Hanefî uleması, vakıf malın ayn olması konusunda hemfikirdirler. Onlara göre, bir şeyin ancak kendisi vakfedilebilir; onun geliri, kârı vb. kazançlar, o şeyden müstakil vakfedilemezler. Ayn ise menkul ve gayrimenkul (akar) olmak üzere iki çeşittir. Gayrimenkuller arazi ve onun üzerindeki muhtelif tamamlayıcı unsurlardan ibarettir. Akar da denilen gayrimenkuller, Hanefi vakıf anlayışının belkemiğini oluşturmaktadır. Menkuller ise hem çeşit hem de mahiyet olarak daha karmaşıktır ve vakfedilmeleri istisna kabilindendir. Bunlar arasında, hayvanları, ticarî ve ticarî olmayan her tür eşyayı ve nakit parayı sayabiliriz. Hanefîler, “bir aynın aslının Allah rızası maksadıyla ihtiyaç sahibleri için ebediyen habsetmek” ifadesinden müteşekkil vakıf tarifindeki “ebediyen” vasfına en uygun malların gayrimenkuller, yani araziler olduğuna kanaat getirmişlerdir. Ahmed Akgündüz’ün deyişiyle kıyasa, yani genel şer’î ilkelere en uygun yaklaşım Hanefilerce budur. (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 206)
Bu noktada evvela Hanefî fukahasının gayrimenkul/akar tarifini yapıp buradan hareketle istisna kabul edilen vakıf konusu menkul mallar meselesine geçmek istiyoruz. Hanefilere göre gayrimenkul, bir yerden bir yere götürülmesi mümkün olmayan şeylerdir. Arazi ve arsalardan ibarettir. Akgündüz’e göre bugünkü gayrimenkul anlayışıyla ilk zamanlardaki gayrimenkul anlayışı arasında farklılıklar bulunduğundan, mesela daire ve binalar gayrimenkul sayılmadığından, akar ile gayrimenkul tabirleri iki ayrı manaya gelir olmuşlardır. Akar tabiri, bugünkü anlamdaki gayrimenkul kelimesine karşılık gelmektedir. Hanefiler, bir araziyi birbirlerine denk gelecek biçimde hem gayrimenkul hem akar, onun üzerindeki bina ve ağaçları ise sadece akar diye vasıflandırmaktadırlar. Malikîler ise akarı da tek başına gayrimenkul olarak görmektedirler. Normalde Hanefî hukukunu baz alan Mecelle’deki gayrimenkul tarifi ise Malikîlerin görüşüne yakındır. (Mecelle, md. 128) Ama bir vakıfta malın gayrimenkul olması gerektiği meselesinde bu kadar ısrarcı olan Hanefîler, nass ve istihsan kaynaklı delillerle bazı menkul malların da istisnâen vakfedilebileceğini kabul etmektedirler. Yani “kıyas denilen umumi kaide Hanefi mezhebinde mevkûf malın akar olmasını zaruri kılıyorsa da, kıyas deliline tercih edilebilen istihsan ve örf/adet kaideleri gibi İslâm hukukundaki tâlî ve içtihadî kaynaklarla önemli bir kısım menkul malın da vakfın konusu olabileceği kabul edilmiştir. Bu kabulü İslâm hukukundan ayrı saymak ve değişik yorumlara girişmek doğru değildir.” (Akgündüz, age, sh. 207) Şimdi bu menkul mallara ve onların vakıf konusu yapılmaları hususunda gösterilen delillere bir bakalım.
Menkul mevkuf mallardaki ilk istisna, haklarında nass bulunanlardır. Mevkufun akar olması lazımdır kaidesinin İmam Ebu Yusuf’a göre istisnası, vakfedilmelerinin caiz olduğu hususunda hadis bulunan mallardır. Bu şekildeki menkul malların bir vakfın konusu yapılabilmelerine imkân sağlayan hüküm, tâlî ve içtihadî bir fıkıh kaynağı olan istihsandan çıkarılmıştır.
