İntihâl, "bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması"na deniliyor. Edebiyatta "birinin yazısını ve şiirini kendinin gibi gösterme"... "Aparma" ve "Aşırma"yı da daha açıcı olmak bakımından buraya not düşelim... Tabiî ki böyle tarif edildiği kadar basit değil; çünkü aparma’dan aşırma'ya, çalıntı'dan adaptasyon'a, rekreasyon-yenilenme'den ilhâm alma'ya kadar uzanan (esasında esnetilen) bir sürü mevzuya kapı açıyor.
İngilizce’de ise “Plagiarism” diye bir tanımı var: “Akademik Hırsızlık”… İlk hatıra gelen ve çok kullanılan tarifiyle de “edebî hırsızlık”…
Tam karşılığını hatırlayamadığım ve uzunca bir süre aramama mukâbil bulamadığım eskilere ait bir şiirin meâli aşağı-yukarı şöyleydi: "henüz intihâl ettiğinden haberi yok!"
Her ne kadar intihâl vak'aları pek yüzsüzce olsa da, mevzuu şiirde geçtiği üzere bu hâlin naif ve insanı gülümseten yanları da yok değil. Kaldı ki, mesela özellikle edebî üslubu ile okura adeta pençelerini geçiren ve onu sımsıkı sarabilen, karşısındakine âdeta bir deli gömleği giydirmişçesine yakalayabilen Üstad Necip Fazıl gibi kuvvetli bir yazarı okuyan, hevesle okuyan, şiddetle içselleştirmeye çalışan bütün herkesin ilk gençlik yıllarına ait mevzuumuza dâir karaladıkları şeyler vardır. Belki bir kaç satır yazı çalışması yahut bir iki mısra şiir denemesi? Bunlar olur ve galiba olması da pek hoştur. Fakat işi orada bırakmayıp bu hâlin üstüne çıkmaya çalışanlardır ki, ancak bu kimselerin, yani kendi üslûpları peşinde gidenlerin sanat ve edebiyat âleminde bir yer edinme talihi olabilir. Gerisi, basit bir "öykünme" yahut uyku esnasında sayıklamadan öte kıymet belirtmez. Genç yaşta Paris'e gelip bir tavan arasına sığınan "tasvir ustası" (ifade S.Mirzabeyoğlu’na aid.) Balzac "Paris'in tavan araları yitip giden edebiyat dehâları ile doludur" der "Kuzen Bette" isimli eserinde. Tıpkı bu misâldeki gibi, bizim memleketimiz ve başka memleketlerdeki birçok yazar(!) şair(!) ve bunların da müsveddeleri, "tavan araları"nda kalmamak ve edebiyat âleminde bir yer edinmek için çok defa intihâle başvurmuşlardır. Kimi kâbiliyeti olmasına mukâbil istidadını arama zahmetine girmemek adına bu yola başvururken, kimileri de, bizzat intihâl mevzuunda istidat sahibidir maalesef! Bazısı beş-on mısrayı "aplike" ederken, bazıları bu mevzuu abartarak koskoca bir kitabı yahut bir yazının tamamını kendilerine "hamletmiş"lerdir! "Hamletmek" esasında "bir şeyi veya nesneyi başka bir şeye sebep olarak görmek, yüklemek, bir şeye yormak" demek olsa da, bu mâhir(!) yazarlar, bizce yine edebî(!) bir usûl ile yazılan makâle yahut kitabları kendilerine yormuşlardır; buradaki tek nüans, bu "yorma" mânâsına kullanılan tabiri ayrıca şerhetme zahmetine girmeyip bizzat hamlederek, yorum'un aynısını alarak kendilerince değişik bir usûl sahası açmışlardır. Bu mevzuda böyle inceden, alaylı ta'rizler ediyor olmamızın sebebi, intihâl bir yana bu mevzuun esasında "ilhâm alma"dan "etkilenme"ye "nazire"den "tasarrufat"a kadar birçok yönünün bulunduğunun altını çizmek; bazı yerde "yarım kalanı tamamlama" olanla, aynısını değiştirerek alma ve ekleme'nin üzerinden geçtiği bir ince çizgidir bu! Karışık, biraz karmaşık ama ne kadar ince çizgilerle örülü olursa olsun kimsenin öyle kolayca intihâl yapamayacağı ve ne yaparsa yapsın eninde sonunda yakalanacağı bir sahadır edebiyat! Nitekim Ziya Paşa şu terkîb-i bend'inde bu durumu ne güzel izâh eder: "En ummadığın keşfeder esrar-ı derûnun /Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
Bakın biraz önce, doğrusu çok önceleri bir yerde okuduğum (sanırım Necip Fazıl) aslını unuttuğum ve not almadığım "edebiyat sahasında intihâl'in eninde sonunda ortaya çıkacağı" tesbitini, bir de sonuna ünlem işareti koyarak okuyucuya kendi fikrimmiş gibi dikte ettim! İntihâl mi selh mi, tevarüt mü, ilham mı? Tevil mi, tabir mi, tefsir mi, teksir mi? Bu yazıda ele alacağımız mevzu bu meyanda olacak!
