığından kurtulamamasıdır. Diğer sebebi ise mizacındaki birtakım aşırılıkların etkisidir.
Necip Fazıl’ın mizacında itidalin pek yeri yoktur. Orhan Okay, bu mizaç özelliğini kaderle ilişkilendirir. Necip Fazıl’ın karakterinin bu özelliğini asabiyet yani taassup olarak adlandıran Okay, Necip Fazıl’ın doğru olduğuna inandığı hakikatin yani tek’in mutaassıp bir savunucusu olduğuna inanır: Necip Fazıl, kendini Çerçeve adlı eserinde dokuz maddede açıklar ve son maddede “tek görüş etrafında müdahaleci(antiliberal)” olarak tanımlar. Bu tek görüş ister dinî, felsefî ya da günlük mânâda olsun, tek hakikati temsil eder. Necip Fazıl’ın hâtıralarında sık sık görüldüğü üzere başkalarının görüşlerini kabul etmeme nedeni de bu tek hakikatin dışında farklı görüşlere tahammülünün olmamasıdır.
Hayatının dönüm noktası olan Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile tanışmasından bir süre sonra da kumar tutkusu devam etmiştir. Kumarı bir nevi hırsızlık ve birbirini talan etme fiili olarak tanımlayan Necip Fazıl, kumarın ortadan kalkmasını İslâm’a dayanan bir devlet nizamında görür. Büyük Doğu ideolojisinin hüküm sürdüğü bir devlette kumarın bütün âlet ve vasıtalarının alınıp satılması yasaktır. Kumarı oynamanın cezası hapistir, kumarı izlemek, ona katılmak anlamına geleceğinden yasaktır. Kumarı tekrar eden suçlu, vatandaşlık haklarını kaybeder, hudut dışına çıkarılır ve memleket içindeki bütün hak ve mülkiyetlerinden mahrum edilir.
Necip Fazıl, hikâyelerinde kumarbaz başkişiyi “hasta kumarbaz” olarak adlandırır. Çünkü ona göre, kumar tutkusu, ruhu esir almış kötü bir hastalıktır. Rehinlik Maymun (1939) adlı hikâyesinde hasta bir kumarbazın sözleriyle Avrupalı’nın kumarda her şeyini kaybeden Şarklı hakkındaki düşüncelerine yer verilir. Buna göre, Batılı, Şarklının kumar uğruna edeceği fedakârlıklara mistik bir olay gözüyle bakar ve bundan büyük bir hayret duyar. Hikâyede kumar oynayacak para ve kıymetli eşyaları kalmayan iki kumarbaz, bir maymunu rehin bırakmayı göze alırlar. Batılının şaşırdığı şey, bir Şarklının kazanamayacağı halde her şeyini kumara fedâ etmesidir.
Ancak şu ayrıntı gözden kaçmamalıdır. Feda edilen şeyler büyük bir servet, ev, arsa, araba, mücevher gibi maddî kıymeti büyük olan şeylerdir. Batılı, maddenin bir oyun uğruna hiçe sayılmasını anlayamaz. Çünkü Batılının gözünde madde her şeydir. Biricik tapınma nesnesidir. Batılının gözünde Şarklı, bu kadar kıymetli bir şeyi ancak mistik bir olay için hiç düşünmeden elden çıkarabilir. Zaten bazı hikâyelerde kumar uğruna yapılan fedakârlıkla Allah için yapılan fedakârlık arasında da ilgi kurulur.
Yemin
Yazar, Allah’a inanmak konusunda kumarbazın bir banka memuru ya da tornacı ustasından daha avantajlı olduğunu iddia eder. Çünkü Allah’ın tecelli estetiği ile kumardaki âlet dehası arasında bir yakınlık olduğuna inanır. Kumar hikâyelerinin başkişisi, hasta kumarbaz, genellikle yazarın düşüncelerinin temsilcisi konumundandır. Hasta kumarbaz, bâtıl itikatlar nedeniyle kumarbazın Allah’ı kaybedeceğini, Allah’ın bu nedenle kumarı yasak ettiğini, kumarbazı da sevmediğini iddia eder.
Hikâyenin olay örgüsü şöyledir: Hasta kumarbaz, halasının kızının uyarısına rağmen, eniştesinden borç alıp kumar oynamış ve ziyaretinin ertesi günü genç akrabasının öldüğünü haber almıştır. Kumarbaz, musalla taşındaki cenazeye bakarken kumarbaz ile Allah arasındaki ilişkiyi düşünür. Hasta kumarbaz Allah’a inanır ve kumarın kendisini Allah’tan ve O’nun bütün nimetlerinden uzak tuttuğunu bilir. Birçok kez bir daha oynamayacağına dâir yeminler eder. Yeminini defalarca bozar ve dindeki emir olan 18 kilo buğdayı kefaret olarak öder. Bütün büyük yeminlerden sonra yine yeminini bozar ve bir gün yeminsiz kumarı bırakacağına, Allah’a karşı verdiği sözü tutacağına inanır. Zamanla yemin de gözünden düşer ve kumardan kurtulma çarelerini kendi eliyle yok eder. Bu kez ölü kızın kulağına, kendini onunla yan yana düşünerek yemin eder, ancak daha ilk toprak atılırken hem kendi vicdanından hem de yemini dolayısıyla Allah’tan kaçar gibidir. Kendi vicdanı da Allah’tan kaçamayacağını bilir, ancak kumara vicdanını kaptıran kumarbaz, büyük bir ahlâk hastalığına tutulmuş görülmektedir.
Kanaryanın Ölümü (1950)
Kanaryanın Ölümü(1950)’nde 22 yaşındaki mirasyedi bir banka memurunun bir sene gibi kısa bir sürede kumara nasıl alıştığı ve kumar oynayarak neleri kaybettiği hikâye edilir. Kumarbaz, bu sürede annesini aramaz sormaz olmuş, işini ihmal etmiştir. Bir gün bankaya gelen gizemli bir adam tarafından kumar kulübüne davet edilerek tuzağa düşürülür. Kurnaz adam, öncelikle genç kumarbaza kazanabileceği en yüksek parayı kazandırır. Öyle ki, kumarbaz, 3000 lira kazanınca kumarı bırakacağını planlamıştır. Ancak kalbindeki gurur ve sevinç o anda kumarı bırakmasına engel olduğu için oyuna devam eder ve büyük bir zarara uğrar. Genç adam, bu sırada kulüpte aşırı dumandan dolayı kafesinde çırpınarak ölen kanarya kuşunun kendisine Allah’tan bir mesaj olduğunu anlar ve ruhunu bu kuş gibi öldürdüğünü fark ederek pişmanlık duyar. Dolayısıyla kanarya kuşu; ruhun, nefsin kötülükleri altında çırpınmasını hikâye eder.
Surat
Surat hikâyesinde, hasta kumarbaz, ressam arkadaşı tarafından kumardan uzak tutulmak için evinin odasına kapatılır. Yazar, hikâyelerinde kumarbazları görünenin ardındaki gerçekliği düşünmeye yönlendirir. Bu hikâyede kumarbaz, göz ve görmek üzerine düşünür. Ressam, görünenin ardındaki görünmeyeni kurcalamayan, yüzeysel gerçeklikleri kabullenmiş bir karakterdir. Kumarbaz ise gördüklerinin arkasını kurcalayan, bu meseleyle meşgul olmayan diğer insanlara hayret eden Necip Fazıl’ı temsil eder. Necip Fazıl, bu tür düşüncelere Bahriye Mektebi’nde kapılmaya başlar (Kısakürek,2010:153). Ressam, kumarbaz arkadaşına hayata dönmeyi telkin ederken, kumarbaz, metafizik düşüncelerinden dolayı aklını yitirmekten korkar. Kumarbaz, görünen suratların ardında başka suratları sezebilmektedir. Kumarbaza göre asıl çıldırması gereken gerçek anlamda göremeyen, kalp gözüyle sezemeyen ressamdır. Bu hikâyede kumarbazın seziş gücünün yüksek olduğu görülmektedir.
Hikâyelerdeki hasta kumarbaz, Necip Fazıl’ın da biyografilerinde bahsettiği gibi düşünmekten, ressamın deyişiyle “zehirli fikirler”e saplanmaktan kurtulmak için kendini kumara veren, bu şekilde zihnini oyalayan Necip Fazıl’ı temsil etmektedir. Bütün tedbirlerine rağmen kumarbaz, tefekkür etmekten, kalbi ve ruhuyla sezmekten kendini kurtaramamaktadır.
