Yazı dizimizde “vakıf” tabiriyle, insanda fıtraten mevcut, ancak ilahî müdahaleyle açığa çıkan “karşılıksız verme” için oluşturulmuş teşekkülleri izah ettiğimiz malum. “Ruh”un temel hasleti “birr”, yani iyiliktir; bunun en önemli tezahürlerinden olan karşılıksız verme veya tasadduk etme de, hakikatte ruhun aslî mercî olan İslâm'a ait bir hususiyet; Hz. Adem'den beri gelen Mutlak Fikir'in değişik zaman ve zeminlerde farklı farklı görünüşleri bir yana, özü hep aynı kalmıştır. Peygamberler, aynı tevhid sancağını taşıyan seçilmiş insanlardır. Bu hususu sürekli vurguluyoruz, çünkü tarihe karışmış eski medeniyetlerde, İslâm'ın emirleri doğrultusunda ve ona muhatab insanlarca teşekkül ettirilmiş kurum ve kuralların benzerlerinin mevcudiyetini, İslâm'ın hakikatinin doğrulayıcısı olarak görüyoruz. Yani “yeminli İslâm düşmanlarının” iddia ettiklerinin aksine, ilk insandan beri Allah'ın insanlar için seçtiği din olan İslâm, “doğru, iyi, güzel” namına ne varsa hepsinin yegane kaynağı olmuştur. Beşeriyetin merkezî hususiyetini oluşturan bu “sabitler”, İslâm'dan kopmuş sapkın kollarca icad edildikten sonra Müslümanlarca İslâm'a ithal edilmemiş, bilakis Allah tarafından peygamberlerine bildirilip öğretilmiştir. Samiri'nin, “öküzü”ne can vermek için Hz. Cebrail'in atının ayağını bastığı toprağı kullanması gerektiğini anlaması gibi, İslâm'dan şeytanın ve nefislerinin iğvâsı sonucu kopan bu sapkın inanış sahibleri de, kurdukları rejimlerin hayatiyetini sürdürebilmek adına İslâm'ın tarih boyunca getirdiği fikir ve kurduğu müesseseleri amiyâne tabirle “aparmak” durumunda kalmışlardır. Bu, insanların “doğru, iyi, güzel” kıstasları çerçevesine girecek hiç bir şeyi bulamayacaklarını söylemek değildir. Ne bulurlarsa bulsunlar, o “sabite” çerçevesinin içine girdiği müddetçe kaynağının Mutlak Fikir olduğunu söylemektir. Yoksa Mutlak Fikir'e düzünden veya tersinden muhatablık ve dolayısıyla imtihan davası olmaz ki, bu insanlık keyfiyetinin mümkün olamayacağı anlamına gelecektir. Hülasa, yeryüzünde bugüne kadar insanî verim halinde tezahür etmiş her tür fikir, müessese, teşekkül bu anlamda İslâmî'dir; doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin sıfatları O'na nazaran mânâ kazanır. Bu Avustralyalı Aborjin yerlileri için de böyledir, Eskimolar için de böyledir, Çinliler için de böyledir, vs. Biz de burada, yeni bir bestekârın konserini izlerken ikide bir ayağa kalkıp selam veren, soranlara da “eski dostların tanıdık melodilerini selamlıyorum” diyen müzisyen gibi, eski medeniyetlerde Mutlak Fikir'den mülhem vakıf teşekküllerinin izlerini arıyor, sadece aramakla da kalmayıp, bunları müstakbel nizamımız açısından nasıl değerlendirebileceğimizi hülasa etmeye uğraşıyoruz.
Bu hafta, İslâm'dan önce İran ve civarının hakim dini olan Zerdüştlük, diğer adıyla Mecusîlik namına kurulmuş olan vakıf benzeri kurumları tetkike başlayacağız. Elimizdeki kaynaklara göre MÖ 6. asırda yaşamış ve aslında tevhid inancı vâz ettiğine dair rivayetler bulunan birisidir Sipitima. Zerdüşt (altun renkli deve veya deve sürüsü sahibi) ismi ile meşhur olan Sipitima, birçok Müslüman kelamcıya göre İran çok-tanrıcılığını, tek-tanrıcılığa doğru yöneltmiş ve yüksek ahlâkî kurallar koymuş birisidir.
