Milletimizin son bir asırlık hâlini tarif etmek için bir benzetme yapacak olursak, bunun için en uygun olanı herhâlde uyurgezer benzetmesi olurdu. Aşk ve vecd çığırımızın kapanmasını takib eden yıllarda yaşanan gerileme devresi, Birinci Cihan Harbi’ni de kapsayan senelerce süren savaşlarda verdiğimiz kayıplar ve akabinde Cumhuriyetin kurulması ile beraber İstiklâl Mahkemelerinde Türk, Kürt demeksizin Müslüman alimlerin, yâni şuur kaynaklarımızın bir bir kurutulması neticesinde hâsıl olan hâl. Dışarıdan bakıldığında tıpkı uyanıkmış gibi faaliyetler sergileyen; fakat şuurun hazır bulunmaması dolayısıyla mekanik, tek düze ve kayıtsız bir şekilde yaşayan millet.
Başımıza her ne geldiyse işte bu uyurgezerlik devresinde geldi. Batıcı devrim kanunları bu şartlar altında çıkartıldı ve uygulandı. Batıcı kemalist burjuvazi uyurgezer vaziyetteki millet şöğüşlenerek tesis edildi. Ayasofya, bu şartlar altında aslî hüviyetinden kopartılarak kâfire şirin gözükmek için müzeleştirildi. Aynı dönemde millet içinden uyanan ve uyuyanları uyandırmaya kalkanlara karşı, küfrün elindeki çeteleşmiş devletin yargı ve askerî bürokrasisi en zalim şekilde işletildi. Kesilen idam ile hapis cezaları ve yaşanan darbeler…
28 Şubat sürecinde sahneye konan post modern darbe, Anadolu’da uyanan Müslümanları bir kez daha biçmek, geri kalan milletin uyurgezerliğini muhafaza etmek ve böylece kendi çıkarlarına hizmet eden çete düzenini sonsuza dek sürdürebilmeyi teminat altına almak içindi. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “1999 Kurtuluş Yılı” çıkışı, o gün için lâyıkıyla kavranamamış olsa da bugünden bakıldığında açık bir şekilde idrak edilebilir ki, senelerdir uyuyan milleti uyandırmak için çalınan gong misaliydi. Dönemin istihbarat, emniyet, yargı ve ordusu başta olmak üzere devlet teşkilâtları topyekûn uyanan ve uyuyanları uyandırmak için faaliyet gösteren Müslümanlara karşı saldırıya geçtiyse de muvaffak olamadı. Hâl böyle olunca yapılan bütün müdahaleler de yükselen gong sesinin şiddetini artırmaktan başka bir amaca hizmet etmedi ve bütün işler tersine dönmeye başladı.
Bu bakımdan, geriye doğru baktığımızda işaretlenebilecek bir sürü kilometre taşı vardır muhakkak; fakat fikir ve aksiyon kanatları ile bütün bir telkin olması hasebiyle bize kalırsa bunların içinde en ön plana çıkan 1999 şartları ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “1999 Kurtuluş Yılı” çıkışıdır.
1999 senesinde gösterilen direniş neticesinde uyanmaya başlayan milletin, önüne gelen ilk sandıkta çete unsurlarının politik uzantılarını siyaset sahnesinden silmesiyle başlayan ve bugüne dek uzanan bir ihtilâl sürecidir yaşanan ve yaşanmakta olan.
2007 367 krizi, 2008 parti kapatma davası, 2012 Mit Operasyonu, 2013 Gezi Kalkışması ve 17/25 Aralık Yargı Darbesi girişimi, 2014 6-8 Ekim Olayları, 2015 Hendek Operasyonu ve son olarak 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimi milletin uyurgezer hâline yeniden döndürülmesi ve teslim alınması için sergilenen girişimlerden olmuşsa da, bunların hepsi birden amaçlananın tam aksi bir gayeye hizmet etmiş ve milletin uyanmasına vesile teşkil etmiştir.
Bilhassa 15 Temmuz’da aptal FETÖ’cüler tarafından Müslüman Milletimizi uyutmak için o kadar çok gürültü çıkartılmıştır ki, uykusu en ağır olanlar ile uyanmamak için direnenler bile bu süreçte uyanmak zorunda kalmış ve Türkiye’de yaşanan İslâm İhtilâli bu girişimden sonra bambaşka bir merhaleye geçmiştir.