Dış Yüzden Benzemeye Çalışma ve Taklit
Böyle bir "ara başlık" atınca meşhur sanatkâr Charlie Chaplin, canlandırdığı sarhoş karakterden mülhem ismiyle söylersek Şarlo'nun yaşadığı hâdise ile başlamak herhalde iyi bir seçim: Şarlo'ya benzeyenler yarışmasına katılan (Çaplin) sonuncu olmuştur! Sadi-i Şirazî'nin gittiği bir mecliste Bostan ve Gülistan'dan iktibaslar yaparak kendisini Şirazî olarak tanıtan birisini görmesi de en az Şarlo misâli kadar alaka çekici. "Dışyüzden benzemeye çalışma"ya dâir iyi niyetimizi biraz zorlarsak gülümseyecek bir taraf bulunabilir sanırız. Siyaset dehâsı ve sanatkâr mizaçlı merhûm Hakan Abdulhamid-i Sânî'nin baktığı "merhamet" penceresinden bakmaya imkânımız olsaydı bu tip insanları mazur görmek için birçok sebeb bulunabilirdi belki. Öyle ya! Kırıp dökmeyi herkes başarır ve inşaa etmek meşakkatli bir yoldur. Bizce buradaki fark şu ki, dış yüzden benzemeye çalışanın o "masum" tavrının zamanla harisleşmesi, urlaşması ve birisine yahut bir şeye benzemeye çalışmadan evvel kötü de olsa var olan şahsiyetini de kaybederek yenisinin, geleceğin, "oluş"unun önünü kapatması problemi vardır. Ne eski şahsiyetin kaldı, ne de benzemeye çalıştığından bir payla başka bir şahsiyete yol bulabildin..
Dış yüzden benzemeye çalışmak, aslında biraz da "rol kapmak"tır; "mış" gibi, "miş" gibi yaparak "cı, ci, cü" yapım eklerinin "isimden isim yapan" kısmının tarifine nazaran isim yapmak sevdasına tutulmaktır. Her sevdanın bir bedeli vardır; dış yüzden benzemeye çalışmanın bedeli (kaderi) de hiç bir zaman "asıl"ların kadrosuna girememek ve bütün dünya kendilerini kaâle alsa bile, içlerinde olamamışlığın, yarım kalmışlığın ve "hakikat" tarafından bir türlü kaâle alınmamışlığın tortusu vardır. Dünyanın tüm lezzetlerine ulaşan adamın eninde sonunda bir gün ölümün de lezzetine ulaşacağını hatırlayacak olması gibi, bu tortunun o acaib lezzeti ve tarif edilemez rayihası dış yüzden benzeyenleri kıskançlıkta Şekspir’in Otello'suna, hasetlikte Sağır İsmet'e, Entrikada Fransız İhtilâli'nin arkasındaki gizli yüz Fuşe'ye çevirir. Buradaki temel çelişki, ne yaparlarsa yapsınlar, saydığımız karakterlerin de yerine geçemezler ve sadece bu karakterlerin mizaçlarından pay sahibi olarak hayatiyet bulurlar. Suçları da, bile bile "asıl"ın önünü kapatmaktır; çünkü gerçeği görünürse kendi şahsiyetsizlikleriyle bütünleştirdikleri şahsiyetlerinin leblebi tozu gibi rüzgârda savrulacağının farkındadırlar. Ve kendi yaptıkları bu sahtekârlıkla örülü duvarın en büyük günahı da, bu durumun çoğu vakit "farkında" olmalarıdır. İnsanın bir şeye taklit ile başlaması ne kadar tabiî ise, taklit üzerinde kalması da o kadar gayr-ı tabiîdir.