Yine aynı kelamcılara göre başlangıçta tek tanrılı bir din olan Zerdüştlük, Sâsânîler devrinde “düalist-iki tanrılı” bir özellik kazandı. Onlara göre, başlangıçta Ahura Mazda’nın sıfatları olarak kullanılan isimler, sonraları özel isim olarak algılanıp başka tanrılara tapınmanın yolunu açtı. Bilhassa kötülüğün kaynağı meselesini tevhid inancı ile telif edemeyen bir çok inanış, Kadir-i Mutlak Allah'a, ilk kademede kötülüğün kendinden sadır olduğu düşük profilli bir ortak, akabinde de onun “neredeyse dengi” karşıt “kötü” bir tanrı icadına yeltenmişlerdir. Çünkü Büyük Tanrı iyidir, kötülüğün kaynağı O olamaz; o halde başka bir güçten sadır olmalıdır kötülük. Bu vaziyeti sadece tamamen İslâm'ın dışında olan dinlerde değil, hakiki İslâm anlayışı Ehli Sünnet haricindeki sözüm ona Müslüman sapkın mezheplerde de görmekteyiz. Ehli Sünnet haricinde tam ve doğru bir “ilah” tarifi yapabilen bir anlayış bulunmamaktadır.
Zerdüşt’ün peygamber veya en azından yüksek ahlâklı bir kişi olduğunu düşünen kimi Müslüman tarihçiler, Zerdüşt'ün sözleri arasında Resûlullah Efendimizi (SAV) müjdeleyen ifadeler aramışlardır. Kimileri de bu delilleri bulduklarını iddia etmişlerdir. Hatta bir dönem Zerdüştlerin “Ehli Kitab” olup olmadıkları yönünde tartışmalar bile yaşanmıştır. Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta'da Peygamberimizi haber veren delilleri arama gayreti aynı döneme denk gelmektedir.
Vendidad ve Yasht’ta, Zerdüşt’ün, kendinden sonra ortaya çıkacak bir nesebi olduğundan bahsedilmektedir. Bir kadının Kansava Gölü’nde yıkanacağı ve gebe kalacağı; söz verilen peygamberi, ‘Astuat-erata’ yani ‘Saoşyant’ı doğuracağı anlatılmaktadır. Her ne kadar burada sanki Hz. İsa'dan bahsediliyor gibi gelse de bazı kelamcılar, bahsedilen Kansava Gölünü Kevser ile eşleştirmişler ve O’nun Kur’ân'ın kendisi olduğunu iddia etmişlerdir.
Netice olarak, İran medeniyeti ile fikrî olarak ilk temas zamanında, yani Hicrî 2. ve 3. asırlarda yaşamış kelamcılara göre Ahura Mazda, Rabbülalemîn'dir ve bütün zıtlıkların yaratıcısıdır. Zerdüşt, her şeyin yaratıcısı olan, insanlara iyilik yapan tek bir Tanrı’nın, Ahura Mazda’nın (Hürmüz’ün) peygamberidir. Ahura Mazda tarafından kendisine vahyedilmiş ve O da halka vaazlarda bulunmuştur. Ancak o devrin Farisî menşeili Müslümanlarının, atalarının inancında İslâm'a bir uygunluk arayışlarının ve dolayısıyla atalarının “müşrik” olmadıklarını isbat gayretinin bazı zorlama tevillere yol açtığı da aşikar. İbda'nın tezi olan “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı; ilk dil, ilk insanla vardı” hakikati elbette Zerdüştlük için de geçerlidir, ancak o devirde mevcut bulunan Zerdüştlüğün Kutsal Kitabı'na bir kutsiyet atfetmeyi getirecek yorumlar da kanaatimizce doğru değildir. Yani Zerdüştlüğün, en azından en başında, menşei gerçekten vahiy olan bir din olup olmadığını anlamamızı sağlayacak bir delile malik bulunmuyoruz. İbda Mütefekkiri'nin bizi uyardığı “Doğruyu yanlışta kullanma hatası”na düşmememiz gerektiğini ihtar eden güzel bir misaldir bu durum.