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi ile beraber idare şeklinde değişikliğe gidilmesi ve bundan da ehemmiyetlisi, kanıksanmış statükonun bir asır sonra değişebileceğinin, değiştirilebileceğinin görülmesi ile uyurgezerliğimizin serlevhası hâline gelmiş “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasından vazgeçilerek Türkiye’nin bir kez daha tabiî hinterlandımız olan İslâm coğrafyasına doğru dal vermesi bu ihtilâl sürecinin merhaleleri olarak tarih sayfalarına kaydedilmiştir.
Bu uyanma, şuurlanma sürecinin en nihayetinde hâkimiyet meselesine bağlanması kaçınılmazdı ve Türkiye Anadolu’da kimin hâkim olduğunu içerideki kuyrukçu işbirlikçiler ile dışarıdaki güç odaklarına karşı Ayasofya’yı yeniden aslî hüviyetine kavuşturarak deklare etti.
Batı’nın Basireti Bağlandı
Devlet-i Aliyye’nin yıkılışı esnasında bizim basiretimiz öylesine bağlanmıştı ki, girdiğimiz savaşlardan kazandıklarımız bile neticesinde bize fayda sağlamak şöyle dursun zarar verir hâle gelmiş, vaziyeti kurtarmak adına atılan doğruluğu noktasında hemen herkesin hem fikir olduğu adımlar bile aleyhimize işlemişti.
Biz henüz Anadolu’da bir beylik iken de Avrupa ve Bizans’ın basireti bağlanmış ve bu işin neticesinde o beylik dünyaya nizâm verir hâle gelmişti.
Şimdi bugünden bakıldığında açık ve seçik bir şekilde görülmektedir ki, bu sefer Batı’nın basireti bağlanmış vaziyettedir.
1 Ocak 1987 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin 7. sayfasında “İslâmcı Akımlar Ne İstiyor?” başlıklı dosyayı hazırlayan Gencay Şaylan söze şöyle başlıyordu:
“Sarı saçlı, mavi gözlü adam bir taraftan piposunu çekiştiriyor, diğer taraftan da yarı Türkçe, yarı İngilizce sözcükler kullanarak karşısındakilere derdini anlatmaya çalışırken şunları söylüyordu:
- “Siz Türkleri anlamak mümkün değil. Nasıl oluyor da bir İslâm devriminin eşiğinde olduğunuzu göremiyorsunuz. Belki oruç tutmadığınız için şehir meydanlarında, herkesin önünde kırbaçlandığınız zaman aklınız başınıza gelecek ama iş işten geçmiş olacak.”
Sözlerin sahibi Andrew Craig adlı bir Amerikalı idi, ülkesinde Türkiye ile ilgili doktora yapmıştı ve şimdi kendisini tam bir Türkiye uzmanı sayıyordu. Elinde tuttuğu dergide, gazlı “yeşil” kalemle altını çizdiği satırları Türk dostlarına gösteriyor ve böylece telaşının boşa olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu.
Amerikalı oryantalistin elinde tuttuğu dergi, son yıllarda büyük bir gelişme gösteren İslâmî yayınlardan biriydi ve Necip Fazıl’a yakın bir ideolojiyi savunduğu bilinmekteydi. Altını çizdiği satırlarda ise şu görüş ileri sürülmekteydi:
‘İslâmî dünya görüşüne bağlı bir tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bulunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zuhur, gerçek bir İslâm inkılâbı bekleniyor.’ ”
İşte, Batı’nın basiretinin bağlanmış olmasının en açık beyanı da bu satırlarda gizlidir. Anadolu’da hakiki bir İslâmî zuhur yaşanacağını, hakiki bir İslâm ihtilâlinin gerçekleşeceğini onlar da biliyorlar; fakat buna karşı aldıkları tedbirlerden olan FETÖ gibi sahte oluşlar, Anadolu’daki İslâm ihtilâlini söndürmek vazifesini ifâ etmeye kalkarken, amaçlarının aksine Anadolu’daki İslâm ihtilâline yakıt oluveriyorlar.
