İnsanı derinden tesiri altına alan şeyler karşısında umumiyetle gözlerimizi kapatırız. Teessürü şakaklarımızda hissettiğimizde, güzel bir haber aldığımızda, talihli biri olduğumuzu anladığımız; bizim için nadide, başkaları için sıradan olan o kısacık ânda, dua ederken ve hatta ölürken bile... Damarlarında “buz” akan birinin bile tüylerini ürpertecek, boğazını düğümleyecek şeyler vardır bu hayatta. İstesek de, istemesek de.
Şehr-i şehir İstanbul bunlardan bir tanesi. Bir ressam kaç kez böyle bir çehreyi resmetmeye çalıştıysa, bir bestekâr kaç kez böylesine ahenkli bir eser vermeye çalıştıysa hepsi nafile oldu. Bu kadar güzel eseri meydana getiremediler. Sizi bilmem ama, ben, deniz gören bir yerde ölebilmeyi isterdim.
Boğaziçi, mitler, imparator, mimar, ressa m ve şairler için her zaman ehemmiyetli bir yer olmuştur. Burası, tarihî sahnelere tanıklık etmiştir. Karadeniz’in Marmara denizine gönderdiği suların altında aksi istikamete giden akıntılar vardır. Boğaz’ın akıntısı da İstanbul’un havası-suyu gibidir, fevkalade bir dilberin ruh hâli gibi, sağı solu belli olmaz. Ernest Hemingway, İstanbul’da Boğaz’ın havasını adamakıllı alsaydı, “Akıntı Adaları”nın sahifeleri buradan beslenirdi. Claude Debussy’nin başta pek beğenilmeyen fakat sonraları en sık icra edilen eserlerden “La Mer” (Deniz) bestesi dinlenirken, muhakkak Boğaziçi’nin vehmettirdiği şeylere rast gelinir. Martı Jonathan yahut onun ilk talebesi Fletcher Lynd acaba buradan geçmiş midir?
Doğu Roma İmparatorluğu için, Boğaziçi herhangi bir yer gibiydi. Ufak tefek balıkçı köyleri, kasaba ölçüsünü aşamamış yerden farksızdı. Semiha Ayverdi’nin deyimiyle, bu “Deryaçe”ye tarihî çehresini nakşeden, çevresini ona göre şekillendirip ahengine ahenk katan “büyülü” el Osmanlı idi. Deryaçe’nin etrafı evvela ormanlar, korular, bahçelerle kaplandı. Sihirli elle beraber, bahar bir başka geldi. Bir heykeltıraşın pitoresk şeyi gördüğünde âniden anlayışı gibi, bu “el” ne yapması gerektiğini biliyordu. “Kara ve karanlık kış günleri bitti, safâ eyyâmı (günleri) geldi!” Saraylar, kasırlar, yalılar, kayıklar, korular, çeşmeler, sebiller ve en mühimi camilerle Deryaçe’nin çehresi kemâle erdirildi. Sevebilmek ne kadar erdemli ve zorsa, bunu daimî hâle getirebilmek de ayrı bir hünerdir. Fethettikten sonra muhafaza etme kudretini sağlayan şey birazdan bahsetmeye çalışacağımız nişanelerdir. Kaim olabilmek için geleneğin sürdürülmesi zarurîdir. Öyle olmalı ki, devirler değişse bile “yaşanmaya değer hayat” dilden dile dolaşmalı, insanların gönüllerinden dışavurmalı. Öyle de oldu.
İstanbul’un fâtihi, zamanının ötesinde bir şahsiyetti. “Gelişigüzel bir cihângir gibi olsaydı, Sezar, Cengiz, Timur gibi istilacılık şehvetinin esiri düşüp dünyayı kana boyar ve zaptettiği memleketlerde taş üstünde taş bırakmazdı.” (S. Ayverdi, Boğaziçi’nde Tarih s.24) Feth-i mübinden sonra Fatih miğferini çıkardığı vakitler, Akdeniz’in batı ucunda Verone Konsili’nin kurduğu engizisyonda insanlar diri diri ateşe atılırken, genç hükümdar tutsaklarını ne sattı, ne de öldürdü. Hatta onları yaşadığı topraklardan sürmekten imtina etti. Ortodoks bir ruhânî olan Genadios’u patrik tayin ederek, onlara hak tanıdı. İspanyollar Endülüs’te tek Müslüman bırakmazken, Çekmece, Silivri, ve Tekirdağ sahilleri Hıristiyanlara tahsis edildi. Bir kısım Ortodoks, Fener civarına yerleşti, ibadethâneleri bile yoktu, bu sebepten Rum kilisesine bağlandılar ve isteyen Rumlaştı. Patrik, fetihten sonra Fatih’in tanıdığı imtiyazlar neticesinde Bizans devrinden bile daha fazla refaha erdi. Türkler imân hürriyetini ve eşitliği gözardı edemezdi, zaten bu bir an’ane idi.