Burada bir es verip İslâm hukukunda hayatî bir ehemmiyete sahib istihsan tabirini açmamaız gerektiği kanaatindeyiz. İstihsanın muhtelif çeşitlerini de içine alan kapsamlı bir tarifi şu şekilde yapılabilir: İstihsan; müçtehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerleri için verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass (ayet-hadis), icmâ, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak başka bir hüküm vermesidir. Bazen bir mesele genel nitelikli ayet veya hadislerin yahut bazı mezheplerce benimsenip yerleşmiş bulunan bir genel kuralın kapsamına da girer. Ancak aynı konuda, bu nassın veya genel kuralın aksi yönde hüküm vermeyi gerektiren nass, icmâ, zaruret, örf veya maslahat gibi başka özel bir delil daha bulunabilir. Müçtehid bu özel delilin tercih edilmesi gerektiğine kanaat getirirse, genel kuraldan ayrılarak, özel delile göre hüküm verir. İşte istihsan, benzerlere uygulanan hükümden vazgeçmeye denir. Bu yolla sabit olan hükme de “kıyasa aykırı olarak istihsan yoluyla sabit olan hüküm” denir. Burada kıyasa aykırılıktan maksat, genel kurala aykırılıktır.” (Zekiyüddin Şaban, Usûlü’l-Fıkh, terc. İbrahim Kâfî Dönmez, sh. 162). Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek anlamlarına gelen istihsan kelimesi, tabir mânâsıyla “hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması” demektir. Hanefî hukukçularından Serahsî, istihsanın kıyası terk edip, insanlar için en uygun olanı almaktan, şahıs veya cemiyet bir meselede sıkıntıya düşünce müsamaha, kolaylık ve ruhsatlarla hareket etmekten ibaret olduğunu belirttikten sonra şunu ekler: “Bunlardan çıkan sonuca göre istihsan, kolaylık sağlamak için zorluğu terk etmektir. Bu da dinin aslı ve esasıdır.” (M. Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, sh. 253) Açık kıyas veya genel bir hukuk kaidesini terke vesile olan naklî delil, zaruret hali veya örfe “istihsanın senedi veya veçhi” denir.
İmam Muhammed de İmam Ebu Yusuf da istihsan deliline istinaden menkul malların vakfının caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak her ikisi de hükümlerini farklı bir istihsan senedine dayandırmaktadırlar. Yukarıda istihsanın tarifinde de zikrettiğimiz üzere, istihsanın delili, nass (ayet ya da hadis), örf/adet, zaruret, maslahat (ammenin faydası) ve örtülü bir kıyas olabilir.
Ebu Yusuf’un Görüşü
Ebu Yusuf’un istihsanının delili nasstır, yani hadislerdir. O yüzden İmam Ebu Yusuf’un bu konudaki içtihadı “nassa dayalı müsaade” başlığıyla ele alınmaktadır. Genel kaideye aykırı olarak bazı menkul malların vakfedilmesine cevaz veren şer’î nasslar mevcut bulunmaktadır. Halid b. Velid (RA)’ın Allah yolunda zırhlarını ve silahını vakfettiğini, Hz. Peygamber (SAV)’in de bunu tasvib ettiğini ifade etmiştik. Hz. Hafsa (RAha) validemizin Kur’an vakfettiğine dair rivayetler mevcuttur. Ebu Yusuf, kıyasa muhalif bu nasslara dayanarak cihad için silah, at ve deve vakfını caiz görmüştür. Yine bazı Hanefi âlimlerinin beyanına göre de Ebu Yusuf, içtihadını hadislerde nakledilen menkul mallardan ibaret tutmuştur. Çünkü “kıyasa aykırı olarak sabit olan bir hüküm, başka bir hükme esas teşkil edemez.” (Mecelle, md. 15)