Salih Mirzabeyoğlu'nun "dış yüzden besteciliğe yelteniş ve 'benzeyiş'e" diyerek hatırlattığı bir hâdise: "Genç bir bestecinin yeni bir operası oynanırken, opera bestecisi Chr. W. Gluck zaman zaman yerinden kalkar, yavaşça eğilir, tekrar otururmuş... Yanındaki arkadaşı sormuş:
-'Neden kalkıp kalkıp oturuyorsun Allah aşkına?'
-W. Gluck cevap vermiş:
-'Eser boyunca geçen tanıdık melodileri selamlıyorum!'(1)"
“İntihâl'in Karanlık Sularında”
“İntihâl” ederek okurlarını aldatan yazarlar mevzuu açıldı mı, birçok mevzuda olduğu gibi bu hususta da söz sahibi olan Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl'ın “Bâb-ı Âli” isimli eserini hatırlamak gerekiyor. Eserinde bu mevzuu “AHLÂK” başlığı altında ele alır ve “1928-1929 hengâmesinde” bütün matbuâtın “rejime köle” hâlini gözler önüne serer. İntihâl bir yana, ondan daha beter bir iş hâlinde hakikati yok etme görevi. İntihâlde, hiç olmazsa, bir başkasına ait fikirlerini kendininmiş gibi göstermek varken, bu türlü bir durumda ise, bütün şerefini günün geçer kurallarının ayakları altına serme rezaleti var. Ve bütün bir Bâb-ı Âli'nin ruh hamurunu şöyle anlatır: “Dedikodu, hased, hırs, iftira, taklit, gammazlık, kalpazanlık, iffetsizlik, halisiyetsizlik... Istırapsızlık, kalitesizlik..."
Bu türlü bir ortamda verilen bazı "eser"lerin nasıl olduğuna yine aynı eserden bakalım:
"Peyami Safa'ya sorarsanız Reşat Nuri'nin "Çalıkuşu" romanı, (Leon Frapye)nin (Instutitrice de Province -Taşra Muallimesi) romanından aparma... Yahya Kemâl'in "Leylâ"sı bir Fransız şâirindendir ve asıl ismi (Solange -Solânj)... Hâlbuki Yahya Kemâl onun Fransızcasını da azizlik olsun diye kendisinin yazdığını ve böylece bizzat davet ettiği bir ithama karşı tuzak kurmak istediğini iddia eder. İftira eden hesabına da, iftirayı davet eden ve ona tuzak kuran adına da ne şeref, ne şeref!.. Oysa kimse farkında değildir ki, onun: "Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin..." mısraı, tevil kabul etmez biçimde (Omeros)un (Odiesus) destanından... Dahî nice edebi hırsızlıkların dosyası Peyami Safa'da; sanat tarihi, estetik, felsefe gibi ilmî olanlarının da Burhan Ümit'de... Hırsızın hırsızı polisten iyi tanıması gibi Babıâli hafiyelerinin, ele verdiklerinden büyük bir farkı yoktur. (2)
Üstad Necip Fazıl'ın Bâb-ı Âli isimli eserinin ana teması ayrı mevzu, ayrıca tek tek intihâl edilen eserlerin bibliyografyasını değil ama, Cumhuriyet sonrası yetişen sayısız yazarın ve sonrasında yetişecek olan bütün intihâlcilerin ruh fotoğrafını göstermesi bakımından ayrıca ele alınması gereken eserlerdendir.
