Geçen haftaki yazımızda Mescid-i Aksâ, Yahudilerin deyişiyle Süleyman Mâbedi çevresinde İbranî vakıflarının gelişimini ele almıştık. İsrailoğullarının dünya algısını çok iyi yansıtan bu vakıf, başlangıçta muhtemelen bir Peygamber, yani Hz. Davud veya Hz. Süleyman eliyle kurulduğundan mânen çok sağlam bir zemine oturmuş olsa da, İsrailoğullarının doğru yoldan çıkmasına paralel bir şekilde bu kurum da özünü kaybetmiş, ama şeklî varlığını muhafaza etmişti.
Vakıf kurumu, yapısı itibariyle hürriyete ve hayırseverliğe dayanır. Cebren hayır olmaz; cebir de sadece kaba kuvvetle gerçekleşmez. İnsanlar bazen etraflarının manevî cebriyle, istemeyerek de olsa iyilik yapabilirler. Bazen nefislerinin cebriyle ve isimlerini ebedî âlemde sürdürmek yerine bu dünyada yaşatmak kasdıyla hayır hasenat işleri ile uğraşabilirler. Tabii bizim kimsenin kalbini bilmemiz, insanların gerçek niyetlerinden haberdar olmamız mümkün değil. Ancak bir fiilin neticesi ile onu yapanın niyeti arasında bir münasebet bulunduğu kanaatine sahibiz. Hülasa, ruha ezelde işlenmiş bulunan, sıhhati her daim Mutlak Varlık’a nisbetle yapılması şartına bağlı ve bu nisbete yanaştıkça neticesi de düzgün olan “hayır/karşılığı diğer insanlardan beklenmeyen iyilik” fiillerinin müesseseleşmiş hâli vakıf, cemiyetlerin umumî bir aynası vazifesini görmektedir. Cemiyet, doğruluk istikametini kaybedip yozlaştıkça bu kurum da yozlaşmaktadır. İsrailoğulları tarihi de buna misaldir, Osmanlı tarihi de, Abbasî tarihi de…
İsrailoğullarının, Mâbed’in yıkılışı sonrası “hekdeş” ismini verdikleri vakıf veya vakıf-benzeri kurumların tamamen Yahudi cemaatlerinin yaşamasını temin gayesine matuf hizmetlere hasredildiğini görmekteyiz. Büyük kısmını “Jew Virtual Library” (Yahudi Sanal Kütüphanesi) isimli kaynaktan derlediğimiz bilgiler ışığında bu gelişimi aktarmaya gayret edeceğiz. Bu arada metinde geçen “fakir, yolcu, muhtaç” gibi sıfatların “Yahudileri” hedeflediğini, diğer insanlara yardım gayesi güdülmediğini de ekleyelim.
Talmud sonrası dönemlerde (MS. 300’lerden sonra) hekdeş tabiri, mülkün hayırlı bir gayeye hasredilmesi mânâsına kullanılmaya başlandı. Şu cümlede bu durum, gayet güzel bir şekilde ifade edilmiş: “Artık bizim bir mâbedimiz olmadığına göre, mülklerin mutlak anlamda vakfedilmesinin artık havralar veya fakirler için vakfetme mânâsına gelmesi gerekmektedir.” (Resp. Raşka, 5, 135) Tekrar ikaz edelim; buradaki “fakir” sıfatıyla kastedilen Yahudilerin “fakirleridir.” Bu hususu aklımızdan çıkarmayalım. Müslümanlar ve bir nebze de diğer dinlerin müntesibleri din ayrımı gözetmeden tüm ihtiyaç sahiplerine yardım ederlerken, Yahudiler, kendi kavimlerinden olmayan hiç kimseye yardım etmezler.