Sultan, fetihten sonra İstanbul’da ancak yirmi gün kaldı. Edirne’ye gitti... Kayserlerin ilk resmî sarayı Çatladıkapı sahillerinde, son sarayı ise Ayvansaray’ın üstünde “şehrin en rutubetli yeri”ndeydi. Fatih, buralara tamah etmedi, yirmi beş sene sonra Ayasofya’nın eteğinin dibinde, yüzü Boğaz’a dönük şekilde 700 bin metre karelik bir bahçenin içine yaptırdığı Topkapı Sarayı’na geçti. Ayasofya’nın külliyeye dönüştürülmesi, Koca Sinan tarafından kubbesinin yükseltilmesi, minarelerinin eklenip tamirat görmesi, mahzun hâlden rüşte kavuşması herkesin mâlumu... Sadece Topkapı ve Ayasofya değil, fethi müteakip neler yapıldı neler... Eyüp Sultan, Mahmud Paşa, Davud Paşa, Atik Ali Paşa manzumeleri inşa ettirildi. 120 bin metre kare üzerinde parıldayan Fatih Külliyesi (cami, külliye, mescid, medrese, hastane, aşhane, kütüphane, çarşı, hamam, çeşme vs.) hâlâ muhteşemdir. Buranın mimarı da Sinân-ı Atîk’tir, kendileri Müslüman olmadan evvel Hirostodulos (Hıristiyan hukuk ve ilâhiyatçısı) idi. Deryâçe’nin şehri, bu mabedlerle tekamüle uğradı.
Mimar Sinan’dan sonra başmimar olan Davud Ağa’nın Yeni Camii’ni hatırlayalım... Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi ehemmiyetli nişaneleri zikredelim... Zira Deryâçe’nin şehrine karanlık vurduğunda ayın meskeni bu camilerin kubbeleri arasıdır. Bir İstanbul beyefendisi, mütefekkir Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” şiirinden iki mısra: “Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur: Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.”
Necip Fazıl demişken, sadece İstanbul’u değil, Anadolu’yu yoğuran güzîde insan, Ayasofya müzeye dönüştürüldükten sonra bu meseleyi davalaştırmıştır. 24 Temmuz 2020’de yeniden cami hüviyetine çevrilen Ayasofya’nın cemaatine kavuşacağını biliyordu. Ayasofya Konferansı’nda “Ayasofya, bir mânânın zıt mânâya taarruz ve onu zebun edişinin bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir.” demişti. Yunanistan bayrakları yarıya indirdi, diğer Avrupa ülkeleri de teessürde. Kavgada kazanan hep bir taraftır...
Dönelim tekrar Boğaziçi’ne... Feth-i mübîne bir cengaver olarak katılan Dursun Bey, şehre girildiğinde efsunlu kılıcını kınına koydu. Fethin tarihini yazmaya başladı. Bu diyârda onu çocuk gibi sevindiren, sarhoş eden mevki Boğaz’dır:
“Ol yer ki Boğaz denilir, görenler hod (bizzat) mâlûmdur. Ammâ görmeyenlerin gönlünü açmak üzere böylece anlatalım: Hakk’ın kudretiyle Karadeniz’in dağlarından, bir dağ ortasından yarılıp, bir cetvel (su kanalı) olmuştur ki, Nil’den büyük, Tuna’dan geniştir. Yer yer kulaklar ve koltuklar yapmış, orasında burasında kısıklar göstermiş bir Nehr-i Aziz şeklinde akar. Tâ İstanbul’un kurulduğu yere gelip, ondan da Gelibolu’ya varınca, etrâfında köyleri, kasabaları ve adaları olan bir deryâ kesilir. Ammâ Gelibolu’da yine kısılıp ırmak olarak akar. Üç yüz altmış mil gittikten sonra yayılıp bir umman olur, adına Akdeniz denir.
Bu deryâçenin şark tarafı Anadolu memleketi, garp tarafı Rumeli’dir ki darb-ı şimşîr-i bürân-ı Al-i Osman’la (Osmanlı hanedanının keskin kılıç darbesiyle) fetholunmuştur.”
