Zaruri bir açıklama: Malum olduğu üzere, bir yılı aşkın bir zamandır bu yazı dizisi Baran Dergisinde her hafta neşrediliyor. Okuduğunuz bu yazı dizisi 54. bölüm olacak. Yazının ana başlığı “Ramazan Müjdesi” Horoz Borcu şeklindedir. Başlangıcından bugüne tüm yazılanlar bu başlıktan mülhemdir. Onun muhtevasına dairdir. Yine malum olduğu üzere, yazı başlığında geçen horoz borcu esprisi, Sokrates’in son nefesini vermeden önce mirasçısı ve de biricik talebesi Eflatûn’a miras bıraktığı bir şey (görev)dir. Bu öyle bir şey (görev) ki, yazı dizisinin muhtevasından mülhem söylersek, “her şeyi tutan bir şey” şeklinde ifade edilen sahici bir mânâyı hatırlatıyor. Bu şey veya mânâ veya görev, toplumların var olma kavgasında olmazsa olmazı ifade eden ve İBDA külliyatında “toplumun en üst kuruluşu” olarak tavsif edilen devlet ile doğrudan ilişkilidir. Eflatûn tarafından çerçevesi çizilen ideal devlet plan, program ve projesi, miras bırakılan horoz borcunun gerçekleştirilmesi çabasıdır. Bütün bir batı felsefesi dünyasının temelinde de bu çaba vardır, denilebilir. Büyük Doğu Mimarı tarafından İBDA Mimarı’na miras bırakılan Büyük Doğu idealinin devlet plan, program ve projesi de -bir yönüyle- bu çerçevede değerlendirilebilir. Büyük Doğu Mimarı tarafından İBDA Mimarı’na miras bırakılan ideal devlet plan, program ve projesinin Sokrates ve Eflatûn üzerinden verilmek istenmesinin arka planında, yine bir yönüyle, daha doğrusu felsefe dünyasına yataklık eden Batı dünyasına bakan yönüyle, diğer bir ifadeyle de selim akıldan mahrum saf akla bakan yönüyle bu horoz borcu esprisi olduğunu düşünüyorum. Demek istemem o ki, eski Yunan kültüründe Sağlık ve Tıb tanrısı olarak kabul edilen Asklepios üzerinden mevzu edilen horoz borcu, birçok girinti ve çıkıntı üzerinden gele gele kadüse sembolüne ve bu sembolde yer alan akaşa veya esîr denilen “yuvarlak halka” esprisine ve oradan da “Abdülhakîm Koltuğu”na kadar geldi-uzandı. Tam 9 haftadır kadüse sembolü üzerinde oyalandık, oyalanıyoruz. Aydınlanma Çağı veya Modern Çağ üzerinden Descartes’a bir türlü gelemedik, gelemiyoruz.
Hiç hesapta olmayan buluşlar üzerinden Descartes vesilesiyle söyleyeceklerimizi ertelemek zorunda kaldık, kalıyoruz. Descartes’a bir gelebilsek, sonrasında felsefî çerçevede ayağı yere basan daha sağlam, daha sarih şeyler söyleme imkânı doğacaktır diye düşünüyorum. Ama az kaldı. Neyse. Biz yolumuza devam edelim. Her şeye rağmen okuyucunun canını sıktıysak, şimdiden özür beyan ediyoruz.