Yazılarında dâhilerin çektiği ıztırap gibi kendisinin de “cins kafa” sahibi olarak her an ıztırap çektiğini dile getiren Necip Fazıl, hayatı boyunca beynini kurcalayan düşüncelerin peşinden gitmiştir. Roman-hâtıra kitabı olan Kafa Kâğıdı’nda bu halini şöyle anlatır: “Niçin semtine kimsenin uğramadığı muhaller peşinde koşuyorum da herkesin rahatça içinde barındığı bedahetler ve mümkünler dünyasına sığamıyorum?.. “Bu hezeyan!” de ve geç!..”(Kısakürek, 2010:154)
Ressamın görme konusundaki yeteneksizliğini ve göremediği Allah’ı kumarbaz, “Allah, şiddetinin zuhurundan gâibtir. Bizse, belirişleri eksik ve yarım olan şeyleri, böyle oldukları için görebiliyoruz.”(Kısakürek, Hikâyelerim:133) şeklinde açıklar.
Necip Fazıl, Tanrı Kulundan Dinlediklerim adlı hâtırasında Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin konuyla ilgili şu açıklamalarına yer verir: “Maddenin sür’ati bilmem ne kadara çıktığı zaman sıfıra iniyor; ziyanın şiddeti bilmem ne olunca, etraf kapkaranlık kesiliyor. “Allah, zuhurunun kemâlinden gaiptir.” Ve bunu anlamak için insana, akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım… sana bu noktada, aklın unsurları ve usulleriyle gösterilmeğe değer hiçbir şey yok.(…) İman tam olduğu zaman ispat yoktur.
Ortada, tek başına, her şeyden mücerret, bütün alâkalarından kesilmiş tek bir şey vardır: İman!” (Kısakürek, 2014:29-30) Kumarbaz, güncel hayatta suratların arkasında başka suratların, başka perdelerin varlığının olmasının, kendisini “arkasında başka bir surat olmayan kumar kâğıtlarındaki suratlar”a yönelttiğini söyler. Böylelikle iskambil kâğıtları, kumarbazı gerçek suratlar yani varlıkların arka yüzü üzerinde düşünmekten alıkoyacaktır. Aksi takdirde çıldırmanın eşiğindedir.
Hasta Kumarbazın Ölümü (1967)
Bu hikâyede de Surat hikâyesindeki düşüncelerin benzeri dile getirilir. Hasta kumarbaz, pansiyon odasında ölü bulunur, not defterinde hasta kumarbazın kumar tutkusunu açıklayan sözler vardır: “Herkes benim kumarı kumar için oynadığımı sanıyor. Bir zamanlar o kadar bağlı olduğum sanat ve edebiyatı bunun için bıraktığımı sanıyorlar. Hâlbuki ben kumarı, düşünmemek için oynuyorum. Ruhuma üşüşen sabit fikirlerin, beyin zarımı yırtan vehimlerin biricik ilacı olarak onu buldum. Kumarı oynayamayacak hale geldiğim gün intihar etmekten başka çarem kalmayacaktır.” (Kısakürek, Hikâyelerim:148)
Hikâyede görüldüğü üzere kumarbaz, tehlikeli, sabit fikirlerden o denli korkmaktadır ki intihara yönelmeyi bir çare olarak görebilmektedir. Bahriye Mektebi’nde öğrencilik yıllarında ilk metafizik arayıcılıklarına başlayan, madde ötesi düşünce ve bedahetler ilerisi eşyayı kurcalama gayretinde bulunan Necip Fazıl, bu ilk gençlik yıllarında sabit hayallere kapılmaya başlar. Zamanla artan bu düşünceleri delirme korkusuna kadar ilerler. Yani bazı düşüncelere yoğunlaşarak kendine zarar vermekten çekindiği gibi kendini kaybetmek korkusunu da üzerinden atamaz.
Hasta Kumarbazın Not Defterinden
Hasta Kumarbazın Not Defterinden adlı hikâyesi, Hasta kumarbazın Ölümü hikâyesinin devamı niteliğindedir. Hikâyede kumarbazın ölümünden sonra polisler tarafından bulunan not defterinden şuna benzer sözler paylaşılır: “Kumara olan bağlılık Allah’a olan bağlılıkla yer değiştirilirse gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur.” (Kısakürek, Hikâyelerim:151)
Yukarıda ele alınan Rehinlik Maymun hikâyesine benzer şekilde kumar tutkusunun tıpkı ilâhî aşk gibi birtakım sonuçlara yol açtığı ifade edilir. Ancak gaye farklı olduğu için Allah’a olan bağlılıkla ilgisi yoktur. Yazara göre kumar hastalığı, manevî bir hastalıktır, çaresi de din gibi manevîdir. “Din bağları, adamına göre, en kalın zincirden kuvvetli ve en ince iplikten daha zayıf… Üstünlüğü ve kuvveti de buradan geliyor dinin… Ama ruhunu karartana ne fayda!.. Mutlaka maddeyle destekli bir mânâ tedbiri lâzım… Nerde o ideal cemiyet ki, sarhoşu, esrarkeşi, kumarbazı, şunu bunu kamplara yerleştirir ve oralarda kıskıvrak bağlayıcı bir madde zabıtası içinde mânâ ile tedavi eder?” (Kısakürek, Hikâyelerim:154-5)
Necip Fazıl’a göre birtakım manevî hastalıkları iyileştirmek için ihtiyaç duyulan ideal cemiyet Büyük Doğu ideolojisiyle gerçekleşecektir.
Ahlâkî ve Toplumsal Yozlaşma Necip Fazıl, hikâyelerinde toplumda İslâm’ın bir yaşam modeli haline getirilmemesinden doğan ahlâkî yozlaşmayı işler. Üstada göre “Ahlâkın iki kaynağı vardır: Dinler ve din yerinde felsefî mezhepler.” (Kısakürek, 2013:93)
“Metafizik temeli olmayan hiçbir fikir sistemi üzerinde hiçbir ahlâk telâkkisi bina edilmez (Kısakürek, 2013:93), diyen Necip Fazıl, hikâyelerinde ele aldığı ahlâkî yozlaşmanın nedenini “eski çağlarda ham ve kaba softanın bu ahlâkın saf ve hâlis iman cephesini kurutmasına; yeni çağlarda da Avrupalıya körü körüne hayran, modern inkâr yobazının bu ahlâkın öz kaynağını yıkması ve inkılabın yeni bir ahlâk telakkisi getirmemesine bağlar.” (Kısakürek, 2013:95)
“Ahlâk kaynağımız İslam ahlâkıdır. Ne olduk ya da olamadıksa bu ahlâka yaklaşımımızla ve ilişkimizle ilgilidir. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan budur!” (Kısakürek, 2013: 98) diyen Necip Fazıl’a göre tek kurtuluş çaresi vardır o da İslâm ahlâkına yeniden dönmek.
Necip Fazıl, fikrî eserlerinde tahlil ettiği 400 yıllık buhranı, Tanzimat’tan evvel ve Tanzimat’tan sonra olarak ayırır ve bu iki dönemi de Tanzimat’tan üç asır sene öncesi, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’ten İkinci Dünya Harbi’ne olmak üzere üç merhale olarak ele alır. Necip Fazıl’a göre Tanzimat’tan itibaren Batıya duyulan sınırsız hayranlık; dünyayı ve nefsi müşahede altına almamak, yaşadığımız ahlâkî buhranın ve yozlaşmanın temel nedenlerdir (Kısakürek, 2013:54-5). Ahlâk bozgunumuz, fikir bozgunumuzu da beraberinde getirmiştir (Kısakürek, 2013:96).
Yozlaşan ahlâkın aracılık ettiği akılcılık ya da maddecilik gibi tek yanlı fikirlere kapılmak ruhî anlamda gerilemenin kapısını açar. Yazar, Kırmızı Kordela(1959) adlı hikâyede, yozlaşan toplum değerlerinden, gelenekten uzaklaşmanın genç kızlar üzerindeki olumsuz etkilerinden bahseder. Hikâyenin başkişisi Perizad, 15 yaşındayken kırmızı kordela takarak iş hayatına adım atar. İlk olarak patron kâtibi onu taciz eder, derken patronu onu sinemada taciz etmeye kalkar, Perizad karşı çıkınca işinden kovulur. İkinci işi sinema biletçiliğidir.
Zaman zaman kırmızı kordelayı beyaz kordela ile değiştirir ve bu şekilde aşk hayatı ile ilgili mesajlar verir. Annesi onu 19’undan sonra pazarlamaya başlar. Genç kızın ahlâksız bir yaşama sürüklenmesine karşılık, evden çıkmadan sürekli Kur’ân okuyan büyükbabası bu yozlaşma rüzgârından korunmayı başarır.
