Başlığımızı ‘Modern tıp aynı zamanda tıbbın hurafelerle tahrif edilmiş halidir’ ifadesiyle devam ettirelim. Evet, hakikat ayniyle söylenen gibidir. 

18. asrın sonlarında başlayan Aydınlanma Felsefesi akabinde ortaya çıkan ve bilime egemen olan Pozitivist Felsefe (olguculuk) bilimin her şeyi çözeceğine, her şeye çare olacağına, deney, gözlem, analiz gibi ölçütlerin ‘doğru bilgi’ye dair nihai kararları vermemize imkân sağlayacağına inanıyordu. Hâli hazırda eğitim ve hukuk sistemimiz dâhil bütün idarî, siyasî, iktisadî ve sağlık alanlarına nüfuz etmiş bu anlayış hız kesmeden uygulanmaya devam etmektedir. İnsanı salt maddeye, dünyayı eşyaya, sosyal olayları sadece ‘insan insanın kurdudur’ mesabesine indiren bu anlayış, idrakleri köreltmekle kalmamış, aynı zamanda az bir azınlığın (kapitalizmin) eline dünyayı teslim etmenin yolunu da açmıştır. Şöyle ki;

Son iki yüz yıldır sadece silah, baharat, tarım, yer altı madenleri, elektronik ve diğer sanayi çeşitleri kapitalizmin ve büyük şirketlerin elinde değil aynı zamanda insan hayatı için büyük önem taşıyan sağlık sektörü de ellerindedir. Bir tarafta milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşlar yetmezmiş gibi, aynı zamanda çıkarlarıyla örtüşmeyen devletlere yahud topluluklara gerçekleştirdikleri terörist saldırılar, soykırımlar ile bir taraftan, tekel haline geldikleri sağlık sektörü ile diğer taraftan milletleri sömürmekteler. 

Korkunç bir çıkar ilişkisi, sömürü ve faşizm söz konusu. Taş devrinde bile günümüzdeki kadar hastalık yoktu. Kimse uyanıklık edip de henüz keşfedilmemişti demesin. Nihayetinde kimyasalların hayatımıza giriş tarihi ne ki ve yine bunların sebep oldukları hastalıklıların geçmişi ne kadar ki? 

İnsanların sağlıklarına kavuşmak için sağlık kuruluşlarına yaptıkları harcamalar onları bir kez daha mağdur ederken ilaç, tıbbi teknoloji ve sağlık hizmet sektörü korkutucu bir kazanç düzeni ortaya koymuş oluyor. Silahsız, savaşsız "modern soykırım", işin faşizme bakan yönü burası. Kapitalist odaklar sadece insanların sağlıklarını bozmuyor, meydana getirdiği çevre kirliliği ile soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve üzerinde yaşadığımız toprağı da kirletiyor ve tüm canlıların yaşamını tehdit ediyor.

Teknoloji, radyasyon, bilgisayar, elektronik aygıtlar ve hava kirliliği, atmosfere sızan ve bölgesel oranları artan gazlar, incelen yahud büsbütün delinen atmosfer tabakaları vs. bunların sebep oldukları hastalıklar taş devrinin hastalıkları mı? Doğal yiyecek kaldı mı şu modern dünyada? Millet olarak ruhen iğdiş edilmeye çalışıldığımız yetmiyormuş gibi bir de bedenen iğdiş edilmeye, işe yaramaz paçozlar haline getirilmeye çalışılıyoruz.

Modern Tıb’bı tekellerinde tutan kapitalist güçler ve faşist idareciler şundan başka ne diyorlar; “Bırakınız insanlar bol bol hastalansın, bizde onları pahalı tedavi yöntemleri ile tedavi edelim, tamamen iyileştirmeyelim, hayatta kalsınlar. Hatta gerekirse hasta olmayanları da tedavi edelim”

Modern Tıbbın hurafelerine inanan büyük çoğunluk, yukarıdaki ifadenin gereğini yerine getirmek için kendini ölümcül bir sürecin içine atmaktadır. Misallerle gidelim: Anti depresanlar ve buna bağlı gelişen ‘iyileşme’ numaraları modern tıbbın hurafesidir. Kolesterol, yağ, şeker, diyet, diyabet, menopoz, dikkat dağınıklığı, romatizma, solunum, mide vb. rahatsızlıklarda erken teşhis adına iki rakam alt dilimden kurgulanması ve bu tahlil sonuçları üzerinden değerlendirme yapılması ile birlikte bir anda ülkenin yarısı -ömür boyu bağımlı- olmak üzere ilaç kullanıcısı ve ilaç firmalarının değişmez müşterisi haline gelmektedir. Elbette bunda temel gaye daha fazla ilaç satmak ve hastanın daha uzun süre ilaç kullanmasını sağlamak. 

