Hayatta en zor olan başkalarının koyduğu kanunlara göre değil, şaşmaz ve yegâne olan bir ölçü ve kanuna göre yaşamaktır. Bu, esasında en kolay olanıdır, fakat bir sarrafın terazisinden daha hassas ölçülerin getireceği zorlukları da barındırır ve ona uymaya çalışan kimseyi her ânında binbir türlü imtihanlardan ve cenderelerden geçirir.
Mevzubahis, kendi koyduğu kanunlara göre veya kendi doğrularına göre yaşamak da değil, böylesi bir yaşayışın en adi bencilliklerle eş olduğunu da bilmek gerekir.
Bütün bir insanlığın vicdanını taşımak ve masumların, mazlumların yükü kendi sırtındaymış gibi hayatını şekillendirmek, zorların en zoru ve hakikatte insan olabilme gâyesine giden yolun esasını teşkil etmektedir. Bütün insanlığı tek bir hakikatte buluşturmak bütün insanlar için bu dünyada en müşkül yol. Hakikatler kişilere göre şekillenmesi mümkün olmayan, zaman ve şartlar içinde ona bakacak anlayışların kendilerini hizaya sokmalarını gerektiren ölçülerdir. Aksi bir durum, hiçbir ilâhi ölçünün bu dünyada geçerli olmayacağı, esas olarak kabul edilebilecek umumi kanunların olmadığı bir zamansızlığı, hafızasızlığı, yani köksüzlüğü gerektirir. Bu mevzuda bizim için geçerli olan bellidir; insanüstü, zaman ve mekânı aşan ve bu sayede âlemşümûl olabilen ilâhi ölçüler ki, bizi doğru olana götürür.
İnsan bu dünyada iki âlem arasında bir köprü üzerindedir, hayret verici olan şudur ki bu köprüyü kuran da yine kendisidir. Köprünün kendi başına insandan bir varlığı vardır, fakat bu köprüyü geçecek olan insan, bütün faaliyetleriyle kendi adımlarını basacağı taşları kendi döşer.
Bütün dünyayı bir nefs muhasebesi olarak görmek ve kurulacak hayatını ve her insanın muhatab olacağı nizamı bu nefs muhasebesinin tezahürü olarak bilmek gerekir. Bütün insanlığa getirilecek adâlet ve nizamın kendi benliği, nefsinden başlayarak tezkiyesini yaparak yürümek, olmak ve inşa etmek en dürüstçe olan yoldur.
Hayatının her ânını inandığı bir ölçüye göre yaşamak ve bunu bir ömür boyu sürdürebilmek ne kadar zor ve ağır bir vazife.
Bir adam bir hakikati bulur ve ona binleri, yüz binleri, milyonları inandırırken kendisine bunu devam ettirebilecek bir tek kişiyi bulması mucizedir. İlâhi inayet olmadan bunu başarmak ise en zor olandır.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, divanesi olacağı yola girer ve talip olurken bütün zorlukları o genç yaşında hesab etmiş gibidir. Kendi hakikatinin bağlarını ararken bütün insanlığın hakikatinin peşine koyulacağı, şaşmaz ölçüler içinde kendi kendi kimliğinin yapı taşları ile beraber “insan” denilen “bedihi muamma”nın sırlarını çözmeye de memur olduğunun şuurundadır. İlk emir ve “gong” la beraber, bütün bir fikir mimarisinin bitmeyen kâtibliğine soyunarak, etrafına kuşatan mânâsızlık, anlayışsızlık ikliminde tek başına yol almanın ve yalnız kalmanın yolculuğuna çıktığının da şuurundaydı. Her bir adımında bir sonraki adımının değil, seneler sonrasının adımlarının hesabını yaparak Büyük Yürüyüş’üne başladı. Fikir çilesi çekmenin ne demek olduğunun bilinmediği bir iklimde, eser verme memuriyetinde olarak, verdiği eserlerin kendine yükleyeceği mesuliyeti de taşımak borcundaydı. Hiçbir abartı olmaksızın, göklerin ve denizlerin albatrosuydu. Bunun en bariz ve açık doğrulayıcısı, fikir ve işlerinde çokça taklid edilmesine rağmen hiçbir zaman mukallidleri tarafından kabul görmedi. Herhangi bir kabul görmeyi de beklemedi. Bilâkis bu küçük taklidçiler tarafında her fırsatta taşlanmaya çalışıldı. İlâhi kanunların gölgesinde İnsanlık Mimarisi ve Destanı yazmanın fikir, iş ve çilesinde olan birisi için bunları ölçü görmek gibi bir düstur olamaz.