Necip Fazıl bütün bu manzarayı “Ah, şu Babıâli; eser veremeyen ve eserinin vecdini yaşayamayan küçük yaratılışların, ancak dedikodu ve birbirini yerme plânında hayat gösterebildiği sefil cümbüş plânı...” diyerek özetler.
O günden bu yana birçok şeyin değişmesine mukâbil, bu mevzuun zapt-ü rapt altına alınamamasından mütevellit başıboşluk sürmektedir.
Günümüzden Misâller
Malcolm X’in hayatını yazdırdığı Alex Haley’in bir zamanlar TRT’de dizi olarak yayınlanan “Kökler” (The Roots) isimli meşhur romanının bazı kısımlarını Harold Courlander isimli yazarın “The African” isimli eserinden aşırmakla suçlandı. Haley, “Roots” romanındaki bazı pasajları, “The African”dan aldığını kabul etti ve mahkeme sonunda Haley Courlander’a 650 bin dolar ödedi ve özür diledi.
Geçtiğimiz senelerde yayımlanan ve hem edebiyat ve hem de sinema dünyasında alaka uyandıran Joanne Kathleen Rowling’in “Harry Potter” isimli romanını "Kutsal Kâse" isimli eski bir masaldan aşırdığı iddia edildi; tabiî ki, ilhâm mı aldı yoksa aşırdı mı ispat edilemedi. Bu yönden ele alınamadı.
Pulitzer ödülü sahibi D. K. Goodwin 1987 senesinde yazmış olduğu “The Fitzgeralds and the Kennedies” isimli kitabında intihâl yaptığı ortaya çıkınca 2002 yılında bu ödülün seçici kurulundaki görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Fatih Altaylı ise Ahmet Altan’ın “Aldatmak” adlı romanının ana mevzuunun, Arthur Hailey’in “Tekerlekler” isimli kitabından ustalıkla aşırdığını öne sürmüştü.
Murat Bardakçı, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un, “Beyaz Kale” adlı romanında Fuad Carım’ın “Kanuni Devrinde İstanbul” adlı kitabından intihâl yaptığı iddia etti. Orhan Pamuk bu mevzu ile alakalı bir açıklama yapmasa da Bardakçı’nın iddiaları oldukça alaka çekici:
Kanuni Devrinde İstanbul: “Cenova’dan Napoli’ye giderken, hareketimizi haber alarak Ponz Adaları’nda bekleyen Türk donanmasının hücumuna uğradık” (Carım, 11)
Orhan Pamuk: “Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti” (Pamuk, 11)
Kanuni Devrinde İstanbul: “Gene esir düşebiliriz korkusuyla, kürekçileri sıkıştırmaktan vazgeçtiler. ...Esir düşerlerse şikâyet göreni feci şekilde cezalandırırlar, hatta yok ederler” (Carım, 12)
Orhan Pamuk: “Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız, kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu” (Pamuk,11)
Yine Orhan Pamuk’un "Benim Adım Kırmızı" isimli romanının Amerikalı yazar Norman Mailer'in "Ancient Evenings" romanıyla büyük benzerlikler içerdiği iddialar arasında…
Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” isimli popüler kitabının çok önceleri yayımlanan “The Holly Blood” adlı eserden çalıntı yaptığı iddia edildi. Hatta bu hususa dâir açılmış bir mahkeme bile var.
Umberto Eco'nun ‘Gülün Adı’ isimli bizce harika roman hakkında ise Emile Henriot’nun 1946 yılında Fransa’da yayımlanan ‘La Rose de Bratislava’ adlı kitabından ‘büyük ölçüde yararlanarak’ yazdığı iddia edildi. Bu iddiayı ortaya atan ise ‘Gülün Adı’nı Rusçaya tercüme eden Helena Kostyukoviç…
Umberto Eco ise bu iddiaya, “Amprik bir yazar olan Henriot’nun romanını asla okumadığımı ve böyle bir romanın var olduğunu bilmediğimi söylemenin hiçbir yararı yok.” diyerek cevab verdi.