Yazar, büyükbabanın yakında öleceğini bildiği için dünyanın maddî cazibesine kapılmadan âhiret için çalıştığını ifade eder. Bu tavır, gerçek bir Müslümanın ilerleyen yaşında da bilinçli olarak devam ettireceği bir yol iken, İslâm’ın değerlerinden uzaklaşan 19-20. Asır gençliği için dünya bir amaç haline gelir. Yazar, bu hikâyede üç nesli karşılaştırır. Toplumda son 50 yıldır yaşanan ahlâkî yozlaşma, anne ve kızı olumsuz olarak etkilemiş, bir asır öncesinde dünyaya gelen büyükbabayı ise onlardan ayrı tutarak İslâmî geleneğe bağlı kılmıştır.
Şehlâ Râziye
Şehlâ Râziye hikâyesinde de Kırmızı Kordela’ya benzer şekilde ahlâksız bir hayata sürüklenen genç bir kız hikâye edilir. Çocukken öksüz kalmış olan Şehlâ, babaannesiyle yaşamaktadır. Yıkanmayı sevmediği için kirli, ayrıca çirkin bir kız olan Şehlâ, köy yolundan geçen kırmızı bir arabaya binerek büyük şehirlere gider ve ünlü bir sinema artisti olur.
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde İslâmî değerlerin son 50 yıldır büyük oranda yaşatılmadığı Türk toplumunda, gençlerin sinema artisti olmayı önemsediklerini ve bu uğurda kimliklerini yitirdiklerini dile getirir. Şehlâ Râziye, İslâm ahlâkına aykırı bir dans şekli olan striptiz yapmak için Amerika’ya götürülür.
Hâlâ yıkanmayan, kolonyalı mendillerle temizlenen Şehlâ Râziye, dergi kapaklarındaki çıplak resimleri ile tanınmaya başlar. Böylece babaannesinin değerlerine aykırı bir yaşam içine sürüklenir. Ölümünün de yine kırmızı bir araba kazası ile olduğunu haber alan babaanne, torununun ölümüne üzülmekten ziyade yabancı memlekette teneşirde yıkanamayacağına hayıflanır. Burada yazarın altını çizmeye çalıştığı konu, Şehlâ gibi genç kızların kendi dinî ve millî değerlerinden uzaklaşarak büyük bir felâkete yuvarlanmakta olduklarıdır. Kırmızı araba ile zevk, hırs ve şehvetin amaç haline getirildiği, Doğu kültürüne aykırı bir yaşam şekli sezdirilmektedir.
Yusufçuk (1959)
Yusufçuk adlı hikâyede, yozlaşmanın arttığı toplumda nefsinin isteklerine esir düşenlerin uğradıkları zararlar hikâye edilir. Hikâyenin başkişisi olan ve ismi verilmeyen bir genç, kendisine her ânında seslenen bir yusufçuk kuşunun varlığını hisseder. Yazar, yusufçuk kuşu vesilesiyle genç delikanlıya ruhunun sesini duyurmak ister. Yani yusufçuk kuşu, ruhu; yusufçuğun sözleri, ruhun uyarılarını temsil etmektedir. Yusufçuk, “Sakın ha, gel etme, hep ağla, nereye, kurtuluş” gibi sözlerle hikâye başkişisine insanlığını ve vicdanını hatırlatma görevini üstlenmiş gibidir. Hikâye kişisi genç, nefsânî özellikleri ağır bastığında ruhunun sesini duymadığı gibi yusufçuğu da duymaz. Bu duyarsızlığının artması üzerine sokakta yusufçuk kuşunun ölü bedeni ile karşılaşır. Nitekim, başkişi, nefsini müşahede altına almadığı, terbiye etmediği için nefsinin kötülüklerinin ruhunu öldürmesine seyirci kalmıştır.
Sübyan Koğuşu (1965)
Sübyan Koğuşu adlı hikâyede yazar, sübyan koğuşu üzerinden, bozulan toplum ahlâkının, çocukları ve gençleri nasıl olumsuz etkilediğini anlatır. Hikâyede hapishanede, fikir adamı olarak nitelenen bir mahkûm ile başka bir mahkûm, çocuk hapishaneleri üzerine konuşmaktadırlar. Sübyan koğuşlarında çocukların kendi hallerine bırakıldığı ve özellikle ilk gece ve son gece bütün koğuşun cinsel saldırısına mâruz bırakıldığı anlatılır. Diyalogda şöyle bir cümle geçer: “Fertleri öldürenler zindana atılıyor da cemiyetleri öldürenler de neden ceza görmüyor?” (Kısakürek, Hikâyelerim:122) Kısakürek birçok hikâyesinde İslâmî yaşantıdan, şeriat ve tasavvuftan uzaklaşmanın toplumda bütün değerleri alt üst ettiğini anlatır. Yazar, bu hikâyede fertlere toplum düzenine karşı da sorumluluk yüklemek ister. Hikâyede sübyan koğuşuna gelen masum bir çocuk, diğerlerinden farklı bir tavır sergileyerek ilk gece kendisine saldırmaya kalkışanlara, kendini ve yatağını ateşe vererek karşı koyar ve hastaneye kaldırılır. Ertesi gün gazetelerde ölümü, küçük bir haber şeklinde verilir. İşte bu genç, geleceğin İslâm gençliğinin habercisidir. Onuru ve namusu için her türlü zorlukla savaşır. Ancak toplum, henüz bu gençlere alışık değildir, bu nedenle böyle bir habere gazetede küçük bir bölüm ayrılmıştır. Bu devirde gazeteler, eğlence hayatına, Batılı yaşantıya ve kadın resimlerine geniş yer ayırmaktadırlar.
Büyük Doğu ideolojisinde toplumun bütün alanlarında gerçekleşecek olan İslâm inkılabı, basını da kapsayacak ve yazılı-görsel basında İslâm’a ve geleneğe aykırı haber ve resimlere izin verilmeyecektir.
Robdöşambr (1966)
Robdöşambr adlı hikâyede, gençlerin eğitimi ve yozlaşan toplum değerleri ele alınır. Yazar topluma ayna tutmak için iki üniversiteli gencin diyaloglarına yer verir. Yazar, iki saat konuşan gençlerin kelime hazinelerinin son derece zayıf olduğunu, insana yakışır cümleler kuramadıklarını ifade eder: ”Fakat bu zamane çiftine bakıyorum da metafizik veya konuşan hayvan dedikleri insanın, yeni nesillerde ne hâle gelmiş olduğunu görüp şaşırıyor, kalıyorum. Tek bir meseleleri, ruh ukdeleri yok! Kız bir ölü gözü gibi korkunç bir bezginlik çukuru hâline gelen kayıtsız gözlerini önündeki gazetenin bulmaca köşesine dikmiş, genç adamı dinler gibi yapıyor. Genç adamsa oralı değil; hırlar gibi konuşuyor, cümle tertiplemek zahmetinden uzak, yeni şiir edasıyla laf ediyor. Taraflar arasında ikişer kelimeden daha uzun cümle yok…”(Kısakürek, Hikâyelerim:127) Diyaloglarda sıkça geçen ilerici-gerici kelimeleri, Tanzimat’tan itibaren Türk toplumunda, gündelik hayatın her alanına yerleşen ikiliği işaret etmektedir. Zihniyetin algısına göre, mini etek giymek ilericilik, mini eteği eleştirmek gericilik, erkek arkadaşın hesabını ve masraflarını genç kızların ödemesi ilericilik, kız-erkek ayrımı yapmak gericiliktir. Kıskanmak gericilik, kıskanmamak ilericiliktir. Bu temelsiz iddiaların sebebi kendi kültürlerine yabancılaşmış gençlerin, ezberci bir yöntemle kalıplaşmış ifadeleri kullanarak kendilerine “modern” olma yolunda kimlikler edinme çabalarıdır.
Viyolonsel (1967)
Viyolonsel adlı hikâyede maddeci zihniyetin yerleştiği toplumda kalbî değerlerin, vicdanın kıymet kaybettiği hikâye edilir. Eski İstanbul hanımefendilerinden Zehra Hanım, babasız büyüttüğü oğlu Hayati’nin iyi bir geleceğe sahip olmasını çok ister, ancak oğul, gece yarıları eve geldiği gibi, evle ve annesiyle bütün bağlarını koparmıştır. Genç delikanlı, bir gün bir arkadaşının tavsiyesiyle viyolonsel almak ister, ancak annesi, “o şeytan âletlerine para vermem” diyerek oğluna para vermeyi reddeder. Anne, bir gece Yasin Sûresi’ni okurken hayatını kaybeder ve cenazesi iki yakın arkadaşı tarafından kaldırılır. Oğul ise annesinin parasıyla hemen o gün viyolonsel satın alır ve annesi için okunan Kur’ân’a rağmen odasında viyolonsel çalmaya başlar. İnsanın tüylerini ürperten bu sahne, vicdanını ve Müslüman kimliğini kaybeden Türk gencine çarpıcı bir örnektir. Genç delikanlının, İslâm geleneğine bağlı bir yaşam sürmediği, annesinin cenazesine karşı sorumluluk duygusu ve vicdanî tavırla yaklaşmamasından açıkça anlaşılmaktadır. İslâm’da ölüm bir son değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ancak toplumda, Müslümanlığı ruhunda hissetmeyenlerin ölümü kabullenmekte zorlandığı, hatta ölümden kaçmaya çalıştıkları görülür.
