Her ruh seyrine daldığı şeydir, ona dönüşür. Bu, tasarrufsuz temâşakârların hâli de öyle; ruh ve ahlâk olarak, öykündükleri, ama kendini bilen insanın asla olmak istemeyeceği modern ahlâk ve ruha dönüşmüş durumdalar.
Batılı halklar, acıyı da günâhı da benimsemekten uzak câhil ve zâlim topluluklardı. Bâtıl inançlarını, paganizmi, tahrif ettikleri; emperyalistçe bir keşif ve fetih kültü olarak tasarladıkları Hıristiyanlığa ve Avrupa merkezci diğer teorilere de taşıdılar. Sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizledikleri keyfî vandalizm, barbarlık ve çapulculukları 21. yüzyılda da devam ediyor… Kültürleri yağmalamaktan, medeniyetleri yok etmekten, toplumları köklerinden söken, insanları çaresizliğin ezilmişliği içinde bırakan bir iktidardan hâlâ sapık bir zevk alıyorlar! Yaptıkları her türlü kötülüğün, zulmün, vahşetin içinden kolayca sıyrılıyor, hiç vicdan azabı duymuyor, hiçbir bedel ödemiyorlar; tıynetleri bozuk, trajediyi kâra tahvil edip büyük paralar kazanıyorlar. Hıristiyan demokratı, sosyalisti ve faşistiyle siyasî iktidarlar hâlen, “yalanlar bütünü”nü dünya düzenine dönüştüren, “kapitalizmin gerçek yuvası”nın da temellerini atan küçük bir azınlığın şeytanî aklına bağlı.
Dolayısıyla mücrimin masum, soysuzun soylu, zâlimin mazlûm gibi düşünebileceğini, kendisini tanımak, anlamak için büyük bir çaba içinde olan insanlara insanca yaklaşabileceğini ummak, fazla safdillik olur. Safdilâne olan bir başka düşünce de, zihni işgal edilmiş, zâlimine aşık, ilkesiz ve kullanışlı birinin kendi milletine sadık kalabileceğini, memlekete bir hayrının dokunabileceğini düşünmek ve onun peşinden gitmektir.
Çünkü hiç kimse, ülkesini saran karanlığa aldırmadan, istilâcıların önüne açtığı ikbâl yollarına sapan bir ikbâlperest ve aslını inkâr eden bir haramzâde kadar saplantılı değildir. Kendisini, emrine koşulduğu zihniyete denk düşmeyen her tür değişimi, iyiye doğru bir gidiş de olsa, memleketin hayrına bir iş de olsa daha doğmadan kaynağında boğmakla görevli hissettiği için, meşruiyet perdesinin arkasına gizlenerek bunların üstünü örtmekten, dönmüşlüğüne malzeme yapmaktan, bunları kendini haklı ve hâkim kılma yolunda kullanmaktan çekinmeyecektir. “Uygarlaştırma misyonu”na soyunan atalarının hatalarını sorgulamak, nedâmet duymak yerine; kendi kültürünün üstünü modern değerlerle sıvamaya, kin ve nefretini edepsizce kusmaya, hezeyân hâlinde söylenmeye, tüm olumsuzlukların üstünden; “Biz zaten buyuz, bizden bir şey olmaz.” klişesine hapsedilmiş kuru bir mantıkla atlayarak, tapındığı kültürü her şart altında doğrulamaya devam edecektir. Dolayısıyla kendi güvenliklerinden başka bir endişesi, “iyi yaşamak”tan başka bir derdi olmayan, kendilerinin asla tahammül edemeyeceği bir etkiyi edepsizce bir hayâsızlıkla başkalarının üzerine boca ederek yaşayan mide bulandırıcı bu “maymun sürüsü”nden kurtulmak, insanımız ve ülkemiz için büyük bir nimet olacaktır. Bağışlanmaması, hesap sorulması ve bir an önce tasfiye edilmesi gerekir... Ruhlarını saran gaflet uykusundan uyanıp, edindikleri düşünce kalıplarını değiştirmeleri, gönüllü koşuldukları şartlara itiraz etmeleri, hâsılı iflâh olmaları çok zor…