Elbette intihâl vak’aları sadece edebiyat sahası ile sınırlı değil.
1922 yapımı “Nosferatu” filmi “Bram Stoker”in “Drakula” romanının izinsiz bir adaptasyonu olduğu iddiasıyla mahkemeye verildi ve neticesinde filmin kopyaları imha edildi.
Yazar Harlan Ellison, meşhur “Terminatör” filminin kendi yazdığı “The Outer Limits” isimli eserden aşırıldığı iddiasıyla yönetmen James Cameron’a dava açtı. Davayı Ellison kazandı.
Tiyatro dünyasında da buna benzer iddialar var. Devlet Tiyatrosu oyun yazarları Serpilhan Kanıbol ve Nihat Keleş “Cümbür Cemaat” isimli oyunun izinsiz olarak Plato film bünyesinde diziye çevrilerek TV’de yayınlandığı iddiasıyla Sinan Çetin hakkında 2010 senesinde bir intihâl davası açmışlardı.
Müzik “piyasa”sı ise belki de bu mevzuun en çok konuşulduğu ve intihâlin en çok yapıldığı saha. Ayrı ayrı misallendirmeye girmeden söyleyelim ki, bu mevzuda bir çırpıda hatırımıza gelen onlarca intihâl vak’ası biliyoruz; çoğu yabancı eserlerin bir şekilde adaptasyonundan oluşan müzik “piyasa”sının yaptığına “intihâl” demek bile fazla olur. Umumiyetle beterin beteri bir taklit psikolojisi altında orijinal eserlere Türkçe sözler uydurularak kendilerininmiş gibi pazarlanması söz konusu; işin bütün esprisi de, milletimizin yabancı şarkılara olan alakasızlığı yahut bilmezliğinden faydalanma açıkgözlülüğü...
Akademik saha ise bu mevzuda diğer sahalardan geride değil. Misallendirmek gerekirse eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'nın, "Annenin Kitabı" adlı kitabını, ABD'li Dr. Benjamin Spock'ın "Baby and Child Care" adlı kitabından aşırdığını iddia ettiği için tazminata mahkûm edilen Prof. Dr. Hasan Yazıcı, AİHM'de açtığı davayı kazanmış ve Doğramacı'nın ipliğini pazara çıkartmıştır. Ayrıca, İhsan Doğramacı gibi azılı başörtüsü düşmanı olan İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu ise, “Laparoskopik Cerrahi” adlı kitapta intihal yaptığından ötürü 2003 yılında iki ay meslekten men cezası almış, 2004 yılında ise rektörlükten alınmıştı. Sonrasında ise kitabının intihal olduğu ortaya çıkınca Türk Tabipler Birliği’nce meslekten men cezası verilmişti.
Bir tane de dışarıdan misâl verelim: Yrd. Doç. Dr. Yusuf Serengil'e göre (tıpkı memleketimizdeki Ilıman F. G'e benzeyen -F.T.) ABD'li meşhur siyâhî Hırıstiyan hatibin, Martin Luther King Jr.'ın Boston Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma neticesinde doktora tezinin tanrı kavramını özetleyen bölümünün üçte biri intihal çıkmış. (devam edecek)
Dipnotlar
1-Salih mirzabeyoğlu, Dil ve Anlayış -Dil ve Diyalektik-, İstanbul: İBDA Yay. sh. 20.
2. Necip Fazıl Kısakürek, Bâb-ı Âli, İstanbul, Büyük Doğu yayınları, sh. 88-89.
Baran Dergisi 386 Sayı
İntihâl, Aparma Yahut Yüzsüzlük üzerine...-2-
Yazımızın buraya kadar olan safhasında intihâl'in tarifi, dış yüzden benzemeye çalışmak ve taklit üzerinde durduk; yine bazı intihâl vak'alarının misallerini vererek bu mesele etrafında bazı hususlara dikkat çekmeye çalıştık. Bu ler için de şöyle demiştik: “Dış yüzden benzemeye çalışmak, aslında biraz da 'rol kapmaktır'; 'mış' gibi, 'miş' gibi yaparak 'cı, ci, cü' yapım eklerinin 'isimden isim yapan' kısmının tarifine nazaran isim yapmak sevdasına tutulmaktır.”