İkinci Dünya Savaşı ve ardından Soğuk Savaş dönemi boyunca “yaşanmaya değer hayat” bahsini bir türlü çözüme kavuşturmayan, süreç boyunca hamle kudretini borçlu olduğu diyalektik münasebeti de kaybeden Batı bugün zamanın ruhunu elinden kaçırmış bulunuyor.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun seneler evvel söylediği veçhile, rüzgâr kıbleden yana esiyor ve bizim ufak tefek hatalarımız bile neticesinde hayra tahvil olurken, Batı’nın “doğru”ları bile müntehasında yanlışa çıkıyor.
Bu arada Andrew Craig’in bir hatasını da düzeltmekte fayda var, yarın kurulması mukadder olan İslâmî bir düzende, Ramazan günü sokakta adeta İslâm’a meydan okurcasını yiyip içmeyen biri niçin kırbaçlansın ki? Bu oryantalistlerin Müslümanlarla alâkalı fantezileri de bir acayip yâni.
Davet
Ayasofya’nın yeniden aslî hüviyetine kavuşturularak İslâm’ın hizmetine tahsis edilmesiyle beraber Türkiye’nin hâkimiyet ve bağımsızlığı istikâmetinde son derece ehemmiyetli bir adım atılmış bulunmaktadır. Türkiye’nin bağımsızlığı bu memlekette yalnız bizim meselemiz değildir herhâlde. İnanan yahut inanmadığına inananlar için bile bağımsızlık başlı başına bir meseledir ve bugün Türkiye’nin yeniden hâkim ve bağımsız olması için de önümüzde İslâm’dan başka bir seçenek bulunmamaktadır. Öyle ya, 15 Temmuz ve sonrasında yaşanan sürece bakıldığında görüleceği üzere, milletimiz İslâm söz konusu olduğunda canını da malını da sakınmamaktadır. Yine milletimizin Batı istilâsından tamamen kurtulması ve hâkim olabilmesi için de dışarıda bir birlik tesis edilmesi gerekir ki, biz Müslümanlardan başka kiminle, ne için, hangi müşterek paydada buluşarak bir birlik içine girebiliriz ki?
Demokrasi, kemalizm, liberalizm, komünizm ve diğer hiçbir şey için ise bu milletin bırakın can vermeyi, kılını bile kıpırdatmayacağı ise bedahettir.
Andrew Craig gibi yabancı oryantalistlerin ve senelerdir milletimizi sömüren oryantallerin sokma fikirlerinden mülhem kafalardaki putlaşmış şablonları bir kenara bırakıp da işin fikir planı hakkında konuşmak gerekmez mi? He yok, “ben fikirden anlamam ama falanca fikre bağlıyım, size de sırf Müslüman olduğunuz için düşmanım, uyurgezer hâlimden istifade edilerek madden ve mânen iğfal edilmekten de memnunum” diyerek eşeklik etmeye devam eden, tekrirden anlamayan da yarın kötekten ağlamasın tabiî, neticede bizim anladığımız adalet hakkı olana hakkını vermeyi icab ettirir.
İslâm’dan başka yaşanmaya değer hayat meselesinin ölçülerini koyan ve bu ölçüler ile zamanın ruhuna göre anlayışı yenileyerek, yaşanmaya değer hayatın dünya görüşünü örgüleştiren Büyük Doğu-İbda’dan başka bir kurtuluş yolu yoktur. Bu hakikati ister peşin peşin, ister tetkik ederek, isterse zamanın ahengi içinde ister istemez kabullenin ama sırf inat olsun diye eşeklik etmeyin. Eşeklikten ne kimseye ne de hiçbir millete hayır gelmemiştir.
***
Ayasofya’nın Müslümanlar için nihai hedef olmadığını daha evvel de söylemiştik. Önümüzde kat edilecek daha çok uzun bir yol var. Allah giriştiğimiz her mücadeleyi Ayasofya bahsinde olduğu gibi zaferle neticelendirsin. Bundan sonrasında şöyle olur, böyle olur ayrı mesele; unutulmamalıdır ki, Allah’tan başka galib yoktur!
Baran Dergisi 707.Sayı