Evet; kadüse sembolüne tekrardan dönecek olursak, çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki kadüsenin mevcut hâli fetişizme(1) bulaştırılmıştır. Denilebilir ki, ulvî bir mânâ idrak erozyonuna uğratılarak süflî bir mânâya indirgenmiştir. Hiç şüphesiz ki fetişizm, bir putperestlik adetidir. Hâl böyle olunca, İslâm’da fetişizm yasak edildiğinden, mevcut haliyle içselleştirilmesi de muhaldir. Kadim kültürlerden kalma pek çok sembol (veya kavram), zamanla plastisite anlayışına kurban edilmiş ve fetişizme indirgenerek putlaştırılmıştır. Yaşadığımız yeni zaman ve mekânda, “batının zahire çıktığı” bir zaman dilimi olması hasebiyle, kadîm zamanlardan kalma tüm semboller de vesilelerle tekrardan mücerred bir zemine taşınacak, aslına rucü’ ettirilecektir. “Yürüyen Büyük Doğu:
İBDA”nın en büyük misyonlarından biri de bu olsa gerektir. İBDA Mimarı’nın “Davut Yıldızı” sembolünü Yuda nesebinin elinden bir çırpıda nasıl aldığını bilenler bilir. Bu, “Ölüm Odası”nı takib edenlerce malumdur. Kadüse sembolü üzerinden söylediklerimizi “Abdülhakîm Koltuğu” hasrında değerlendirmemizin biricik sebebi de budur. Umarım yârene dokunmamışızdır. Allah muhafaza! Bilerek veya bilmeyerek, ulvî bir mânânın zedelenmesine yol açtıysak, sebeb olduysak, Allah afetsin derim!
Demişlerdir ki, dünyanın oluşumundan bugüne tüm eşya ve hadiselerin tabii seyri, bütün canlı ve cansız varlıkların hayat iradelerine dair seyir, tıpkı renkli ve sesli bir sinema filminde olduğu gibi belirli bir seyir eder. Bu seyrin “uygun bir sistem” dâhilinde cereyan ettiği sözkonusudur. Buradaki “uygun bir sistem” tabirine dikkat etmek gerekiyor. Böyle bir sistem hakkında ne / neler söylenebilir?
Yine demişlerdir ki, ehliyet ve liyakat çerçevesinde akaşik kayıtlara ulaşanlar geçmişin tüm tecrübelerinden haberlidirler. Dahası ezoterik bir bilgiye kavuştukları üzerinde durulur ki bunun İslâmi literatürdeki adı, “gizli ilimler” mânâsına “ilm-i ledün” olsa gerektir. Gerçi ilm-i ledün, sadece geçmiş ile ilgili değil, gelecek ile de ilgili bilgileri mündemiç bir keyfiyeti haizdir. Çünkü ilm-i ledün, çalışarak elde edilen bir ilim olmanın çok ötesinde, sadece Allah tarafından nasibli kalblere ilka edilen bir ilimdir. Bundan dolayıdır ki ilm-i ledün, Kitapların Anası veya Ana Kitapolarak da isimlendirilen Ümmü’l Kitab (Ümm-i Kitab) ile ilgilidir. Ümmü’l Kitab?
Zaman mefhumundan bağımsız olduğuna inanılan Ümmü’l Kitab, İslâmî literatürde “ezelî olan kelâm-i ilâhînin ismi” olarak bilinir. Zamansız ve mekânsız bir varlık olan Allah’ın bilgisi dahilinde olduğundan, gayb âleminin bilgisine de işaret eder. Melekler dahi muhtevasından habersizdirler. Allah’ın bildirdikleri müstesna, hiç kimse bu tür bir bilgiden haberli değildir. Ümm-i Kitab, levh-i mahfuzdan bu yönüyle farklıdır. Çünkü levh-i mahfuz’da yazılı olanlar melekler tarafından bilinebilir. Nitekim her yılın Şaban ayının 15’inde, yani Berat Gecesi’nde o yılın tüm olacakları levh-i mahfuz’da meleklerin şahidliğinde yazılı hale getirilir. Görevli melekler, bir yıl boyunca levh-i mahfuzda yazılı olan bilgileri icra ederler. Kirâmen Kâtibîn melekleri de not eder, kayıt tutarlar. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, levh-i mahfuz’da yazılı olmasına rağmen, meselâ kaza çerçevesinde olacak olanlar mutlaka olacak diye bir şey sözkonusu değildir, yani olacak olanlar ta ki olana kadar ihtimaller dairesinde tutulur, yani değişebilir. Kaza ve kader! Kaza, kadere bağlıdır. Kaderde ne yazılmış ise o tecelli eder. İnsan ne yaparsa yapsın, yaptığı kaderdir. Kader değişmez, lâkin kaza değişebilir dedik. Meselâ, sadaka kazayı def eder. Fakat olacak olan yine de olur ve olan da yine kaderin bizatihi kendisi olur. Allah’ın ilmine hiçbir akıl güç yetiremez. Allah, her an her şeyi yeniden yaratandır. Mutlak Ölçü ile sabit olduğu üzere, “Allah her an bir şe’ndedir.” Diğer taraftan, “İlahî ibdada tekrar yoktur, rastgele ibda da yoktur.” Kısa ve öz söylersek, iman yoksa akıl da yok! Akıl, imanla var! Akıl, bütün varlığını imana borçlu! Akl-ı selim!