Necip Fazıl, iki ayrı hikâyede ölümün olmadığı bir yer arayıp bulduklarını sandıkları anda bir sesle ölüme çağrılan kişilerden söz eder. Bunlardan biri Ses(1967) hikâyesidir. Ölüm korkusu yüzüne yansıyan heykeltıraş, ölümün olmadığı bir yer arar, sonunda bulduğunu düşünür, ancak 50’ye varmadan bir tepenin çağırdığı sesin peşinden giden insanların bir daha dönmediğini öğrenir. Biraz sonra ise ismi çağrılır ve ölüme doğru gitmekten kendini alıkoyamaz.
Yolcu (1967)
Yolcu hikâyesinde ise, kanser hastası bir yolcu ölümden kaçmak için diyar diyar gezer ve sonunda bir Hintlinin sözü ile ölümün her yerde olduğunu anlayarak evine döner. Okumak için kendine İlmihal alır. Cenaze bahsini okurken dadısının sesini duyar gibi olur ve merdivenlerden inerken yuvarlanarak kalpten ölür. Yani, önceki hikâyede olduğu gibi ölüme çağıran bir sesin peşinden giderek hayatını kaybeder.
Gözlerinde Merhamet Yok (1967)
Bu hikâyede yozlaşan aile anlatılır. Halit adlı fakir bir gazeteci çocuk, zengin bir aile tarafından ölen çocuklarına benzetildiği için evlatlık alınır, ancak yeni evinde, Halit’in sadece maddî ihtiyaçları karşılanır. En ufak bir sevgi ve şefkat görmeyen Halit, bu insanların kendisini sevmeyeceklerse neden ailesinden ayırdıklarını anlayamaz. Oysa Halit’in babaannesi kalbî değerleri ve aile bağlarını koruyan nesildendir. Zengin ailenin fertleri ise birbirinden kopuktur. 19. Asrın getirdiği manevî buhran, aileyi de temellerinden sarsmıştır. Söz konusu evde iskambil partileri düzenlenir, aşırı içki tüketilir. Karı-koca birbirine ilgisiz, sorumluluklarına duyarsızdır, çocuklar anne-babanın sorumluluğundan çıkmışçasına eve geç saatte gelirler. Dolayısıyla Batılı yaşayışı ve değerleri temsil eden zengin ev, Halit’in gözünde tamamen yabancılık duyduğu bir mekâna dönüşür, bu nedenle Halit, kendi ailesine ve geleneksel yaşantısına döner.
Sihirli Değnek
Sihirli Değnek hikâyesinde de yozlaşan aile ve maneviyatsız maddî yaşamın zararlı sonuçları hikâye edilir. Hikâye başkişisi, nizam düşkünü bir gençtir. Gençliğinden itibaren insanlara hükmetme hastalığına sahiptir. Bu nedenle kendine en uygun meslek olarak orkestra şefliğini seçer. Çünkü şefin değneğiyle bütün uyumsuz sesleri birliğe ve âhenge yönlendirdiğine şahit olur. Yıllar sonra uzun çabalar sonucu orkestra şefi olur. Bu sırada evlenmiş, iki evlada sahip olmuştur. Ancak ailede bir nizam yoktur, karısı sabahlara kadar içki, fuhuş ve kumarla vakit geçirir. Oğlu top peşinde koşar. Kızı da kulüplere dadanmıştır. Aile fertleri, dinî hayat ve İslâm ahlâkından uzak bir yaşam sürmektedirler. Şef, kendi evinde nizam olmadığını fark eder. Necip Fazıl, 50 yıldır, 10 yaşında futbol, 20 yaşında sinema, 30 yaşında kumar, 40 yaşında içki, 50 yaşında ihtikâr, 60 yaşında sahte vatan edebiyatı ve inkılap nakaratı kahramanlarından başka hiçbir şeyin zuhur etmediğini söyler(Kısakürek, 2013:89). Necip Fazıl’a göre kendi geleneklerine yabancılaşmış bu tür ailelerde nizam, Büyük Doğu ideali ile gerçekleşecektir. Çünkü İslâm İnkılabı yani Büyük Doğu ideali, aileyi, toplumun temeli kabul eder. Bu nedenle yeni nizamda müstakil bir aile zâbıtası ve mecburî aile kursları olacak, devlet ve aile el ele çocuğu yetiştirecektir. Böylece çocuk yetiştirme, devletin görevleri arasında yer alacak, sevgi ve şefkatin yaşandığı, kültür ve dinin canlandırıldığı aileler, yeniden toplumun temeli haline getirilecektir.
Babaanne (1967)
Babaanne adlı hikâyede, gençliğin ahlâkî yoksulluğu konu alınır. Yazar, nesil çatışmalarıyla toplumun bir asır içinde nasıl karanlık bir cemiyete dönüştüğünü, hikâye kişileri ağzından anlatır ve bir babaanne ile torunu olan Sevil arasındaki kuşak farkını örnekler. “Modern” kabul edilen genç kızlar, annelik duygusundan, vicdan ve merhametten tamamen uzak yetişmektedirler. Sanıldığının aksine Batıya yüz çeviren Tanzimat neslinden itibaren, ideal bir toplum değil, çok kısa sürede özünü yitiren, kimliğini kaybeden, madde sevgisini hayatının merkezine koyarak “insan” ve “kul” olma bilincini yitiren bir toplum ortaya çıkmıştır. Yazar, hikâye kişisi ağzından bu toplumun insanlarını hayvanat bahçesi canavarına benzetir ve aradaki farkı şu sözlerle ortaya koyar: “Şu 50-60 yıl öncesinin genç kız nesline bak! Bir de o kadar merak ve heyecanla aradığı her halde torunu olacak Sevil’i düşün! Henüz görmedim ama, ne mal olduğu, saçının biçimine ve iskarpinlerinin markasına kadar, adından belli… bu iki kutup arasına 50-60 yılda giren mesafeyi beş asra sığdıramazsınız! Kafesli ev nerede, plaj kabinesi nerede? İçinde fayton arabalarının müşteri beklediği, tenha, hele büsbütün kadınsız sokaklara karşılık bugünkü trafik manzarası… Petrol lambasından floresan ışığına ve peçeden donsuzluğa… bütün bunlar hep bir arada ve topyekûn isimleri, terakki… Şüphesiz ki, terakki? Ama nasıl? Mesela şu torunu için çıldıran delice şefkat duygusundan Sevil’de en küçük pay var mıdır? Bu son nesil uçup gittikten sonra geride kalanlarda eski Türk annesinden ne kalacaktır? (…) Bu sokaklara vurmuş ve topyekûn mânâ dünyasını kaybetmiş, ihtilaç içindeki son nesil nasıl kurtulacak, onun ruhuna yivlerini kazıdıkları eski mânâlar nasıl yeniden nakşedilebilecek?” (Kısakürek, Hikâyelerim:210) Necip Fazıl’ın işaret ettiği üzere torunlar, büyüklerinden toplumsal ve manevî değerleri devralamaz ve geleceğe taşıyamaz hale gelmişlerdir. Bu durum toplumda nesiller arasında büyük bir kopukluk yaratmakta ve milletin maddî ve manevî birliğine zarar vermektedir. Necip Fazıl, bu konuyu fikir yazılarında şöyle özetler: “Tanzimat’tan beri satıh taklitçiliği yeni, şahsiyetsiz ve köksüz nesillerini yetiştirmiş, hayata atmış; bu nesiller de Türk âilesi içinde büyük baba ve oğul arasında müthiş bir tezat manzarası heykelleştirmeğe başlamıştır. Bir aile içinde herkes birbirine yabancı ve küskündür. Herkesin tahlil edemeden sezdiği şey, imanı ve ahlâkıyla bütün bir dünyanın battığı, yerine hiçbir dünyanın getirilemediği, satıh ve deri üstünde binbir cünbüşe rağmen her şeyin kuru bir teselliden ibaret olduğudur.” (Kısakürek, 2014: 65)
Pansiyon Yolu (1968)