Mâbed yıkılmış olsa da hükmî şahsiyeti hâlen varlığını sürdürdüğünden, ona ait vakıflar, aslî fonksiyonlarını kaybetmiş olmalarına rağmen, mevcuttular ve Yahudilerin dinî işlerinde kullanılmak üzere yardım kabul etmekteydiler. Mâbed’e ait vakıflar zaten kurulmuş bulunduklarından, bu hususta yeni bir vakfın tesisine izin verilmemekteydi. Eğer bir kişi yaptığı yardımı Mâbed vakfına münhasır kılarsa, hekdeş mülklerinin kudsiyeti ona da teşmil olunmaktaydı. Hiçbir surette dünyevî işlerde kullanılamazdı. Bir kısım Yahudi bilginlerine göreyse, Mâbed sonrası dönemde bile bir kişi sadece “mülkümü vakfediyorum” dese ve nereye vakfettiğini alenen söylemese, bu mülk herhangi bir dünyevî gaye ile istimal edilemeyeceği gibi hekdeşin kudsiyetini de haiz olacaktı. Hatta kişi kalbinden “Talmudi Torah”ın (Yahudi din bilginlerinin yetiştirilmesi için tesis edilmiş okulların) veya benzeri hayır işlerinden birinin ihtiyaçları için bir ödenek olarak bu yardımı yapmış olsa bile vaziyet bu şekildeydi. Ortada ihtiyaçları görülecek Mâbed falan kalmadığından böylesi vakıf tahsisatlarını gerçekten Yahudilerin hizmetinde kullanabilmek için bu meselenin halledilmesi gerekmekteydi. Bunun için bulunmuş olan çözüm de tam Yahudilere yakışır bir formüldü: Vâkıf, vakfından dolayı pişman olduğunu, vakfettiği şeyin yükümlülüğünü artık taşıyamadığını, bu yüzden vakıf akdini bozmak istediğini söyleyerek bir hahama başvururdu; o da onun üzerinden vakıf mükellefiyetini kaldırarak mülkünü iade ederdi. İslâm’da, “alenen ve ebediyen malını veya onun herhangi bir kısmını herhangi bir hayra bağladığını bildirdikten sonra ondan asla dönülemeyeceği” prensibiyle yukarıdaki dinî görünümlü dalavereyi mukayese edin.
Yahudi anlayışına göre, Mâbed ve ona bakmakla vazifeli görevlilerin hukuku ile sıradan Yahudilerin hukuku arasındaki farklılıklar mevcuttu ve bu farklılıklar, bunlara yönelik vakıflarda da devam etmekteydi. Mâbed’in ihtiyaçlarını temin maksadıyla vakfedilmiş malları muhafaza için konulmuş hususî kurallar mevcuttu ve bu kurallar, fakir Yahudiler için veya başka gayelerle alakalı vakfedilmiş mülkler hususunda daha değişik bir mahiyet arz etmekteydi. Fakat, bilhassa Talmud sonrası dönemde, Mâbed vakfına tanınan imtiyazlar diğer türdeki vakıflara da teşmil olunabilmekteydi. Mesela Mâbed vakıflarına tanınmış olan “sözlü tahsis”, bazı Yahudi din adamlarına göre bu vakıflar için de geçerliydi; yani tıpkı yazılı muameleler gibi geri dönülemezdi. Sadece, yukarıda aktardığımız şekilde bir haham tarafından kaldırılabilirdi. Aynı şekilde fakirlere ya da başka bir gayeye vakfetme durumunda “zedaka” kuralları meriyet kazanmaktaydı. Fakir Yahudilere yardım maksatlı bir vakfa, hiç kimseye güvenmediklerinden olsa gerek, “iki kişinin bir arada” kapı kapı dolaşarak para ve eşya toplaması demek olan zedaka, hahamların kontrolüne tâbiydi. Yine aynı güvensizlikten ötürü, “üç kişi” bu yardımları, yaptıkları listelere göre kapı kapı dolaşarak dağıtmaktaydı. Bu sayılar kuraldı; artırılabilir, ama azaltılamazdı. Bu noktada da Yahudi tıynetinin, bilhassa para hususunda ne kadar itimatsız olduğunu bir kere daha müşahede etmekteyiz.
Vakfedilmiş anaparaya dokunmaksızın vakıf adına gelir elde etmenin tek yöntemi olan faiz hususunda Mâbed vakıflarına istisna tanındığını geçen haftaki yazımızda belirtmiştik. Ancak bu istisna başlangıçta diğer vakıflara tanınmamıştı; hukuken bir ferd hükmünde olduklarından faiz karşılığı borç verme salahiyetini haiz değillerdi. Bu durum, yapılan harcamalar dolayısıyla ana sermayenin kısa bir zaman içerisinde tükenmesi neticesini vereceğinden, vakfın “süreklilik” vasfıyla çelişir bir vaziyet ortaya çıkmaktaydı. 14. Asrın başlarında Viyanalı İsaac b. Moses, sadece belli bir şahsa dağıtması için tevcih edilmiş paralardan müteşekkil vakıfların, “bu durumdaki paralar bu şahsa aitmiş gibi bir mahiyet kazanmış olduklarından faiz yasağına girdiği” hükmüne yeni bir yorum getirdi. Bu paraların, maksadları cihetinde tevziatı yapılana dek, tıpkı Mâbed vakıflarında olduğu gibi faiz yasağından istisna tutulmaları görüşünü ortaya attı. Ona göre insanlar, fakirlere yardım maksadı güden bir vakfa para verirken “anapara muhafaza edilmeli, sadece geliri dağıtılmalı” şartını koyarlarsa, Mâbed vakıflarına uygulanan hukukun böylesi bir sermayeye de uygulanması kaçınılmazdı. Bu durumda münhasıran bir isim verilmediğinden, avamın tâbi olduğu Talmud’daki “belli bir faizle borç verme” yasağının bu vakıflara tatbik edilmemesi gerekmekteydi.