İki asır öncesine kadar iki yakası arasında sadece kürekli vasıtalar vardı. Türkler 400 sene kadar, kürekli vasıtaları kullandı. Dünya makine, buhar devrine girdiğinde bile Boğaz suları gemilerin pervânelerini görmedi. Hatta buna direndi.
İkinci Sultan Mahmud hünkâr iken, İngilizler padişaha buharlı bir vasıta hediye etti; Tâir-i Bahrî ismi verilen bu tekneye tayin edilen bir kaptan, “Ben arabacı değilim, gemiciyim, böyle makine ile yürüyen gemiye süvâri olamam!” deyip istifa etmiş. Muhtemel ki, mevzu kaptan Akdeniz ve Karadeniz’de kasırgalar çıkartmış, okyanuslarda asayişi sağlamış, korsanları dize getirmiş ve gerektiği zaman düşmanı denizin dipsiz, karanlık sularına dökmesini bilmiştir. Onun için, makineyi yadırgayıp, yiğitliğine leke sürdürmemiştir.
Peki, iki yakayı birbirine bağlayan vâsıtalar başlıca hangileriydi? Evvelden on üç metre uzunluğunda, iki buçuk metre genişliğinde pazarcı tekneleri mevcuttu, altı hamlacı (kürekçi) ve başlarında bir reisle seyahat ediliyordu. Her köyün kendine ait pazar kayığı vardı. Vasıtalar o köydeki cami veya avaraz vakıflarının (geliri köy ve mahalle halkının ve esnafının bir şekilde çıkan ihtiyaçlarını sarfedilmek üzere kurulan vakıf: Sadece kayıkları tahsis etmiyor, hastane, su yollarının tamiri, fakirlerin cenazesinin kaldırılmasını vs. sağlıyordu) malı olduğundan, ihâleyle her sene bir kayıkçı reisine verilirdi. Küreğini devreden hamlacılar ise kayığın iş hacmine göre, yirmi ilâ kırk altın civarında hava parası alırdı. Bu kayıkların Köprü’de hususî iskeleleri, kayıkhaneleri bulunurdu. 17. yüzyılda Haliç, Marmara ve Boğaz’da on yedi iskele, bin 400 elli sekiz pazar kayığı çalışıyordu.
Saltanat kayıkları, kırlangıçlar (buharlı gemilerden evvel donanma için keşif, karakol ve haberleşme hizmeti gören, süratli deniz taşıtı), piyâdeler, peremeler (eski bir kayık çeşidi), futalar (hafif, dar ve uzun süratli kayık) yıldızların semâyı süslediği gibi Deryâçe’ye ayrı bir hava katıyordu.
Piyâde hamlacıları, tâlim ve terbiyeden geçer, tutumlarına ve tavırlarına dikkat edilirdi. Kürek çekişleri ustacaydı. Beş altın lirayla, bir ailenin gül gibi geçindiği o zamanlarda, bir hamlacı kostümüne on beş lira lazımdı. Kayığı uzak ve arkadan görenler, üç çift hamlacıyı sanki tekmiş zannedebilirdi, demek ki hareketleri ve endamları birbirlerine mutabıktı. Ruh ve estetiğin meczolmuş hâli.
Kayıklardaki kürek adetleri, makama göre değişirdi. Nâzırlar ile yabancı elçilerin, patrikhâne mensuplarının kürek adedini tesbit etmek devlete aitti. Sadrazamın vasıtası daima yedi çifte ve amma da ihtişamlı olurdu. Vezirlerin kayıklarında ise kürek sayısı daha az olmalı, mühim zatı korusun diye de bir yâver ve iki tüfekli çavuşun bulunması gerekiyordu. Ferikler yâni bugünkü korgeneral makamına denk zatların kayıklarında üç çift kürekçi var idi. Kaptan paşanın kayığı ise, imparatorluğun donanmasına yakışır, kadırga burunlu olurdu; cümle âlem, Deryaçe’nin reisini tanısın diye...
1843’ten itibaren Boğaziçi’nde buharlı vasıtalar faaliyet göstermeye başladı. Fevâid-i Osmâniyye, Azîziye, İdâre-i Mahsûsa, İdâre-i Muvakkate ve 1854’te kurulan Şirket-i Hayriyye, kürek devrinin sonunu getirmiş bulundu. Üsküdar, Kandilli, İstinye, Bebek iskeleleri kuruldu. Coşkun Deryâçe akadursun... Charles Dickens’ın “İki Şehri”ne bizim İstanbul’umuz yeter. İnanmazsanız Orhan Veli’nin şiirindeki ayağını suya değdiren kadına sorun...
Baran Dergisi 707.Sayı