Pansiyon Yolu hikâyesinde ideal İslâm toplumunda en önemli konulardan biri olan nefis terbiyesi ele alınır. Hikâye başkişisi genç üniversiteli, idealin peşinde kendine bir yol aramaktadır. Yazarın deyimiyle nefis muhasebesi illetine tutulmuştur. İdealin peşinde önce içkiyi dener ve sonrasında onun yalancı bir teselli olduğunu anlar. Genç, dünyada her şeyin sahte olduğunun farkındadır, ancak gerçeği nerde bulacağını bilememektedir Komünistler bu duruma burjuvayı öldürüp sosyalizmi getirerek çare bulacaklarını iddia ederler. Ancak genç delikanlı, komünistlerin büyük bir haksızlık içinde bulunduklarını anlamıştır. Komünistler, din afyondur ve zulüm dünyasının hâlâ istismar âletidir, diyerek din ihtiyacını susturmaya çalışırlar. Üniversite profesörü ise hürriyet ve demokrasi idealinden söz eder. Genç, bütün çoklu yollar arasında şöyle düşünür: “Yani hakikati tekte bulmanın değil de sayısızda aramanın ve her defa yanılmanın rejimi… Ben merkep hürriyetiyle hür olmak yerine hakikat esaretiyle bir ideale köle olmayı istiyorum! Bunu bana kim ve ne verebilir?” (Kısakürek, Hikâyelerim:215) Necip Fazıl, fikrî eserlerinde bir Müslümanın sadece hakikate yani Allah’a teslim olarak gerçek hürriyete kavuşacağını ifade eder. Ayrıca Komünizma, Nazizma ve Faşizmanın birer ideolocya olmadığına, sadece dünyayı nefsine tahsis etmek gayesinde birer psikolocya olduğuna inanır. Hikâyede Kaldırımlar’dan Sakarya’ya arayışta olan genç, gece kulübünden pansiyona dönerken duyduğu ezan sesi ile hakikatle yani İslâm’la tanışır: “Bu seste aradığını ona harfi harfine vaad eden, dünya ve ötelerin hesabını veren ve ölümsüzlüğü kefâlet altına alan bir ifade vardı.” (Kısakürek, Hikâyelerim:215) “Haydi kurtuluşa, diyor! Bu sözü söylemesi, yani insanları kurtuluşa muhtaç görmesi, davasının hak olduğunu ispat etmek için bana yeter! Bu noktada öyle bir bedahet var ki, ispatın üstünde.” (Kısakürek, Hikâyelerim:216) Bu uyanış sonucu, arayışta olan genç, kurtuluş yolunu bulur ve pansiyon yolunu camii yoluna dönüştürür.
Blok Apartman (1971)
Blok Apartman hikâyesinde ise Doğu-Batı ikiliği ele alınır. Hikâyede, bir hariciyeci ile eşi Dış İşleri’nde çalışmaktadırlar. Bir apartmanda oturan karı-koca, aile olma sorumluluğuna duyarsız bir şekilde geceleri ayrı ayrı gezerler. Karı-koca, Batılılaşan yeni nesli, yeni aileyi temsil eder, onlarla birlikte yaşayan kayınbaba ise gelenek ve İslâm’a bağlı yaşayışı temsil eder. Bu nedenle kayınbaba, kendi geleneğinde görmediği bu tür bir evliliğin inkılap olarak adlandırılmasını kabul etmek istemez ve yazarın sözcülüğünü yaparak Batılılaşmanın iç yüzünü ortaya koyar: “İnkılap mı dedin; hangi inkılap?.. Batıyı, hem yanlış anlayarak bir saman kâğıdı üzerinden kopya etmek mi inkılap… Bak, ben sana göstereyim, sizin inkılabınız nedir? Şu içinde oturduğumuz blok apartman var ya; işte o… Uzun bir sofra üzerine sıralanmış sefertasları gibi, kat kat, zevksiz, biçimsiz, ruhsuz, mânâsız apartmanlar ve içlerinde her aileye mahsus bir tas, bir kap; bir hücre… Nerede eski zamanın yan yana, omuz omuza, kafa kafaya, yahut küçük bir bahçe farkıyla göz göze evleri, köşkleri, konakları; nerede bunlar? O zamanlar komşuluk diye bir şey vardı ve komşu hakkı en üstün tanınırdı. Elbette, din terbiyesi neticesi… Fakat ne ince bir bünyeleşme içinde, ne derin millî ve ictimaî bir duygu! Siz ne yaptınız? O, çoğu ahşap, eciç-bücüç evleri yıkıp, Avrupa budur diye, yerlerine, aynı aptal ve donmuş kalıplardan çıkma apartmanlar, üstelik geçit resmine hazırlanan çöpçü taburları gibi blok binalar diktiniz. Her zevki çiğnediğiniz bir tarafa, komşuluk mefhumunu öldürdünüz! (…) Ne biz, Batının, şehirleri ejderhalaştırıcı iktisadî ve sinaî şartlarına mâlikiz, ne de Batıda, belli başlı iş merkezleri dışında vaziyet böyledir. Bizimki sadece dış çizgilerin kopyası ve onun olmadığını olmaya özenme…(…) Demek istiyorum ki bütün yaptıklarınız, Türk’ü Türk’ten alıp yerine Avrupalı olmayan vahşi bir melez getirmiş bulunmanızdan ibaret…” (Kısakürek, Hikâyelerim:249-50) “Bu bir apartman meselesi değil, ruh davası!..” (Kısakürek, Hikâyelerim:250) Batılılaşmanın getirdiği yeni hayat, bütün değerlerin, eski geleneksel yaşantının içini boşaltmış, insanların birbirinden uzaklaşıp kendi içlerine kapanıp bencilleşmelerine, insanî duygularını yitirmelerine hız kazandırmıştır. Türk toplumunda Doğu-Batı ikilemi, yabancı bir topluma serbestçe benzemeye çalışırken, kimliğini yitirdiğini fark etmeksizin ruhsal ve kültürel bir çatışmanın içine girmektir. Necip Fazıl, Batıyı yüzeysel olarak taklit edip Batının ruhunu kavrayamadığımızı şu sözlerle ifade eder: “Avrupalı bize, son derece maharetle idare ettiği gizli telkincileri vasıtasıyla kendi öz ruhunu terkip eden cevherlerden hiçbir şey kaptırmaksızın, birer cansız ve mânâsız kalıp halinde, şapkasını, ceketini, pantolonunu, muaşeret edeplerini ve ideolocya posalarını, âletlerinin ihraç malı beylik mamûllerini verdi ve bütün bunların sırrını kendisine sakladı.” (Kısakürek, 2013:76) Necip Fazıl’ göre Avrupalı; metod, sistem, akılla maddeye tahakküm sistemi, laboratuvar tecrübesi, Yunanî ve hendesî zevk unsurlarından mürekkeptir. Bir asırlık Avrupalılaşma gayretimize rağmen bu unsurlardan birini alır ve bu gidişin kof ve sahte olduğunu anlardık(Kısakürek, 2013:75). Komşuluk ilişkimizin hukukunu belirleyen Peygamberimiz; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” der, bu hikâye ile Batılı olma uğruna komşuluk haklarını unuttuğumuz ve komşunun ölümü sırasında yardıma duyarsız kalacak kadar kendimizi, ruhumuzu yitirdiğimiz gözler önüne serilir.
Kadın Giyiminde Devrim Necip Fazıl, hikâyelerinde değişen kadın kıyafetlerine ahlâkî yozlaşma üzerinden yer verir. İdeolocya Örgüsü’nde kadın ve tesettür için şu düşünceleri paylaşır: “Kadın İslâm’da, her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur ve bütün mahrem köşeleriyle çepeçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi edep, ismet ve gizlilik surlarıyla halkalanmıştır.” (Kısakürek, 2013:137) “İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek tel saçın bile dahil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve vazifedar bir unsur olabilir.” (Kısakürek, 2013:137) Kadın İslâm’a uygun tesettüre girdikten sonra istediği alanda çalışabilir, eğitim alabilir, aktif olabilir.
Rüya (1971)
Rüya adlı hikâyede ruhunu, mânâsını yitiren bir toplum için temiz ve özüne bağlı kalabilmiş insanların büyük sıkıntı yaşayacağı hikâye edilir. Hikâyede başkişi Fatma, kadın evliyaların menkıbelerine meraklı, Hz. Fatıma’ya ve onun soyundan gelen Seyyide-tün-Nefise’ye hayran bir genç öğretmendir. Genç kız, kendini köyde Allah’a ve öğrencilerine adar. Bir gün rüyasında Seyyide-tün-Nefise, açık-saçık kadınlar arasında kendini koruyamayacağını söyleyerek ona ölümünün yakın olacağını sezdirir. Böylece evlendikten kısa bir süre sonra eşiyle birlikte trafik kazasında hayatlarını kaybederek bu çirkin ve yozlaşmış dünyadan kurtarılırlar.