Bu meselenin kıvrıldığı yer ise "tasarruf hakkı" davasıdır. Çünkü, intihâl edenler hiç olmazsa, intihâl ettiklerinin aslına dokunmaz ve başkasının malını kendi malları gibi satarken, bahsettiğimiz meselede hakikati tahrif ederek kendine yamamaya çalışmak var. Bu sebeble "tasarruf hakkı" meselesini anlamaya çalışmak intihâl mevzuundan daha önemlidir. "Tasarruf hakkı"nın gözbağcılıkla intihâlin bir çeşidi olarak kullanılması günümüzde yaygındır ve mevcut kültür vasatında "her satıcının bir alıcısı var" hesâbı, bırakalım kıyıda-köşede kalmışları meşhur isimler bile "kimse fark etmiyor" zannıyla bu hâli sömürmektedir.
"Tasarruf Hakkı" Meselesi
Salih Mirzabeyoğlu'nun İBDA Külliyatı içinde defalarca dile getirdiği hususlardan birisi de "tasarruf hakkı" meselesidir. Mirzabeyoğlu, "kişinin anladığı üzerinde tasarruf hakkı vardır" der.
"Tasarruf hakkı" meselesini bu yazıda uzun uzadıya anlatmaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Kaldı ki, "kişinin anladığı üzerinde tasarruf hakkı vardır" denildiğinde, kastedilen anlaşılmıyorsa ayrıca izaha girmek, zaten anlaşılmamış olan ve ne söylenilse anlaşılmayacak olan başka "şeyler"den bahsedip durmaya dönüyor, dönecek. Verdiğimiz misâldeki gibi, "kişinin anladığı üzerinde tasarruf hakkı vardır" hikmetini anlayanın, anlama çabasında olanın bu meselede "tasarruf hakkı" olabileceği gibi...
"Tasarruf hakkı" meselesine dâir bizce söylenebilecek en güzel misâl, Salih Mirzabeyoğlu'nun Necip Fazıl ve Büyük Doğu Külliyatı üzerindeki "tasarruf hakkı" olsa gerek. Necip Fazıl'a bakıp "vay yahu büyük şâir, kocaman edip" yollu, Necip Fazıl'ı övüyor mu yoksa sövüyor mu belli olmayan zihniyetle, yine Necip Fazıl'a bakıp onun örgüleştirdiği dünya görüşünü kısır zihniyetlerden kurtarıp aslına irca eden, ondan mülhem bir fikir 'ibda' edenin bakışları arasındaki fark, bizzat "tasarruf hakkı" meselesine dâirdir. Ve bu sebeble İBDA Külliyatı için baştan başa "kişinin anladığı üzerinde tasarruf hakkı vardır" hikmetine mebnidir denilebilir. Külliyatın özelinde ise "Kökler" isimli eser baştan başa "kişinin anladığı üzerinde tasarruf hakkı vardır"a, misâl içinde ayrıca misâldir.
Açıcı olmak bakımından bir misâl daha:
Bir kaç hafta önce yaşça benden çok ufak bir arkadaşım, Mirzabeyoğlu'nun Kültür Davamız isimli eserinde geçen bir söz için "o söz, şu Fransız adamın sözü değil mi?" diye sormuştu.