İran, kelimenin kendisinin de işaret ettiği üzere Hint/İndus medeniyetinin bir uzantısıdır ve eski İran dili olan Pehlevice, Sanskritçeden ilk kopan lisanlardandır. İran, “Ari insanların/Aryanların” ülkesi anlamına gelir. Dolayısıyla İran'daki dinî ve medenî oluşumlarda Hint izlerini görmek kaçınılmaz. İran medeniyetinin Hint'ten temel farkı, onun Batıdaki Asur, Akad, Hitit ve Yunan medeniyetlerinin de tesiri altında kalmış olması, bir nevî “berzah” medeniyeti hüviyetini taşımasıdır. Bu vaziyeti İran'daki vakıf benzeri müesseselerde de müşahede etmekteyiz. Belki de bu yüzden, tarih boyunca İran toplumlarının askerî faaliyetleri hep Batı'daki ülkeler aleyhine inkişaf etmiş, Batı'ya yönelik olmuştur.
İran'da hakkında elimizde arkeolojik delilleri bulunan ilk vakıflar, Sasanî devletinin kurulduğu MS. 3. asırla tarihlenmektedir. Muhtemelen bundan çok daha öncesine ait vakıf veya benzeri kurumlar mevcuttu, zira bu kurumlara dair bize ulaşan vakfiye kitabelerinde ve İran'ın o tarihteki kanunnamelerinde bu tarz kurumlara dair nisbeten gelişkin bir hukukî terminoloji gözümüze çarpmaktadır. İran medeniyetinin, bildiğimiz kadarıyla, neredeyse dört küsur bin yıllık bir tarihi olduğuna göre, bu kurumların, İran'daki geçmişinin en azından rüşeym halinde en az bir o kadar olması iktiza eder.
Vakfiyelerden ve kanun kitablarından anladığımız kadarıyla, eski İran'da, bu gün sahih, yani dinî maksatlı, ve zürrî, yani evlatların nafakasını temine yönelik, olmak üzere ikiye ayırdığımız vakıfların, en azından şeklen, ayniyle mevcut bulunduğunu görmekteyiz. Eski İranlıların “Ruvanegan”, yani “Kişinin Ruhuna ait veya dair” diye isimlendirdikleri bu tür kurumlar, varlıklarını, Mecusîlerin, ahirete göçmüş yakınlarının ruhlarının selametinden kendilerine sorumlu hissetmelerinden almaktaydı. Konfüçyüsçülük ve Hinduizm'in muhtelif kollarında da mevcud bulunan “ana-baba sevgisi” inancı, yani evin büyüklerinin, çocuklarının bu dünyadaki yaptıkları fiillere göre mükafat veya ceza göreceklerini öneren inanış, Zerdüşt dininde de kendine yer bulmuştu ve bu medeniyetin kurduğu vakıfların temel dinamiklerden birini oluşturmaktaydı. Yine kişinin, kendi ruhunun selameti açısından benzeri teşekküller tesis ettirdiği de görülmekteydi. Pers hukukunda, ferdlerin bilhassa ahirete göçmüş kişilerin ruhlarını şâd etmeye yönelik hayır işlerini karşılamaları maksadıyla dinî vakıflar tesis edebilmelerine imkan bulunmaktaydı. Yine dinî ayin ve merasimlerin icrâını temin için de aynı yönteme baş vurulabilmekteydi. Cemiyetin her bir ferdi, kendi ruhunun akıbetinden mesul bulunduğundan, mülkünün bir kısmını bu maksada tahsis etmek Persler arasında bir âdet halini almıştı.
Sasanî Kanun Kitabı Mâdeyân-ı Hazer Dâdesten (Bin Hüküm)'e göre, kişinin malı şu üç kategoriye taksim olunmaktaydı: Kişinin üzerinde mülkiyet hakkının sürdüğü kısım, yediemin, yani devletin denetimine bırakılan kısım ve nihayet ruhun selameti için ayrılan kısım. (Mâdeyân, böl. 1, sh. 21) Perslerin, mülklerinin ciddi bir kısmını ruhlarının selametine tahsis ettikleri anlaşılmaktadır.