Nokta (1971)
Nokta adlı hikâyesinde Abdülhamid devrinin mabeyn kâtiplerinden Hâdimünnas Efendi’nin torunları tarafından kapı dışarı edilmesi anlatılır. Arzuhalcilik yaparak geçimini sağlayan Hâdimünnas Efendi’yi en çok yaralayan gardrop devrimine şahit olmasıdır. Eşinden torunlarına kadar son derece hızla değişen kadın kıyafetlerine şahit olan ve eşinin tango çarşafını kabullenemeyen dede, ne yazık ki torunlarının bikini giymesine kadar büyük bir değişimi yaşamaktan muztariptir. Ferace, kapalı çarşaf, tango çarşaf yeni asırla birlikte, manto, Avrupalı robu, kısalan etek, mayo, bikini-mayo ve mini eteğe dönüşür. Hâdimünnas Efendi’nin kızlarından biri ses yıldızı, diğeri sinema artisti olur ve gazetelerde resimleri çıkar. Vicdan ve merhametlerini yitiren kızlar, sahte bir haber olarak dedelerinin ölüm haberini gazetede ilân vererek dedelerinin kendi ölümünü gazeteden okuduğu sırada kalp krizi ile ölümüne neden olurlar.
Örtüdeki Sır (1967)
Örtüdeki Sır adlı hikâyede Yüksek sosyete denilen bir toplantıda Necip Fazıl’ın düşüncelerini temsilen genç şair, tesettür hakkında şöyle der: “Bütün sır örtüde… Kadın soyundukça vazıhlaşıyor, böyle olunca da mânâ peçesi düşmüş bir şiir gibi basitleşiyor, yavanlaşıyor, çirkinleşiyor…” (Kısakürek, Hikâyelerim:187) Necip Fazıl, kadının örtüye büründüğünde değerini koruduğuna inanır: “Bütün sır örtüde… Örtü, kadının mânâsına, aranması, bulunması, erişilmesi lâzım bir derinlik veriyor. O mânâyı zorlaştırıyor, giriftleştiriyor, kıymetlendiriyor. İdeal… İdeâl işte budur: Aranması, bulunması, erişilmesi gereken gaye… Kadın, vücuduyla idealden bir çizgidir ve mutlaka perde arkasında, göz ufkunun gerisinde el uzanır uzanmaz tutulamayacak bir noktada olmalıdır.” (Kısakürek, Hikâyelerim:187-8) Kısakürek, hikâyedeki genç şairin düşüncelerini İdeolocya Örgüsü’nde şöyle destekler: “Kadın, mücerret kadın olarak mücerret güzellik ölçüsüyle, ancak İslâm şeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırılçıplak etin vahşetini esirî bir tılsıma götüren örtü sırrı, münhasır estetik gözüyle de yalnız İslâm’dadır.” (Kısakürek, 2013: 138) Hikâyede ilerici geçinen gençler, genç şairi yobazlıkla suçlayarak itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Genç şair, İslâm’ın kadına büyük bir değer verdiği için onu tesettüre soktuğunu anlatır: “Siz, bütün ilericiler, kadını kurtarmak ve nâdid bir yemiş gibi soyup ortaya koymak isterken onu, en aziz mânâ ve tesiriyle öldürüyorsunuz! Kadını, yok ettiğini sandığınız dine karşı onu katil elinden kurtarırcasına kapıp, kasap çengellerinde fiyonglu bir ceset hâline getiren, yani gerçekten yok eden sizsiniz.” Hikâyede rol icabı genç şairi aldatmak için tesettüre giren genç kız, şairin fikirlerinden etkilenerek tesettürü kabullenir.
Mini Etek (1967)
Mini Etek adlı hikâyede, yozlaşmış bir cemiyete isyanını mini etek giyen torununun yüzüne kezzap dökerek böylece onu eve kapatmaya zorlayarak gösteren bir büyükbaba anlatılır. Büyük baba, kadınların örtüsünün kendi eşinden başlayarak torununda son nokta olan mini eteğe kadar devrildiğini görmekten dolayı acı duymaktadır. Büyükbabaya göre, kıyafet devrimi, ruhları kanatıp yaralamaktadır: “Ne senin sürdüğün, ne de annenin sürüklediği iğrenç hayat üzerinde durmaya değer! Ne annenin içkisi ve kumarı, ne senin “ye-ye”ciliğin ve esrarkeşliğin bana fazla bir acı verebilir, şu, suratınızda tek rikkat ve merhamet çizgisi bırakmayan inkâr ve ihtilaç halinizi, ruhi sefalet ve şenaat hayatınızı örnekleştirmek, içtimaileştirmek gayretinizdir ki, taşıdığı sosyal mânâ bakımından beni çıldırtıyor! Bu işin temsilcisi mini etektir ve yarım asırdır yukarıya doğru çekile çekile bayraklaştırmak istediği mânâya doğru yükselen örtü, nihayet mini etekte gayesine varmıştır.” Mini etek, giderek ahlâk, edep ve din gibi değerlerini yitiren toplumlarda yaygınlaştığı için eski neslin temsilcilerine kaybedilenlerin acısını hissettirmektedir. Bu nedenle aslında kısalan etek, yozlaşan değerlerdir.
Büyük Doğu İdealinde Müslümanlık Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolojisinde İslâm inkılabı, Tanzimat buhranının kaybettirdiği özü, ahlâkı yeniden hayatın için yerleştirecek, ideal İslâm toplumunu diriltecektir. Necip Fazıl, hikâyelerinde ideal İslâm toplumu modelini ve fertlerini ele alır.
Kader Böyleymiş (1965)
Kader Böyleymiş adlı hikâyede ruh eğitimini tamamlamış birey konu edilir. Deli Şerif adlı başkişi, aklını yitirmemiş delilerden biridir. Çünkü, deli olduğunu ve neden delirdiğini bilir. Onu kader meselesinin deli ettiği söylenir. Deli Şerif, yaşam ihtiyaçlarını en asgari yollardan karşılar, herkesten, her şeyden uzakta mağara gibi bir yerde tek başına yaşar. Her zaman, her işte tefekkür halindedir. Köy öğretmeni onun sözlerini kayda değer bularak defterine not eder. Her şeyin Allah’ın iradesine bağlı olduğunu söyleyen, kendi iradesini Allah’ın iradesi karşısında yok sayan Şerif, varlığını Allah karşısında yok etmiştir. İdeal Müslüman, şeriat ve tasavvuf yoluyla varlığından kurtularak ölmeden evvel ölmenin gerekliliğini bilen, dünyadan yüz çevirmeden, dünyayı âhiret için bir ekim yeri düşünerek değerlendiren kişidir. Necip Fazıl, gerçek Müslümanı şöyle tarif eder: “Yarınki dünyaya, bugünkü kıyametin bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefis muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizle tespit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizam yekpâreliği içinde doğmamız lâzım.”(Kısakürek, 2013:82)
Hasene Bacı (1965)
Hasene Bacı hikâyesinde ruh eğitimini tamamlayan Hasene Bacı, başkişidir. Hikâyede bir yedek subayın işlerine yardımcı olan Hasene Bacı, evlenmemiş, ailesini seferberlikte kaybetmiş, 60 yaşlarında bir kadındır. Yedek subay, son bir asırdır, Anadolu’nun Müslüman şehir ve köylerinin kimliğini yitirdiğini fark eden uyanık bir gençtir: “Bu köy azmanı sinemalı, radyolu, meyhaneli kasabacıkta ne şehri buluyorum, ne köyü, ne de Anadolu’yu… Çamur içinden kamyon geçerken etrafa serptiği zifos gibi asrilik, kasabanın üstünü başını lekeye bulamış ve orada şahsiyet diye bir şey bırakmamış…” (Kısakürek, Hikâyelerim:114) sözleriyle yazar, kaybolan Anadolu irfanına, imanına ve ahlâk anlayışına özlem duymaktadır. Derviş hayatı süren Hasene Bacı, her gece sabaha kadar Rabb’ini düşünen, Müslümanlığı gösterişe dönüştüren Müslüman eskilerine kızan, gönül gözü açık bir kadındır. Ona göre Müslüman eskileri, camileri doldurup da içine giremeyenlerdir. Gençliğinde İstiklâl Savaşı’nda bir camiye girip cemaate seslenerek zaten bozuk olan namazlarını bozup memleketi kurtarmaları gerektiğini telkin etmesiyle tanınmıştır. O zamanlarda camide Müslümanların varlığına şahit olmuşken şimdilerde Necip Fazıl Sempozyumu Kaldırımlar’dan Sakarya’ya camide Müslüman bulamadığından yakınan Hasene Bacı, bir Cuma namazı sırasında İmama şöyle seslenir: “İmam efendi! Sen ne söylüyorsun, kimlere söylüyorsun? Müslümanlığı indirdiniz indirdiniz, gövdenizle yatıp kalkmaya, anlamadığınız şeylere Hû demeye! Haydi, kalkın dökülün sokaklara! Sorun emanete ne oldu? Nerede Müslümanlar? Nerede Müslümanların diyarı? Nedir bu köpeklerin bile sürmeyeceği hayat? Siz de Müslüman mısınız be? Müslümanlık kim, siz kimsiniz?” (Kısakürek, Hikâyelerim:117-8) Hasene Bacı’nın “emanet” dediği şey, şeriat ve tasavvufun yol göstericiliğinde Allah’a gerçek anlamda kul olabilmektir. Buna rağmen, yeni devirde Müslümanlık sadece şeklen devam etmektedir.