Ancak yine bir kısım hukukçular, Ebu Yusuf’un menkul malların vakfını dayandırdığı istihsan delilinin senedi sadece nass değil, nassa dayanarak ortaya koyduğu kapalı bir kıyastır (kıyas-ı hafî). Bu da vakfı, nasstan dolayı istisna olarak caiz görülen silahlara, aralarındaki ortak illetten mütevellit diğer bazı menkullerin de kıyaslanması ile gerçekleşmektedir. Kıyasa muhalif olduğu kesin olan bir şeye, açık kıyas ile başka bir şeyin kıyaslanması mümkün değildir, ancak kapalı kıyas yoluyla kıyaslanması imkân dâhilindedir. Mevcut nassların delaletiyle bazı hükümler çıkarılabilir. Ebu Yusuf’un savaş araçlarına benzeyen bu menkul mallar için hadisten çıkardığı illet, Hz. Peygamber (SAV) devrinde bu araçlara (silah ve ata) yönelik zorunlu ihtiyaçtır. (Akgündüz, age, sh. 209) Yani, herhangi bir menkul malın vakfına zarureten ihtiyaç duyulursa, onun da vakfının caiz olması gerektir. Ebu Yusuf’un menkul malların isimlerini zikrederek cevaz vermesi, onun devrinde halen bu araçlara ihtiyacın devam etmesi, başka bir alete matuf ihtiyacın henüz sadır olmamasıydı. Yoksa ihtiyaç hâsıl olunca, başka menkul malların vakfının caiz olmadığına dair bir görüş kendisinden nakledilmiş değildir. Hanefî mezhebi, yeni bir konu ile karşılaşıldığında, hakkında nass bulunmasa dahi, ihtiyaç ve örfü o konudaki hukukî muhakemenin kaynağı olarak kabul etmektedir. Vakfedilmesi caiz olmadığı halde, bir menkul malın örf saikiyle vakfedilmeye başlanması, o malın vakfına yönelik ihtiyacın göstergesidir. (Elmalılı, İrşadü’l-Ahlaf, sh. 65)
Ebu Yusuf’a ait “vakıftan amaç Allah’a yakınlaşmaktır; gayrimenkullerde bu amacın olduğuna delil mescidler iken menkullerde bir malı fakire temlik ile kurbet gerçekleşir” sözü ve İmam Muhammed’in kendisinden “örf cari olduğu takdirde menkulün vakfının da caiz olacağına” dair bir beyanı nakletmesi, onun menkul vakıfları ismen değil, vasfen belirlediğini göstermektedir. Ebu Yusuf’un görüşüne göre, bu durumda, hakkında bir bilgi ve alışkanlık olmasa dahi, sırf ihtiyaçtan dolayı bazı menkul malların vakfı caiz olabilmektedir. Ebu Yusuf’un bu kanaati sonraki hukukçular tarafından tam olarak anlaşılamamış ve uygulama, genelde örfü alenen sened kabul eden İmam Muhammed’in görüşü istikametinde şekillenmiştir. Ebu Yusuf’un görüşünün çok irdelenmemesine ve sadece bazı menkul mallara vakfı caiz gördüğünün sanılmasına, zaten bu konuda hukukçulara yeterince muhtariyet veren İmam Muhammed’in görüşünün varlığı sebeb gösterilebilir. Osmanlılar da menkul vakıflarda İmam Muhammed’in görüşünü esas almışlardır. (Akgündüz, age, sh. 209)
İmam Muhammed’in Görüşü
Genel kaideye aykırı olarak menkul malların vakfıyla alakalı müsaadenin diğer delili, İmam Muhammed’e aittir. Bunu ise, hakkında nass bulunmadığı halde vakfedilmesi teamül hale gelen menkuller teşkil etmektedir. Bunlara “örfen vakfı caiz görülen menkuller” diyebiliriz.
İmam Muhammed, “menkul malların vakfı konusunda umumi kaideyi örften dolayı terk etmiş ve menkul malların vakfının meşruiyetini, senedi örf ve adet temeline inilirse, insanların ihtiyaç ve zarureti olan istihsan deliline dayandırmıştır.” (Akgündüz, age, sh. 210) Dolayısıyla, menkul malların vakfı, insanların teamülü olunca sahih kabul edilecektir. Bir yerde menkul bir malın vakfedilmesiyle alakalı bir örf cereyan eder hale gelirse, artık o yerde o çeşit malların vakfı meşru hale gelir. İmam Muhammed’in bahsettiği “tearüf” tabiri, fukahanın ekseriyetinin herhangi bir konuda ittifak etmeleri ve bunu hukukî işlemlerinde kullanmak üzere anlaşmaları mânâsına gelmektedir. Bazıları, bir fiilin çokça vukuu biçiminde de tarif etmişlerdir. Başlangıçta caiz olduğu hususunda üzerinde ittifak olmayan bir fiil, nasslar (Kur’ân, Sünnet ve dolayısıyla İcma-ı Ümmet –sahabenin ve sahabeyi gören tabiinin ittifakı-) tarafından yasaklanmış olmamak kaydıyla, sonradan zikrettiğimiz anlamda “teamül” haline gelebilir. Âlimlerin ekserisine göre, bu teamül mutlak olmalıdır, yani süreyle kayıtlı bulunmamalıdır. Örf ise ne zaman ortaya çıkarsa, o zaman geçerlidir.