Daha evvel söylendiği üzere, levh-i mahfuz, Arapça lûgatta “korunmuş levha” mânâsınadır. İslâmî literatürde, olmuş veya olacak olanların yazılı olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş veya olacak tüm eşya ve hadiselerin varlığı, Allah’ın bilgisine bağlıdır. Nitekim levh-i mahfuz, Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Levh- mahfuz’da yazılı olup da kaza ve kader çerçevesinde değiştirilenler Allah’ın “ezelî olan kelâm-i ilâhînin ismi”, yani Ümmü’l Kitab ile ilgilidir. Bu mevzuya yukarıda değinmiştik. Levh-i mahfuz, Kur’ân’da Ümmü’l-Kitab (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabu’l-Kader (Kader Kitabı) da denir.(2)
Evet; levh-i mahfuz, olmuş ve olacak olanların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası her şeyin yazılı bulunduğu bir “saklı levha”dır. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, topyekûn varlığın topoğrafyası ve topyekûn kâinatın programıdır. Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği ise “hafıza”dır… “Saklı levha” ve “hafıza”… Tedaisi, İBDA Mimarı’nın 6 ciltlik “Tilki Günlüğü -Ufuk ile Hafiye” isimli eseri ve sözkonusu eserde yer verilen “Levha”lar ve eserin sahibi tarafından bizzat eserin, “Yüzyılımızın mânâ âleminden görünüşünün topoğrafyası” şeklinde tarif edilmesi ve hassaten, İBDA’nın “beşer zekasının sekreteri” olarak tavsif edilmesi!
Varlıklar aleminde zuhur eden veya açığa çıkan bütün eşya ve hadiseler, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de kayıtlıdır. Bu kaydın harflerle, kelimelerle herhangi bir alakası yoktur. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, her bir insanın sağ ve sol omuzlarında konuşlandırılan Melekler (Kirâmen Kâtibîn melekleri), insanların özgür iradeleriyle ortaya koydukları söz ve eylemlerini kaydederler.
Kiramen Kâtibîn melekleri her şeyi değil, sadece insanların amellerini yazarlar. Bu yazılışın en önemli hikmeti ise âhirette -büyük mahkeme de denilen Mahkeme-i Kübra’da!- Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi için bu iki meleğin birer âdil şahit olmalarıdır. Gerçi başka şahitler de vardır. Meselâ insanların her bir uzvu, kıyamet gününde sahibine şahitlik edecektir. Bugün modern psikolojide ele alınan “çoklu zeka” veya “beden ve zeka” esprisinin arka planında bu tür bilgilerin mevcut olduğu pekala söylenebilir.