Miras bırakan kişi, vasiyetnamesine ekleyeceği hususî bir tarifle, yani bir çeşit vakfiye ile “Ruh'un mülkü” adı altında, kendi ruhu için kurulacak müessesenin maksadını tayin edebilmekteydi. (Mâdeyân, böl. 1, sh. 71) Eğer bu tayini “ruhu için yapılacak dinî ibadetler” şeklinde belirleyecek olursa, vakfın akarından elde edilecek gelir, ancak, ölümünü müteakiben vâkıfın ruhu için düzenlenecek dinî ayinlere harcanabilmekteydi. Vasiyetnamesinde “ruhu için” gibi daha genel bir ifade kullanılmış olursa, vakfı idareyle vazifeli mütevelli, kendi takdirine göre ölünün ruhu için en faydalı telakki ettiği sahalara vakıf gelirlerini harcama salahiyetini haiz bulunmaktaydı. (Mâdeyân, böl. 1, sh. 34) Bu hayır işleri arasında, kamu yararı için yapılacak köprü, yol, sulama kanalları vs., fakir ve ihtiyaç sahiblerine verilecek yardımlar ve benzeri diğer şeyler bulunmaktaydı. Bu tarz hayır işlerinin olduğunu, Mâdeyân'da, “ölenin ruhu” için yapılan bağışların, onun ruhuna yönelik “doğru hayır işi” biçiminde tanımlayan bir maddeden bilmekteyiz.
Ferdler, ayrıca, arkadaş veya akrabalarının ruhları için de dinî vakıf tesis edebilmekteydiler. Böylesi bir vakfın tesisine dair îlâm, bir vasiyetin içinde bulunabileceği gibi, müstakil bir belge olarak da düzenlenebilmekteydi. Hatta şahitler huzurunda sözlü beyan bile yeterli addedilmekteydi. Böylesi bir vakfiye, Nakş-ı Rüstem'de Şapur I (MS. 241-272)'in yazdırdığı bir kitabede görülmektedir. (Philippe Gignaux, Pehlevi ve Part Kitabeleri (Glossaire des Inscriptions Pehlevids et Parthes), sh. 31, Londra, 1972) Bu vakfiyelerden birinde, vâkıfın, vakfın gelirlerinin hem kendi hem de başka birinin ruhu için harcanması şartını koyduğu görülmektedir.
Nakş-ı Rüstem'deki kitabelere göre Şapur I, kendi ruhu için bir ateş tapınağı, kraliyet ailesinin ölmüş veya yaşayan sair efradı için de dört ateş tapınağı yaptırmıştır. (Michael Back, Sasani Devlet Kitabeleri, Leiden, 1978)
Vakfiyede ayrıca hiç bir kimsenin, vâkıfın ruhunun selameti için tayin edilmiş maksadın dışına vakfı çıkarma hakkının bulunmadığına dair bir şart da konulmaktaydı. “Ne Mihren (yani vakfın o anki farazi mütevellisi; fıkıh kitablarındaki “Zeyd” gibi) ne de başka herhangi bir kimse, bu mülkü başka birine satma veya elden çıkarma hakkına malik değildir. (Mâdeyân, böl. 1, sh. 35) Ayrıca vâkıf, seçtiği herhangi bir kişiyi vakfın mütevellisi olarak atama hakkına sahibti. Bu kişi ailesinden birisi olabileceği gibi yabancı da olabilirdi. Eğer vâkıf, herhangi bir kişiyi alenen mütevelli olarak tayin etmemiş olursa, bu vazife aile içinde kalmaktaydı. Oğullarından biri, yoksa akrabalarından biri, mütevelli vazifesini ifaya mecbur bırakılmaktaydı. (Mâdeyân, böl. 1, sh. 29, 45, 46)
Gelecek sayımızda, yazı dizimizin “İslâm Öncesi İran'da Vakıf” bölümünü incelemeyi sürdüreceğiz. Baran Dergisi 426. Sayı