Salih Mirzabeyoğlu’nun herhangi bir güzellemeye ihtiyacı yok. Bunu zaten eserleri ile kendisi yaptı. Kendi nefsinin hakikatini araştırırken erdiği hakikat, sadece içinde bulunduğu coğrafya için değil, bütün insanlığın peşinde olduğu, farkında olmasa da sezdiği hakikatti.
İnsan, taşıdığı nefs ile kendini dünyada kuşatan eşya ile bir savaş hâlindedir ve bu savaş kaybedildiği ölçüde Allah’a ve ilâhi kanunlara isyan vardır. Bu, her ferdin kendi nefsinde ve ferd olarak verdiği bir mücadele ve savaş olduğu kadar hiçbir insan istisnası taşımadığı içindir ki, bütün insanlığın verdiği bir savaştır. Eşyaya tahakküm edilemediği noktada eşyanın insana tahakküm ettiği bir dünya var olur. Bu insanın kaybettiği savaştır. Ve insanın kaybettiği bu savaşta eşya ile kuşatılmış insan, diğer insanların ezildiği ve sömürüldüğü bir coğrafyanın, dünyanın inşası gerçekleştirir. Tek bir insanın nefsinde gerçekleşen bu savaş ve kaybedilmesi ile gerçekleşen durum anlaşıldığında, tek bir insanın kendi nefsi ile girdiği savaşı kazanması durumunda gerçekleşecek olan durum da anlaşılır. Herkes o büyük vakıayı bilir, dönülen savaş ertesinde Âlemlerin Fahri asıl büyük savaşı işaret eder. Zira bu savaşı kaybedilmesi bütün maddi ve mânevî kazançları berbat edecekti. Bütün tarih boyunca da böyle olduğuna tarih kitabları şahidlik eder. Necib Fazıl Kısakürek’in Osmanlı özelinde söylediği vakıa bütün devletler için geçerlidir; “her şey o aşk ve vecdin kaybolmasından” olmuştur. O aşk ve vecdi kaybedenler, nefsleri ile girdikleri mücadeleyi, dolayısıyla eşya ile girdikleri mücadeleyi kaybedenler, eşyanın, dünyanın şan ve şatafatının tahakkümü altına girenlerdi.
“Ben kimim” diyerek çıkılan yol ve mücadelede, bütün etrafını sigaya çekmeden evvel kendi muhasebesi ile mücadeleye başlamak dürüstlüğün en mükemmel örneğidir. Kendi hakikati peşinde koşarken nefsinin böbürlenmelerine boyun eğmeden ve bunu kibre çevirmeden, bütün insanların bağlanacağı hayatın ve hakikatin fikir mimarisini inşa etmenin büyük savaşçısı olabilmek her insanın başarabileceği bir aksiyon değildir. Şahidlik etmek bahtiyarlığında bulunduk ki, alelâde görülen işleri dahi üstün bir esasa bağlamanın mücadelesini veriyordu, Salih Mirzabeyoğlu. Zira inandığın şey tarafından kurulduğuna inandığın bir dünyada hiçbir şey alelâde olamazdı. Her şeye kendi hakikatinin hakkını teslim ederek varılacak yer, Hazreti Ali’nin “Eşyayı âit olduğu yere koymak akıllılıktır” sözünün işaret ettiği noktadır. “İlim bir nokta idi, cahiller çoğalttı,” diyen Hazreti Ali’nin bu sözündeki mânânın peşinde koşan insandır, Salih Mirzabeyoğlu. Gerçek fikri ve ilmi insanlığa tekrar iade etmek üzere, bütün ehramları tepe taklak etmek üzere dünya tanrılarıyla savaşa çıkmış ve bu savaşı kazanmış kişidir. Bir dostumuz “İnsaniyetimizi Temsil Eden Adam” olarak vasfettiği Salih Mirzabeyoğlu’nu bugün düşmanları ve muarızlarının da en ufak bir hakikat kaygısı taşıyorlarsa kabul etmeleri gerekir ki, Salih Mirzabeyoğlu, “İnsaniyetimizi Bize Teslim Eden insan”dır. Temsil ettiği şey ise tam olarak hakikattir.