Allah’ın sonsuz ilminin bir yansıması olarak anlam kazanan Levh-i Mahfuz, canlı cansız her şeyin bütün keyfiyetleriyle nasıl olduğu ve nasıl olacağı hususunu ihtiva etmektedir. Bunun varlığının pek çok hikmetlerinden biri, Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan bir ekran olmasıdır. Mele-i âla sakinlerinden olan ve hamele-i arş veya kerrubiyyun da denilen dört büyük melek(3), (Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil), gibi diğer büyük meleklerin Levh-i Mahfuz’u müşahede etmeleri, yeryüzü sakinlerinden -nadir de olsa- bazı büyük evliyanın keşfen görmeleri ve umum müminlerin iman-ı bilgayb cihetiyle kalben ve hayalen müşahede etmeleri, bir mânâda Allah’ın sonsuz ilim ve kudretinin varlığına şahit olmaları, bu levhanın varlığının önemli bir sebebi olarak kabul edilmiştir.(4)
Ümmü’l Kitab üzerinde biraz duralım. Tefsirlerde “ümmi” kelimesi üç anlamda kullanılmaktadır. 1) “Ümm”, anne anlamına gelen bir kelimedir. “Ümmi” kelimesi de buradan türetilmiş bir isimdir. Böylece ümmi, anasından doğduğu hal üzere kalan, okuma yazma bilmeyen, yaratılışı yeni bir şey öğrenmekle değişmeyen insan’a denir…2) Arap milletine de “ümmi” denirdi. Eskiden beri Araplar, yazı ve hesap bilmeyen bir millet olarak tanınır. Allah Resûlü bir hadiste, (meâlen), “Biz yıldızların hareketinden hesap çıkarmayan ve yazı yazmayan bir milletiz” buyurarak bu durumu dile getirir. (Müslim, Sıyam: 15.)…3) “Ümmi” Ümmü’l-Kurâ anlamına da gelir, “Mekkeli” demektir. Her üç anlamda da Allah Resûlü’nün okuma yazmayla uğraşmamış olduğu ortaya çıkar. Zaten Kur’ân-ı Kerim açıkça Allah Resûlü’nün ümmi olduğu bildiriliyor. Üç ayette “Ümmi Peygamber” ifadesi yer alıyor. (Araf Suresi, 157, 8; Cum’a Suresi, 2.)Allah Resûlü bir kitap veya yazıya bakarak okuyamıyordu, fakat Kur’an-ı Kerim’i ezberinden çok güzel okurdu. Kur’ân okumasını ona Cebrail Aleyhisselam öğretmişti. Bu konuda A’lâ Suresi 6. Ayette (meâlen) “Bundan böyle sana Cebrail’in öğreteceği üzere Kur’an’ı okutacağız da, unutmayacaksın” buyurulur…Allah Resûlü’nün okuma-yazma bilmediği tüm âlimler tarafından kabul edilmektedir. Nitekim bu durum şu âyette de açıkça ifade edilmektedir (meâlen): “Ey Resulüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi.” (Ankebut Suresi, 48).
Allah Resûlü’ne “Ümmî peygamber” veya “Ümmi Nebiyyun” da denildiği malumdur… Ümmi kelimesi özetle, “Dünyevî bir tahsil görmemiş olan” mânâsınadır.“Ümmî” kelimesi Arapça lugatta “ümmet” kelimesiyle da aynı anlamı paylaşmaktadır. “Bir insandan eğitim almamış, ğafil, câhil, Arap ümmetine mensup, Ehl-i Kitabın dışında kalan Arap toplumu ve Mekkeli” gibi anlamlara gelmektedir.Ümmî kelimesinin “ümm” ile aynı kökten geldiği, asıl, esas, anne gibi manaları muhtevi olduğu; dolayısıyla da ümmî denildiğinde “anasından doğduğu gibi olan, aslı üzere bulunan, okuma yazma bilmeyen” manasının anlaşıldığı şeklindeki bilgiler ise kelimeye sonradan yüklenmiş anlamlardır.Istılahî olarak ümmî kavramı ise “Kitabî bilgiyle zihni doldurulmamış, doğal hali üzere kalmış, okuyup yazarak tahsil görmemiş kimse.” anlamında kullanılmaktadır.(5)
Parantez: Allah Resûlü, Ummiyyun Nebi’dir. O’nun ümmiliği, Ümmü’l Kitab’dan gelir. Ümmü’l Kitab, yukarıda da belirtildiği üzere, levh-i mahfuzdan farklıdır. Levh-i mahfuz, zaman ve mekânâ taalluk eden bilgileri, bilinenleri ihtiva eder. Ümmü’l Kitab ise, zaman ve mekândan münezzeh olan Allah’ın ukdesinde olduğundan, melekler tarafından dahi bilinmeyendir. İslamî literatürde, “ezelî olan kelâm-i ilâhînin ismi” olarak geçen Ümmü’l kitab, Allah’ın gayb alemine bakan ilmindendir. Allah, ruhu dilediğine ilka ettiği gibi, bu tür bir ilmi de kullarından dilediğine ilka eder. Velî kullarda tecelli eden ilm-i ledün, Ümmü’l Kitab’dandır, denilebilir. İBDA Mimarı’nda tecelli eden nebat (kust) ilmi de bu cinstendir. İBDA Mimarı’nın Büyük Doğu Mimarı tarafından “Cins zeka” olarak karşılanması bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir mevzudur.