"Tasarruf"un her şeyden önce Üstad Necip Fazıl'ın dikkat çektiği üzere "harcama" zannedilmesine nazaran "hâkim olma" mânâsına geldiğini göz önünde bulundurursak, bir dünya görüşünü örgüleştiren bir adam için kimin nasıl ve hangi şartlarda neyi söylediğinin yahut niye söylediğinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Mühim olan idealizminin, kendi fikrî bütünlülüğünün "değer ölçüsüne vurularak neticelendirilecek fikirdir"1
Bu meseleye dâir hatırlanması gereken bir Hadîs-i Şerif: "Hikmet, mü'minin yitik malıdır, nerede bulursa alır"
Nitekim, Salih Mirzabeyoğlu bu meseleyi "Büyük Muztaribler" isimli eserinin 3. cildinin "Takdim" bölümünde şöyle dile getirmiştir:
("Fıkıh, “anlayış” demek... Tefekkuh: Fıkıh tahsil etmek... Tefekküh: Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Hayrette kalmak... Yukarıda işaretlediğimiz hususa bağlamak üzere şu Hadîs: “Hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır!”... Nebh: Yitik. Ansızın bulunan. Bir şeyi tenbih etmek, unuttuğunu hatırlatmak. Ansızdan yitirmek. Şerefli olmak. Meşhur olma, ün salma... İnsan, aradığının ne olduğunu bilmeden, bulduğunun da ne olduğunu bilmez; “ansızdan bulunan” ve “ansızdan yitirmek”, sözkonusu “hikmet” olunca, alınacak ve bırakılacak olanı bilmek bakımından, “İslâmî anlayış” ve seziş idrakini gerektirir... Meşhur: Zâhir olma. Ebced değeri 551.")
Yukarıda, "hatırlanması gereken" diye not düşerek verdiğimiz Hadîs-i Şerif'in S. Mirzabeyoğlu'ndan yaptığımız iktibas içinde de bulunduğu görülüyor. İşte tam burada "intihal" ve "tasarruf hakkı"na dair güzel bir misal ortaya çıkıyor: Mezkur hadisten ilk bahsettiğimizde, külliyatta zaten açıklanmış olan bu meseleyi gözden kaçırdığımız ve bu minvalde bir şeyler anlatmaya çalıştığımız anlaşılıyor. Daha sonra hatırımıza geldiğinde, mevzûu toparlamaya çalışmamızın bir sonucu olarak hadîs-i şerif'i orada iktibas etmiş bulunuyoruz. Hadis-i şerif'i Mirzabeyoğlu iktibas ettiğinde ise, meselenin aslını gösterici bir çerçeve içerisine yerleştiriyor. Yani, meselenin aslını bir yerlerden bulup ve içinden aldıklarımızı "bunu da şuraya bir yerleştirelim" değil de, aslına doğru yol almaya çalışılırken hakikatine çatma... Ama, aslının gözüktüğü yerden bakınca, tam olarak anlatılamadığına şahid olduğumuz, sadece bilmenin ve bazı hususları alt alta birbirine bağlamanın o mevûu tasarrufunun altına almak demek olmadığına da misâl.
Nitekim Salih Mirzabeyoğlu "Marifetnâme" isimli eserinin "Takdim ve İthaf" bölümünde "tahaddüs-sezgi" meselesini açıkladıktan sonra şu sözleri söyler: "Hissin fikirleşmesi hâlinde bir vücut bulma ve 'yok iken peyda olma', diğerinde ise, atmasyoncu tavrı ve güyâ tasarruf ederken tasarrufuna girme şaşkınlığı."
Yukarıdaki suâlde geçen "Fransız adam"ın sözüne dâir ise "Büyük Muztaribler"den iktibas ettiğimiz paragraftaki "Tefekküh: Yemiş toplayıp vermek." açıklamasının altını çiziyoruz.
Tasarruf hakkı'na dâir ek olarak iki not düşelim: Birincisi, Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ünde rastladığımız bir çok Hadîs-i Şerif'ten mülhem sözler; ikincisi ise Şeyh Galib'in şu sözü:"Esrarımı mesnevîden aldım /çaldımsa da miri malı çaldım". Orijinalin hemen yanı başında türeyiveren sahtesinin akibeti de Sünbülzâde Vehbi'nin Sirkat-ı şi’r (şiir çalma) olayı için söylediği şu beyit içerisinde:
"Sirkat-ı şi’r edene kat’i zeban lâzımdır
Böyledir şer-i belâgatle fetâvâ-yı sühan."
Görüldüğü üzere, herhangi bir fikir, makâle, yazı, şiir yahut sözü yerli yerinde kullanıp aslına ircâ etmek sıradan bir iş değil, ayrı bir ilim ve marifet.
"Bir İntihâl Daha var" o da Aynen Almak mı Dersin?