O insanı kuşatan zıt bir paradigma, rejim, düşman karşısında sergilenebilecek en güzel örneği hayatıyla gösterendir. Bütün eserini hayatı ile ortaya koyarak, “hayatını ortaya koyarak” verdiği mücadele kimsenin reddedemeyeceği bir bedahet olarak ortadadır.
Fakat, asıl olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun taşıdığı yükten bahsetmek gerekir. Bu misyonunun hâlâ devam ettiğini de belirterek ifade etmek gerekir ki, onun dönemi ve içinde bulunduğu şartlarda kime teklif edilse kabul etmeyeceği bir yükü sırtlamış olarak yıllarca mücadelesini sürdürmeye devam etti. Klasik “Slogan İslâmcılığı” ve bedavacılığına hiç yüz vermeden, komünist ve sosyalist ideolojinin bütün köşe başlarını tutmuş olduğu bir demde, psikolojik bir takım hareketlerin de yüzüne bakmadan, asırlar boyu süren asil bir davanın mensubu olmayı tercih etti. Ve en başından beri hor görüleceğini, yalnız bırakılacağını, ihanete uğrayacağını bilerek bu kavganın içine girdi. Rejim tarafından düşman edilmiş olan İslâm için mücadele eden, kimsenin açıkça haykıramadıklarını ve söyleyemediklerini söyleyen birini bulmak gerekiyordu ve ne aradığı bilen biri olarak, “fikir çilesi” çekecek birini arayan Necip Fazıl’ın yoluna çıktı. O güne kadar karşısına çıkmış bütün palavracı ve parsacılardan ayrı bir kumaşa sahip olduğunu hemen fark eden Üstad’ın Kumandan’ı taltifi ve ona teveccühü meşhurdur. Bir insan için en zoru karşısında yer alanlarla değil, kendisi ile berabermiş gibi hareket edenlerle verdiği mücadeledir. Düşman belli ve nerede olduğu bilindikten sonra mücadele araçları ve yolu seçilir, fakat hemen yanı başınızda ve hemen hemen sizinle aynı şeyleri söyler görünen ve daha risksiz sahaları seçerek göz boyamaya çalışanlarla mücadele etmenin şartları insanın elini kolunu birçok yönden bağlamaktadır.
Salih Mirzabeyoğlu’nun gerçek mânâda hikâyesini yazabilecek kimse yoktur; zira o, bunu zaten kendisi yapmıştır. Bir takım kaba hâdise ve vaka tasnifleri ile oluşturulmuş hayat hikâyeleri tarihi bir vesika belirtebilir, fakat hakikatlerin özüne dair söyleyebilecekleri sınırlıdır. O yüzden işin ruhî ve fikrî taraflarını da kuşatarak kaleme alınmış olan “Necip Fazıl’la Başbaşa” Üstad Necip Fazıl tarafından “Hakkımda yazılmış tek harika kitab” olarak tavsif edilerek övülmüştür. Bütün bir hayatı ruhî vechesiyle gören bu iki cins kafanın ortaya koyacağı eser yalnızca fikir teatisiyle geçen ve mücerredleri kurcalayan ve ancak oradan müşahhasa köprü kuran bir eser olabilirdi.
İnsan dünyaya kendi hakikatini gerçekleştirmek ve kendi hakikatinin özünü ve kaynağını bulmak üzere gelmiş bir varlık. Salih Mirzabeyoğlu bu zor mesele içinde kendine, bütün insanlığı esasa ve hakîkatlerinin kaynağına götürecek bir yolun mimarlığına soyunarak her türlü zorluğu göze aldı. Kendisinin de ifade ettiği gibi “dünyaya kimsenin gözünü oymaya” gelmedi, bilâkis insanlar birbirinin gözünü oymasın, diyerek hakîkate susamış ve nefislerinin değil, hakîkatlerin esiri olmuş insanlar topluluğunu hedefleyen bir nizamın, gerçek nizamın koşucusu oldu. Bütün aldığı nefesi, hayalini kurduğu ve bütün zamanını verdiği nizam için harcayarak ve istikameti hayatının her zerresinde bünyeleştirerek nesillere aktarılabilecek büyük mirasın sahibi oldu.
Bugün hakkında; sadece kelam olsun kabilinden değil, gerçekten de hakkında ne söylense eksik kalacak bir hayatı yaşadı ve yaşatmaya çalıştı.
Zeynel Âbidin Danalıoğlu
Furkan Dergisi Temmuz - Ağustos 2018