Ümmet kelimesi Allah Resûlü’nün Ümmiliğinden, dolayısıyla da Ümmü’l Kitab’dan gelir. Bundan dolayıdır ki Ümmet, hiçbir zaman başsız kalmaz, kalmamıştır. Hilafet veya Halife’nin olmadığı yerde orada Halife bizzat Allah Resûlü’dür. İBDA Mimarı, vesilelerle, ruhun, kelâmın, ahlâkın, tasavvufun ve de hilafetin gökyüzüne çekildiğini söylerken, aslında bütün bunların kendisiyle olan bağlantısına da vurgu yapıyordu. Büyük Doğu-İBDA, bütün bu ulvî değerlerin tekrardan yeryüzüne indirilmesinin suretine (vasıta sistem) tekabül eder… Yuda nesebi “Ahit Sandığı”nı arasın dursun, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir!
Yukarıdaki bilgiler ışığında 15 Temmuz’un bütün ruhu görünür. Ümmet’in sahibi olan Ümmiyyun Nebi, gaybi bilginin en yüce sembolü olan “İstikbâl İslamındır” mânâsının Anadolu topraklarında tecelli etmesinin yolunu açmıştır. “Mağara Dostu” Hazret-i Ebu Bekr (R.A) üzerinden “İstikbâl İslamındır” mânâsının tecelli ettiği Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine nasıl bir gözle bakılması gerektiği tez elden idrak edilsin. İdrak edilsin ki idrakler “idrak nuru” ile nurlansın! “İdrakın aczini idrak, bir ilimdir!” sözünün de sahibi olan Hazret-i Ebu Bekir (R.A) buyuruyorlar: “İdrakı idrak idraktır ki idraktır.”
Bu ara parantezden sonra mevzuya kaldığımız yerden tekrar devam edelim. Ana kitap ya da kitapların anası olan Ümmü’l Kitap deyimi Kur’ân’da; “Âllah dilediğini siler, (dilediğini) bırakır. (Bütün) kitap(ların) anası O’nun yanındadır.” (Ra’d, 13/39) ve “Biz düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’ân yaptık. O, katımızda bulunan ümmü’l-kitaptadır (ana kitap)...” (Zuhruf; 43/4) âyetlerinde geçer. Bu arada hemen şunu da söyleyelim ki, Fatiha sûresinin bir diğer adı da Ümmü’l-Kitab’dır. İmam Buharî Tefsir kitabının başında; “Fatiha sûresine Ümmü’l-Kitab adı verilmiştir. Çünkü Mushafların yazılışına onunla başlanır ve namazda Kur’ân okumaya Fatiha ile başlanır” demiştir. Fatiha’nın bu adı almasının sebeblerinden biri de, Kur’ân’ın bütün muhtevasının bu sûredeki manaya raci olduğu görüşüdür (İbn Kesir, Tefsîru'l Kur'âni'l-Azîm, II, 16).