Aynı sorun, benzer bir metodla, ancak farklı bir ayrım temelinde Solomon b. Abraham tarafından da çözülmüştü. Yahudilerden fakr u zaruret içinde olanlar için bağışlanmış ve vakıf mütevellisinin tasarrufu altında bulunan paraların faiz karşılığı borç verilip verilemeyeceğine dair bir soruya, “Yahudi şeriatının sadece borçludan alacaklıya doğrudan ödenen faizi yasakladığı” cevabını vermişti. Solomon şöyle devam ederek verdiği cevabı harikulade (!) bir biçimde izah etmekteydi: “Bu paralarda (yani, vakfa bağışlanan paralarda) hangi paranın kim tarafından verildiği bilinmediğinden, belli bir alacaklı yoktur. Ayrıca mütevellinin elindeki parada fakirlerin ‘kesin hak sahibi’ oldukları kendilerine ait belli bir hisse de yoktur. Mütevelli kimi uygun görürse ona yardım yapar. Dolayısıyla, bir vakıf açısından faiz karşılığı borç para verme, sadece belli bir fakire hasredilmiş vakıflar için yasaktır.” Solomon’un bu cevabı verdiği sıralarda neredeyse faiz işini yapmayan Yahudi yok gibiydi. Bu çözümle, zaten yaptıkları bir işleme kendilerince “dinen yasallık” zemini uydurmuş olmaktaydılar. Burada, Yahudi zekâsının kendi dinini tahrifte gösterdiği “kıvraklığı” müşahede etmekteyiz. Bu şekilde, kendi kurduğu bir yardım vakfına elindeki parayı bağışlayıp, sonra da bu para ile tefecilik yaparak sermayelerine sermaye katmaktaydılar. Bu vakıfların ciddi bir kısmı, dostlar alışverişte görsün kabilinden, sırf yasak savmak için yardım yapmaktaydılar. Bu Yahudi din adamlarının yaptıkları “içtihadlar”, Yahudi tefecilerin işlerini gönül rahatlığıyla yapmalarının önünü açmaktaydı. İslâm dünyasında da, tabii Yahudilerdeki kadar asla olamaz, böylesi işler yapan “para vakıfları”ndan yeri geldiğinde bahsedeceğiz. Şimdilik söyleyeceğimiz, ruh gidince geriye kalanın “kokuşmuş” bir cesetten ibaret kalacağı. Gerçi bu Solomon b. Abraham, faizli muamelelerin çok iyi bir şey olmadığını söylemekten de geri durmamaktaydı; kendisi de söylediklerine pek ikna olmamış olmalı.
Fakat “sıradan vakıflara” faizli işlem yapma serbestiyeti getiren bu “içtihadlar”, bazı Yahudi din adamlarınca da kabul görmedi. Bunlardan biri olan Rothenburg’lu Meir (1220-93)’in şu sözleri, Yahudilerin o günlerdeki zihniyet yapısını ve bizim bugünkü cemiyetimizin onlara ne kadar benzediğini göstermesi açısından çok ibretlik bir mahiyette: “Günahlarımız yüzünden bu faiz meselesi, Krallığın her tarafına yayılmış durumda. Bu ‘gabbaim’i (Günah elbisesi) gerektiren günahın yükü, sadece yapanların değil, bütün bir cemaatin omuzlarındadır. Bunu reddedecek veya durduracak gücüm yok; ama yapanlara meşruiyet kazandıracak bir görüşü serdetmemi de kimse benden beklemesin. Bırakın herkes bari şimdiye kadar olduğu gibi bu işlemi kazara yaparmış gibi yapsın.” Bu gün bizim cemiyet olarak faiz karşısındaki durumumuza ne kadar benziyor değil mi? Bu haham, faiz işini soranlara “uzak durmaları” öğüdünü vermekteydi. Onun görüşüne göre fakirler için bir vakfa bağışlanmış para, yasağın sadece “rabbi” hukukundan kaynaklandığı durumlarda, faiz karşılığı borç olarak verilebilirdi. Aynı durum, yetimlere ait paralar için de geçerliydi. Bu hahamın talebesi Aşir b. Yehiel de bunun “ispata ihtiyacı olmayan bariz bir kural” olduğunu ekleyerek benzer görüşler serdetmekteydi. Bu fikir Tur ve Sulkan Aruh’ta da kanun olarak kabul edilmekteydi.
Yahudi hukukunda vakıf kurumunun diğer yönlerinden bahsetmeye (kuruluş gayeleri, bu gayelerin değiştirilip değiştirilemeyeceği, Yahudi vakıflarının yönetim biçimi, vs.) gelecek haftaki yazımızla devam edeceğiz.
Baran Dergisi 431. Sayı