Necip Fazıl, fikrî yazılarında Türk milletine, evvelâ kendi şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması için İslamiyet’i tek yol olarak işaret eder. Hasene Bacı, Müslümanları bu kez düşmana karşı değil, şehirliye karşı aramaktadır. Şehirli ise, din ve gelenekten ruhen uzaklaşan, modern hayat uğruna Batının kültür ve yaşantısını tercih eden insanlardır. Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde ideal İslâm şehrini, “dünyaya ait her şeyi terk ettikten sonra terk’i de terk edip terk-üt-terk makamına yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine dünyaya dönmüş ruhun Metropolisi” olarak tanımlar. Bu metropolislerde sokak, meydan ve bütün umumî sahalar, teker teker Müslüman kadının başörtüsü kadar güzel ve pâktır” (Kısakürek, 2013:241) diyen yazar, ideal şehri, mânevî değerlerini koruyabilmiş insanların bulunduğu yer olarak kabul eder. Müslümanların şehirlerinde her unsur, ruh gibi iman nuruyla arındırılmış ve değerini korumuştur.
Öğretmen Bey (1967)
Öğretmen Bey adlı hikâyede ruh eğitimini tamamlamış köylü bir öğretmenin kendi köyünü dolayısıyla bir cemiyeti nizama sokması hikâye edilir. Bu yönüyle hikâye, bir ütopyayı andırmaktadır. Gerçekte Büyük Doğu ideolojisi de bir ütopya olarak kabul edilebilir. 29 yaşındaki genç öğretmen, kendi köyünü ideal bir köye dönüştürür. O; köyün ruh doktoru, madde doktoru, inzibat memuru, iktisat nâzımı, sandık emini ve akıl hocası görevlerini üstlenmiştir. Bu nedenle, köyün ruh ve madde yapısını nizama sokma idealini taşır.
İlk olarak, köylünün kendi topraklarında geçimini sağlaması, şehirlere göç etmemesi için imkânlar yaratır, böylece köyde büyük bir bereket, huzur ve yaşama sevinci meydana gelir. Herkes işini bilir ve sorumluluklarını yerine getirir. Köyde kahvehane kaldırılmış, bakkal ve aktar dükkânında hiçbir kötülük maddesi bırakılmamıştır. Köyün genç kızları ve erkekleri birbirleriyle eşleştirilmiş, köylünün ruh hali itidal üzere geliştirilmiştir.
Necip Fazıl, Büyük Doğu idealinde kahvehane gibi kötü alışkanlıklara ortam sağlayan mekânlara izin verilmeyeceğini söyler. Hikâyedeki öğretmen, Büyük Doğu ideolojisine yani “ideal ruh ve ahlâk ile maddeyi feth ve teshir etme gayesine” sahip ve Büyük Doğu’nun köy düzenini kurma davasını başarıyla gerçekleştirmiş bir kişidir (Kısakürek, 2013:192-3). Necip Fazıl’a göre köy; “davayı geniş madde, zengin kemmiyet ve müstahsil kitleye nakşetme hamlesinin en hassas ve nazik tezahür çerçevesidir.” (Kısakürek, 2013:236) Bu nedenle İslâm nizamının temeli, köyün maddî-manevî imarı davasıdır ve bu davada köylünün terbiyesi büyük önem taşımaktadır.
Necip Fazıl, hikâyede somutlaştırdığı köy davasını şu sözlerle izah eder: “İslâm inkılabında köy davasının üç hedefi vardır: Birincisi, köylüyü okutmak ve terbiye etmek… Ruhunu ve kafasını imar… İkincisi, köylüyü güzelleştirmek ve sağlamlaştırmak… Vücudunu ve nesillerini imar… Üçüncüsü, köylüyü zenginleştirmek ve refah içinde yaşatmak… İş unsurlarını ve kesesini imar… İşte köy ve köylü davası, ilk ana ölçülerden sonra, her biri binlerce kola ayrılan bu üç imar hedefinde toplanabilir.”(Kısakürek, 2013:237)
Genç öğretmen, genç bir kızın kendisine âşık olduğunu anlar ve köyle arasına nefsinin girdiğini söyleyerek köyü terk eder, amacı gayesi için nefsini yenmektir. Gayesi ise, Kısakürek’in eserlerinde bahsettiği Büyük Doğu ideolojisidir. “Çilemi büyük şehirde tamamlayacağım! Köyde tohumlaşan bu davanın ağacını büyük şehirde yetiştirmeye çalışacağım! Köy, yolunda devam etsin ve kimi kime ve hangi işe seçtimse onun üzerinde kalsın!” İdeolocya Örgüsü’nde öğretmenin üstlendiği görev şöyle tanımlanır: “Köylüye, şehrin en ileri ferdiyle eşit seviyeye yükselip onu fethedici yolları açık bırakan bir nizam örgüsü içinde, derin ve girift şehirli, en silik unsuruna kadar köyü ve köylüyü fethetmiş ve ona davâ ehramının eteklerini kurdurmuş olarak, köyün mânâsını daima elinde tutacak ve koruyacaktır.” (Kısakürek, 2013:237)
Diyalog (1967)
Diyalog adlı hikâyede bireyin nefis terbiyesi yoluyla yetişmesinden söz edilir. Bireyin iç ve dış yüzünün birbirinden farklı olduğunu anlatmak için surat örneğini bir kez daha veren yazar, “İnsanın bütün samimiyetiyle kendi öz suratında tecelli ettiği”ni ifade eder. (Kısakürek, Hikâyelerim:196) “Suratımız, boyuna o “ben”imizin hakikatine ihanet ediyor. “ben” her şeyin doğrusunu biliyor ama suratımız onu yalanlamaya memur bulunuyor.” (Kısakürek, Hikâyelerim:196) “Suratımızdaki uzuvlar ancak ölüm halinde müşterek bir lisana kavuşurlar ve aynı şeyi söylerler. Ölüm! Yoksa hayatta ve hayatın her meselesinde birbiriyle tezat halindedirler.” (Kısakürek, Hikâyelerim:196)
Suratın kendini ele vermesi ise ancak dervişlere malum olur. Nefislerini terbiye eden dervişler, bireyin suratıyla kalbi arasındaki uyumu ya da uyumsuzluğu görebilmektedirler. Necip Fazıl, İslâm’ın ahlâk çatısında dört ana direk olarak ihlâs, aşk, fedakârlık ve merhameti gösterir. “İslâm iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefiste mihraklandırdığına göre bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri” diyerek nefis terbiyesinin kötü ahlâkı iyi ahlâka çevireceğine işaret eder.” (Kısakürek, 2013:115). İslam’da, sadece, şeriat ve tasavvuf yoluyla nefsin kötülükleri terbiye edilir. Böylece Allah’ın ilhamı kalpte tecelli ederek iç-dış uyumu meydana gelir. Yani kalp ve ruh suratta tecelli eder.
Gölgeler (1971)
Gölgeler hikâyesinde, kurtuluş yolunun “aslolan”a rücu etmek, vahdete ulaşmak olduğu sezdirilir. Hikâyede her şeyin gölge olduğu, Müslümana düşen vazifenin ise gölgelerle uğraşmak yerine kendisini yaratan sahibine dönmek olduğu dile getirilerek gençlere gidilecek “yol” işaret edilir. Necip Fazıl, “dünya görüşümüz İslâm 20. Asırda ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip gözünü heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bütün cihanda eşi görülmemiş bir ideolocya binası kuracağına, onun da isminin hem zaman ve hem mekân ölçüsüyle “Büyük Doğu” olduğuna inanıyoruz!” (Kısakürek, 2013: 104) sözleriyle gençlere kurtuluş yolu olarak Büyük Doğu ideolojisini gösterir.