Zira her ruh seyrine daldığı şeydir, ona dönüşür. Bu, tasarrufsuz temâşakârların hâli de öyle; ruh ve ahlâk olarak, öykündükleri, ama kendini bilen insanın asla olmak istemeyeceği modern ahlâk ve ruha dönüşmüş durumdalar. Batı’nın yüzlerce yıldır insanlığa karşı yürüttüğü suça ortak olmayı “ilerleme”, muasır medeniyet seviyesine erişme kabul edecek kadar “ilerici”ler. Çok donanımlı olmakla övünüyor, her istediklerini yapma, akıllarına esen her şeyi söyleme ayrıcalığına sahip olduklarına inanıyorlar. “Sürüden farklı görünmeye çalışan sürüden biri” olduklarının idrâkinde değiller. Oysa kendileriyle özdeşleştirdikleri, peşinden gittikleri, oylarıyla destekledikleri siyasî liderleri kadar gülünçler. Komikliğe varan bir ciddiyet içinde kendilerini önemsiyor, önemli görünmek istiyorlar. Herkese ve her şeye kulakları tıkalı, gözleri kapalı, zihinlerine yerleştirdikleri belli bir bakış açısıyla sadece duymak istediklerini duyuyor, görmek istediklerini görüyorlar. Her şeyle ve herkesle uzlaşı hâlindeler, ama kendi değerlerinden, utandıkları ve unutmak istedikleri her şeyi kendilerine hatırlatan kendi insanından ölesiye nefret ediyorlar. Bu arsız ve yüzsüzler adına başkaları utanmaktan yorulmuş olsa da, ar damarı çatlamış bu kesimin o bön yüzü hiç kızarmıyor! “Tersinden harika” tipler; okuyup yazdıkça zihin karışıklıkları, cehâletleri biraz daha artıyor. Kendilerini doğrulayacak delilleri arayıp bularak, buldukça da doğrulandıkları hissine kapılarak, ağartılmış beyaz bir hayatın içinde yuvarlanıp gidiyorlar. Uyuşmak istedikleri medeniyet nezdinde “istenmeyen misafir” olduklarının, heveslerinin kursaklarında kalacağının, kendilerini besleyen elin günü geldiğinde kafalarını da koparacağının idrâkinde değiller!
Bizim gibi; bir gecede hafızası silinmiş, kendi hazinesinin dilencisi konumunda yaşayan, dolayısıyla kendine ait bir bilimi, edebiyatı ve sanatı olmayan, devşirme bir kültür ortamından beslenen insanın zihin dünyasını şekillendirmek, benzemek istediği ruh ve ahlâkı giydirmek kolaydır… Etrafı duvarlarla çevrili, içinde kayda değer hiçbir şeyin yetişmediği kurak ve çorak bir arazide yetiştiği için, duygu ve düşünce yapısı ve kapasitesi, dünya hakkındaki bilgisi içine doğduğu çevreyle sınırlıdır. Hakikatle bir bağı olmadığı, ruhunda hiçbir istinad noktası kalmadığı için tutum ve davranışlarını kaba hazcılık, çıkar ilişkileri ve bunlara meşruiyet kazandıran paylaşım yasaları belirler. Dünyayı ve kendisini bu şartlar ve ilişkiler bütünü içinde anlamlandırır ve bu anlamlarla yaşar. Ne var ki bu anlamlar izafîdir, kendi sınıfının duygu ve düşünce kanunlarını yansıtırlar. Oysa dışındaki dünyayı tanıyabilmesi için, içine doğduğu çevrenin-sınıfının dışına çıkması, içtimaî ilişkiler bütününü değiştirmesi, yeni bir şuur terkibi ile başka anlam dünyalarıyla tanışması gerekir. Ancak tanışacağı anlam dünyasının anlamlı olabilmesi için bilgisinin keşfi; imâna özgü, dil ve diyalektiğinin de farklı bir formda gördüğü fikri, farklı seviyelerde sorgulayabilecek, Mutlak Fikir’e muhatap anlayışı yansıtabilecek bir bütünlük, zenginlik, olgunluk ve tutarlılık içinde olması icab eder. Fakat “Bütün”e değer vermiyor, duygularında bütünlük aramıyor, bütünün düzeni için çaba sarf etmiyorsa, kendisini bütünleyecek bütünleyicileri de tanıyamaz, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak duramaz... “Sistemleştirilmiş malumat”a dayalı, yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bir süreç işler. “Gerekli olan” “doğru”nun yerini alır, böylelikle de yalan dünya düzeni haline gelir. Yeni düzenlenmeler yapılsa da düzenin temeli değişmez. Bütün bir insanlık yalan bir dünyada, yalana teslim bir “yalan makinesi” olarak yaşamaya devam eder. Ta ki, büyük bir ihtilâl-inkılâb dünyayı köklerinden sarsıp, arınıp yenileninceye kadar.
Aylık Dergisi 186. Sayı Mart 2020