Yukarıdaki bahsimizi misallendirmek gerekirse; dünya pazarının %10’una sahip ilaç devi Merck’in eski başkanı “Hissedarları olan bir şirket, üçüncü dünyaya özgü hastalıklara odaklanan bir laboratuara para yatırmaz, çünkü iflas eder. Tropikal hastalıklar bir sosyal problemdir ve endüstriden bunu çözmesi beklenemez.” diyerek konuya ilaç tekellerinin bakışını net bir şekilde koymuştur.

Diğer taraftan Tıpta ruhbanlar sınıfı oluşmuştur, (haşa) ayet gibi ellerine geçirdikleri bir takım ‘araştırma sonuçları’na dayanarak içtihat yapmaktadırlar. O araştırma sonuçlarının doğruluğu ve yanlışlığı tartışılmadığı gibi, kimin tarafından hangi niyetle yaptırıldığı bile ortaya konulmamakta, bilinmemektedir. Bugün tıp fakültelerinin büyük bir kısmının ilaç firmalarının "arge" çalışmaları ile bütünleşik hareket ettikleri malumdur. ‘Araştırma sonuçları’ adı altında tıp öğrencilerine öğretilen bu hurafeler, bir müddet sonra halkı gönüllü kobay yerine koyan doktorların üremesine sebebiyet vermektedir. Kapitalist ve faşist ilaç sanayi devlerinin gayesi bellidir; daha fazla kâr, bunun için de daha fazla hasta, hatta mümkünse daha uzun sürede iyileştirme. Ve zaman zaman eski ilaçları yenileyip, yeni ilacın propagandasını yaparak hastaların ümidini sömürme üzerinden kâr marjını artırma…

Son olay Dr. Ali Rıza Üçer’in deyişiyle şöyle gelişmektedir; “Yeni geliştirilen ilaç ve diğer medikal ürünlerin teknolojilerinin öncekilere göre ne kadar büyük avantaj sağladığı, yan etkilerinin çok düşük olduğu propagandası yapılıyor. Patent koruması sonlanan ürünler hızla gözden düşürülüyor, koruma altındayken pek de üzerinde durulmayan yan etkiler, jenerikler devreye girince birdenbire ön plana alınıyor. Değişmeyen kural: Pahalı yeni ürün, ilaç ve teknoloji mükemmel, eski ürün ve teknoloji yetersiz. Her yıl istikrarlı bir şekilde büyüyen dünya ilaç pazarı 1 trilyon dolar sınırına oldukça yaklaşmış durumda.” (Tıp Bu Değil, 68) 

Gelelim en can alıcı kısma; modern tıbbın imkânlarından hiçbir fakir ülke, batı tarafından sömürülmüş hastalıklara terk edilmiş hiçbir millet yararlanamamaktadır. Bugün Afrika’daki açlıktan ölümlerin yanında ilaçsızlıktan, bakımsızlıktan ve en basit hastalıkların bile tedavisini gerçekleştirememiş olmaktan kaynaklanan ölümlerin sayısı milyonların üstündedir. Batı tıbbı faşist bir mantığa ve idare anlayışına sahiptir, kendinden olmayana ve kendine bedel ödemeyene ölümden başka hiçbir şeyi adres olarak göstermemektedir.

Nihai olarak; Sağlık sektöründeki emperyalist sömürüden, faşist uygulamalardan kurtulmanın en birincil yolu sistem değişikliğidir. Bu sistem değişikliği ‘tatbik fikir-dünya görüşü” mesabesinde değerlendirilecek bir cephede olmalıdır. Çünkü batılı bir sistemde batıya karşı olmak mümkün değildir. Bu hakikat başa alındıktan sonra yapılması gereken şudur ki, ilaç patent süreleri kısaltılmalı, en fazla üç yıl yapılmalıdır. Yerli ilaç sanayi ne pahasına olursa olsun geliştirilmeli, önü açılmalı ve tıp kartellerinin ülkemizdeki elleri, kolları kesilmelidir. Gereksiz ilaç kullanımı, uydurukça hastalıklar, fuzulî tedavi yöntemleri, safsatayı aşmayan tahliller, aciliyet addetmeyen tıbbi araç kullanımı vs. devre dışı bırakılmalı, hastalıkların tedavisi normale döndürülmelidir. İlaçlar, hastalığı kısa sürede iyileştirmeye dönük olmalı ve ayrıca arge çalışmaları hastalıkların ortaya çıkış sebeplerini yok etmeye dönük değerlendirilmelidir. Ve hepsinden önemlisi tıp modern hurafelerden arındırılmalıdır.

DAHA SAĞLIKLI BİR TOPLUM İÇİN BAŞYÜCELİK DEVLETİ


Baran Dergisi 387. Sayı...