Kur’ân’ın Gücü (1971)
Bu hikayede din ve iman konusu ele alınır. İstiklâl Savaşı’nda kocası Yunanlılar tarafından öldürülen genç kadın, Yunan kumandana koynunda Kur’ân’la ve Kur’ân’dan aldığı iman gücüyle gider ve onlara köyü terk etmelerini söyler. Yunanlılar, genç kadının koynundaki Kur’ân’ı bomba zannederek endişelenir ve köyü terk etmek zorunda kalırlar. Böylece Necip Fazıl, iman gücünü, bütün güçlü silahlardan üstün tutar. Necip Fazıl, aklın ve maddenin tek başına yeterli olduğunu düşünen Batının iflasta olduğuna inanır. Akıl olmadan hiçbir şey yapılmaz, ama aklın her şey olduğu da kabul edilebilir değildir, der. “Ne yazık ki Garplının sırf madde âlemini çepeçevre ihâta ve sımsıkı tasarruf etmekten gelen ham kuvvetiyle bizi sarsmaya başladığı günlerde, hemen yapılması gereken nefis muhasebesine bağlı olarak müspet bilgiler şuuru bize dinin bir emri telâkki edileceğine, din âlimi geçinenlerimiz arasında, bisiklete şeytan arabası ve matbaaya küfür âleti diyenler bile oldu ve o zaman bu gübre kafalılara asıl siz dine iftira bakımından şeytanın emrinde çalışıyor ve asıl siz bu hükmünüzle küfre yaklaşıyorsunuz!” diyebilenler çıkmadı.”(Kısakürek, 2013: 132-3) “İslâm, müspet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nispette kıymetlendirir. Nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat âhirete ekim sahası olmak bakımından nâmütenahi ise, müspet bilgilerde, ruh değerleri önünde âdi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedi hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir.”(Kısakürek, 2013:133-4)
Necip Fazıl, Doğu-Batı/mânâ-madde ayrımını Ölmek İstiyorum (1969) adlı ele alır. Hikâyede bir idam mahkûmunun kalbinin bir aktöre takılmasının manevî etkilerinden söz edilir. Her şeyi akıl ve maddeye indirgeyen Batılı zihniyeti temsil eden profesör ile maddemânâ birlikteliğine inanan Asabi hastalıklar doktoru madde-mânâ birlikteliği konusunda çatışır. Doktor, aktörü konuşturarak kalp nakliyle, kendisine idam mahkûmunun ruhunun da geçtiğini ispatlar. Aktör ise kendindeki değişimden dolayı buhran yaşayarak kendi olarak ölmek istediğini söyler. Görüldüğü üzere madde tek başına yeterli değildir ve ruh da maddeyle birliktedir.
Zelzele (1971)
Zelzele adlı hikâyede faizin zararları konu alınır. Hikâyede, bir rençber, taşradan İstanbul’a gelerek kâğıt ticaretinden faizle para vermeye kadar değişen iş hayatı sonucu zenginleşir. Rençberin eşi Esma Hanım, kocasının haram para kazanmasından endişelenerek çocuklarıyla Erzincan’a döner. Anne, Allah’tan çocuklarının haram para yemesini engellemek için gerekirse onların canlarını almasını ister. Nitekim duası kabul olur ve kocasının haram para kazanması nedeniyle Erzincan depreminde dokuz çocuğunu da kaybeder. Bu hikâyede ahlâkî yozlaşmadan olumsuz olarak etkilenen ve haram olan faize bulaşan rençberin yanında çocuklarına haram lokma yedirmektense onların Allah tarafından canlarının alınmasını isteyecek kadar dinine bağlı gerçek bir Müslüman kadın vardır. Bu nedenle bu hikâye, ideal Müslümanlık başlığı altında ele alınmaktadır.
Necip Fazıl, Büyük Doğu ideolojisinde İslâm’da zekâtın farz, faizin ise haram olduğunu hatırlatır ve ekonominin bu iki şarta bağlı olarak gelişeceğine inanır: “İslâm’da alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdi ve mülkiyeti varabildiğine içtimaileştiren ve bu mefkûrevî kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı halinde biri âmir ve öbürü mâni, iki kurtarıcı ve erdirici şart: Birinin farz ve öbürünün haram oluşuyla Zekât ve Faiz.” (Kısakürek, 2013: 129)
Sonuç
Necip Fazıl’ın hikâyelerinde İdeolocya Örgüsü’nde dile getirilen Büyük Doğu ideolojisinin etkisi vardır. Bu nedenle hikâyeler, olaydan ziyade fikir ve mesaj ağırlıklıdır. Bu açıdan incelendiğinde hikâyelerde öncelikle dönemin panoramasının çizildiği, sosyal ve ahlâkî problemlerin örneklendirildiği görülür. Bazı hikâyeler, yazarın biyografisinden izler taşır. Hasta Kumarbaz’ın başkişi olduğu Hasta Kumarbazın Ölümü, Hasta Kumarbazın Not Defterinden, Rehinlik Maymun, Kanaryanın Ölümü, Surat, Yemin, Matmazel Fofo, Maça Kızının İntikamı hikâyelerinde kumar tutkusu bir “cemiyet yarası” olarak ele alınır. Büyük Doğu ideolojisinde kumar, öncelikle ahlâkî eğitimle, sonra da yasaklanarak ve cezalandırılarak önlenecektir.
Hikâyelerde sıklıkla değinilen ahlâkî ve toplumsal yozlaşma Viyolonsel, Babaanne, Sübyan Koğuşu, Yusufçuk, Sihirli Değnek, Blok Apartman, Gözlerinde Merhamet Yok, Şehlâ Râziye, Kırmızı Kordela, Zelzele, Robdöşambr, Rüya, Örtüdeki Sır, Nokta, Mini Etek hikâyelerinde ele alınır. Yazar, yozlaşan aile, değişen kadın kıyafeti, toplumda artan içki, kumar, fuhuş, duyarsızlık, faiz, ihlas yokluğu gibi cemiyet hastalıkları, nesil çatışmaları, maddecilik gibi konuları, İslâm inkılabına duyulan ihtiyacı gözler önüne sermek için ele alır. Bu problemlerin artmasında unutulan İslâm dini ve millî kimlik sebep olarak gösterilir. Bu yozlaşmanın ortadan kalkması ve ideal toplumun yeniden şekillenmesi için İslâmî yaşama geri dönmek gerektiği mesajı verilir.
Yazar, Öğretmen Bey, Kur’ân’ın Gücü, Hasene Bacı, Diyalog, Zelzele, Gölgeler gibi hikâyelerde ise ihtiyaç duyulan manevî değerleri ve ideal İslâm toplumunu örneklendirir. Necip Fazıl, bir dava ve aksiyon adamı olarak İdeolocya Örgüsü’nde dile getirdiği, Başyücelik adı altında, İslâm inkılabına dayanan yeni bir devlet ve toplum düzenini hikâyeler yoluyla da ifade eder.
Sema Noyan
Kaynakça:
Aydın, Ahmet (2014), Necip Fazıl Kısakürek’in Hikâye ve Romanları Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa: Celal Bayar Üniv. SBE.
Yrd. Doç. Dr. Karabük Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, semanoyan@karabuk.edu.tr 2 Necip Fazıl Kısakürek. (2013).
Hikâyelerim (22.bs), İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
Aydın, Ahmet (2014), Necip Fazıl Kısakürek’in Hikâye ve Romanları Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa: Celal Bayar Üniv. SBE.
Kısakürek, Necip Fazıl. (2008).
Bâbıâli (13. bs). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları(2013).
Hikâyelerim (22. bs). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
(2013). İdeolocya Örgüsü (20.bs). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
(2010). Kafa Kâğıdı (15.bs). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
2014). Tanrıkulundan Dinlediklerim (14.bs). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Okay, Orhan. (2014). Necip Fazıl/Sıcak Yarada Kezzap, İstanbul: Dergâh Yayınları.
(2009). Kendi Ağzından Necip Fazıl, İstanbul: Etkileşim Yayınları.
Taşgetiren, Ahmet. (1983). “Buz Dağını Eritmek”, İstanbul: Türk Edebiyatı Dergisi, Necip Fazıl’ın Aziz Hatırasına, Sayı: 117, s.34-36. Tosun, Necip. (2016).
Öykümüzün Sınır Taşları, İstanbul: Dedalus Kitap.
Kaldırımlardan Sakarya’ya Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu 02 - 05 Mart 2017