İntihâl'in günümüzde aldığı biçim, eskilerin hiç olmazsa usûlü ile yaptığına rahmet okutucu türden. "Bilgi"nin maalesef ayağa düşmesi, hakikatlerin bazı süslü yahut tahrif edici laflarla üzerinin örtülmesi, insanların doğru olana iştiyâkının azalması, kitap okumama hastalığı, kitap okurlarının fikrî eserlerden ısrarla uzak durmaları, cep telefonlarının yaygınlaşması, nüfus yoğunluğu sebebiyle hiçbir işin vaktinde yapılamaması gibi bir çok saik var hayatımızı menfî yönde etkileyen. "Modern insan"ın bu karmaşada düştüğü asosyallikten kurtulmak için sığındığı "asosyal mecra: sosyal medya," bu mevzuda bir çok intihâl vak'asına parmak ısırtır.
Twitter'dan apardığını Facebook'ta kendi arkadaş çevresine satarak şahsiyet bulma meselesi, hızla yayılan bir virüs gibi herkesi sarmış durumda. Artık kimin kimden ve hangi sözü nasıl aldığı meçhul bir çöplüğü andırıyor. Hadîs-i Şerif'lerden Mevlana'nın sözlerine, bir atasözünden sıradan bir insanın kurduğu cümleye kadar her birinin birbirinin içine girdiği, karıştığı, kimin o sözü hangi sebeble ve neye dâir söylediğinin hiç ehemmiyetinin kalmadığı, vahşî bir ihtirasla "duvar"ında paylaştığı bir kopyala-yapıştır manyaklığı. Tek mesele de başkalarının kendisi hakkındaki şu kanaâti edinmelerini sağlamak. "waoow ne söz söylemiş" yahut "waoow nasıl da laf koymuş".
Artık, bir kitapta yahut dergide yayımlanmış yazıyı, yayımlanan yerin ismi hariç aynen dergisine-internet sitesine alıp koymak, bunu kendi malı gibi sunmak bile hizmet kaâbilinden görülüyor. İnsanları "alsın da, çalsın da yeter ki hakikat bilinsin!" dedirtecek bir noktaya getiren bir intihâl yahut intihâr pazarı. "Batan geminin malları bunlar" sözündeki "canın yongası mal" değil de, hakaret kaâbilinden kullanılsa bile anlaşılmayacak bir anlayışsızlık arenası.
Her bir kelimenin, hikmetin, aşk'a dâir latif benzetmelerin, güzel sözlerin, olmadı argo kelimelerin bile boğazlandığı ve Romalı gladyatörleri aratan bir arena!
Bu mevzu o raddeye gelmiştir ki, başkasının söylediğini alıp kendi sözüymüş gibi caka satmak ayrı bir husus, herhangi birisinin herhangi bir eserden iktibas ederek paylaştığını alıp sanki o eserdeki o sözü kendi bulmuş gibi paylaştığına çok defa şahid olmuşumdur insanların! İntihâlin de bu kadarı? Yani, bir başkasının intihâlinin intihâli? Her hususta olduğu gibi, dinamikleri bir bir tükenen günümüz intihâl demokrasilerinin intihâl hususunda vardığı noktayı şu şarkı sözleri ne hoş anlatıyor: "bir ihtimâl daha var, o da ölmek mi dersin?"
Gelinen noktanın ölümden beterliği ayrı , günü gelir, Yunus Emre'nin dediği gibi, ne var ne yok herşeyi "sigaya çeken bir Molla Kasım gelir".
1-Salih Mirzabeyoğlu,Bütün Fikrin Gerekliliği, İBDA Yay. sh.208
"Bir intihâl daha var": Ara başlık, Yeni şafak gazetesinde haberi yayımlanan Ali Birinci'nin Tarihin Kara Kitabı'nın tanıtımından. Çok söylenen ve bilinen "bir ihtimâl daha var o da ölmek mi dersin"e atıf yapılmış. Pek hoş bulduğumuz için yazımıza iktibas ettik.
Baran Dergisi 387. Sayı