Müfessirlere göre Ümmü’l-kitab hakimdir, muhkemdir. Onda her şey yazılmış durumdadır. Her şeyin aslı, kökü, tohumu ondadır, varlık alanına oradan çıkar. Peygamberlere gönderilen tüm kitapların kaynağı da Ümmü’l-kitabdır.(6)
Demişlerdir ki, akaşık kayıtları inceleme imkânı elde edenler, tıpkı bir sinema filminde olduğu gibi, muhatabın amacına uygun olarak kayıtları hızlandırılabilir, yavaşlatılabilir, hatta durdurulabilir. Bu mevzuda İslâm dışı çevrelerde bir örnek var mıdır, yok mudur, bilmiyorum, ancak, İslâm tasavvufu büyüklerinden Şah-ı Nakşibend Hazretleri ile ilgili bir menkıbede bu mevzu berraklaşmış gözükmektedir. Özetle şu: Şah-ı Nakşibend Hazretleri müridiyle birlikte yol alıyorlar. Lâkin Müridin içinde bir korku, şehre girmeden karanlık bastırırsa ne yaparız endişesi hakim! Daha evvel söylendiği üzere, Velînin küçüğü büyüğü olmaz, ama, en küçük Velî dahi kalbten geçeni okur. Hâl böyle olunca, Şah-ı Nakşibend Hazretleri ne yapar varın siz düşünün! Müridin karanlık korkusunu fark eden Şah-ı Nakşibend Hazretleri yoluna devam eder. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra şehrin kapısından içeri girilir. Şaşkınlık içinde kalan Mürid, gördükleri karşısında şaşkın ve de suskun. Şehrin karanlığına gark olmuş ahali aydınlatıcı kullanıyor! Mürid olup biteni anlamış, lâkin Müridin bu durumunu farkeden Şah-ı Nakşibend Hazretleri, “Bunlar tarikatın oyunlarıdır”, sözünü söylüyorlar. Mevzu şu, şehre girene kadar güneş gökte çakılı kalıyor! Bu mevzu, akaşik kayıtları inceleme imkânı bulan tipolojilere ne der bilemem, ama durum aynen anlatıldığı gibi nakledilir. Üstad Necip Fazıl, “Feza Pilotu” isimli şiirinde ne de güzel söylemiştir: “Bilmediler; kalptedir, kalptedir asıl feza;/ Kalptedir, ölümsüzlük kefili kutsî imza.// Sayıdan sonsuzluğa sınıf geçirtecek not;/ Bizdedir ve bizdedir Arş’a giden astronot,// Ve mekândan arınmış ve zamandan ilerde,/ Fezayı teslim alma sırrı bizimkilerde. // Bizimkiler ışığa gem vururda binerler;/ Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler…”
Dipnotlar
1-Genel ifadesiyle fetişizm, bazı insanların, kendisinde tabiatüstü bir kuvvetin var olduğunu kabul ettikleri cansız bir şeyi kutsal saymaları, ruhlarla ilişkili olduğuna inandıkları maddi bir varlığı tanrı kabul etmeleridir. Kendisinde olağanüstü bir gücün varlığına inanılan, maddi- manevi, canlı-cansız, doğal-yapay varlığa “fetiş” adı verilir.
2-https://sorularlaislamiyet.com/levh-i-mahfuzun-icinde-her-sey-var-midir-nicin-kullanilir-madem-her-sey-yazilidir-o-halde-melekler-0
3-Allah’a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur.
4-https://sorularlaislamiyet.com/levh-i-mahfuzun-icinde-her-sey-var-midir-nicin-kullanilir-madem-her-sey-yazilidir-o-halde-melekler-0
5-https://www.ilyasucar.com/kitap/makalelerarticles/108-hz-muhammed-makaleleri/391-hz-peygamberin-ummiligi-meselesi.html
6-https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ummul-kitab
Baran Dergisi 616. Sayı