Örfen istihsana en iyi örnek istisna (eser) akdidir. Sözleşmenin konusu, sanatkârın belli bir zaman zarfında meydana getireceği ve henüz mevcut bulunmayan bir eser olduğu için akid, esasen “olmayanın satışının yasaklanması” umumi kaidesine aykırıdır. Ayrıca akdin süresi ve şartları muğlaktır. Ancak hem Hz. Peygamber (SAV)’in buna izin verdiğinin sabit olmasından hem de halk arasında bu akdin son derece yaygın kullanımından dolayı, eser sözleşmesi Hanefî fukahasınca kıyasa aykırı olsa da istihsanen câiz görülmüştür.
Diğer taraftan, her bir bölgenin veya mahallin örfü kendini bağlar; örfün bütün ülkeye şamil olması gerekmez. Bir bölgedeki örf, hakkında nass mevcut olmayan o bölgedeki hukukî bir meselenin hallinde müracaat edilecek bir mercidir. “İnsanların teamülü öyle bir hüccettir ki, onunla amel olunabilir. Örf ile sabit olan şey, nass ile sabit olan gibidir. Örf ile tayin de nass ile tayin gibidir.” (Mecelle, md: 36-45) Buradan çıkarılacak netice, bir örfün kaybolmasının, ondan doğan vakıf âdetinin ortadan kalkmasına yol açacağıdır. Mesela eskiden vakfedilen kılıç vb. menkul mallar, savaşlarda kendilerine örfen ihtiyaç kalmadığından, artık vakıf konusu olamazlar.
Nakit para, fakir çiftçiler için tohumluk buğday ve benzeri hububat, at, mekteb ve medreselere sofra takımı, zenginlerle fakirler arasındaki ziynet farkını azaltmak amacıyla gelinlik, süs eşyaları, sütünden fakirlerin yararlanması için süt hayvanları ve benzeri menkul malların vakfı hep bu esasa göre meşru sayılmışlardır. (Ebulula Mardin, Ahkam’ül-Evkaf, sh. 77)
İmam Muhammed’in nazarında teamül ve tearüfün bulunması şartıyla menkul bir malın vakfını caiz görülmesine konulabilecek tek tahdid, Allah rızasının aranması, yani kurbettir. Hatta Fenerizade’ye göre, İmam Muhammed, örfe gerek olmadan içinde “kurbet” bulunan her vakfın caiz olduğu görüşündedir. Ayrıca Serahsi de, yine İmam Muhammed’e göre insanların teamülü bulunsun ya da bulunmasın menkul bir vakıf caizdir. Fenerizade de bunu para vakıflarının caiz olduğuna dair en önemli delil olarak ileri sürmektedir. (Akgündüz, age, sh. 211)
Ali Haydar Efendi, gemi, araba, hisse senedi vb. vakfına dair bir örf oluştuğu takdirde, bu vakıfların caiz olduğunu ifade etmektedir. Eğer böyle bir örf mevcut değilse, bu vakıflar caiz olmazlar. (Ali Haydar, Tertibüssunuf, md. 226) Osmanlı hukukçularının menkul vakıflar konusunda rağbet ettikleri görüş, İmam Muhammed’inkidir. Bu görüş istikametinde Osmanlılarda nakit para, gemi, hayvan derileri, sandal vb. şeylerin vakfedildikleri görülmektedir.
Baran Dergisi 490. Sayı