İktisadî meseleler bir bakımdan ele alınarak tahlil edilebilecek, çözüme kavuşturulabilecek meselelerden değildir; derinliğine ve genişliğine ele alınması gereken ve her meselede olduğu gibi merkezinde insan’ın olduğu, idarî, içtimaî, siyasî, hukûkî ve -bugün konuşulmayan tarafı ile de- ruhî faktörler görmezden gelinerek ele alınması sakat muhakemeler yürütülerek, yanlış neticelere varılmasına sebeb oluyor. 
Bugün, dünyadaki ekonomik işleyişe baktığımızda gözümüze ilk çarpan husus, belirli bir sarmal etrafında dönen para akışı; bu sarmalın en dikkat çekici hususu, dünya nüfusuna oranla binde bir diyebileceğimiz “azınlık” şirketlerin elinde ve hâkimiyetinde dönüyor olması. Dünya çapında bir bütünlük arz eden bu durum, ülkeler bazında ele alındığında da değişmiyor; mesela Türkiye’den örnek vermek gerekirse, ekonomik işleyiş, devletin değil, belli-başlı aile şirketlerinin tekelleri doğrultusunda hareket ediyor. Bu söylediklerimiz, mevzuun, aslında herkes tarafından görülen, ama ideal yoksunluğu altında ses çıkarılmayan ve üstü kapalı yahut açıkça görmezden gelinen tarafı.  Ki, kuru kuruya karşı olmanın, karşı olunması gerekene dâir öfkeyi süspanse etmesi bakımından dolayı, değil muhalefet olması, arada biriken gazı almasından ötürü, karşı olunması gerekenler tarafından ayakta alkışlanacak bir durum.
 
Bugünkü Ekonomik Sistem
Salih Mirzabeyoğlu “İktisat Ve Ahlâk” isimli eserinde “Her ekonomik sistemin temelinde bir doktrin, bir düşünce vardır” der; çıkış noktamızı buradan alarak söyleyelim ki, dünyada hâkim olan bugünkü ekonomik sistem için tam bir isimlendirme yapmak zor; çünkü, (bâtıl da olsa) belli bir temelden yola çıkarak ilerleyen bir iktisadi yapı değil, bu yapıyı oluşturmaya çalışan fikirler var. Bir temel oluşturmaya çalışan fikirlerin zamanla “değişmesi, gelişmesi ve çatışması” mevcut; böyle olunca da, doğrusu ilk akla gelen “Peşin fikir hikmeti” oluyor. Neden? Çünkü anlaşılacağı üzere, belli bir temelden yola çıkarak değil, bir temel oluşturmaya dâir hareket ediliyor. Şu hâlde, hayatın dinamikliğini de işin içine katarak söyleyebiliriz ki, bugünkü ekonomik yapı, belirsiz bir çıkış noktasından hareketle “asıl-esas” kanunları aramaya çalışır bir vaziyette hareket etmiş, günün siyasî, içtimâi, hukûkî  ve benzer meselelerin davet ettiği problemlere çözümler üretmeye çalışarak geliştirilmiş, teorik tarafı her zaman işletilmeye çalışılmış olmasına rağmen hayatın pratik tarafları yanında binlerce problemi de beraberinde biriktirmiş bir vaziyettedir.
 
Tüm bunlara rağmen illa bir isim aramak gerekiyorsa, hiç tahsil görmemiş bir insanın bile bugünkü manzaraya bakarak, dünyada ve Türkiye’deki iktisâdî sistemin bir soygun düzeninden ibaret olduğunu şıp diye söyler; tabiî ki, “liberal ekonomi” diye isimlendirilmesine de karşı çıkmıyoruz. Sosyal adaletsizliğin had safhaya ulaştığı dünyada ve ülkemizde, “mutlu azınlık” ların rahat yaşaması için bu soygunlar sürdükçe, ister “serbest piyasa ekonomisi” deyin, isterse daha afili duruyor diye “liberal ekonomi” deyin ne fark eder?
 
“Bir iktisâdî  sistem, bir bakıma ve her şeyden önce, bir üretim ve dağılım metodudur” sözü her şeyi ne kadar da net ifade ediyor; dünya geneli için ele alırsak, üretilenlerle dağılımdaki fark uçurumu, bugünkü dünya iktisâdî sisteminin yapısını ele veriyor aslında.
 
Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Sistemi
Türkiye açısından da söylenecek pek farklı sözler yok aslında; neo-liberal model üzerinden hareket ediyor ve dünyada geçerli yapı da bu zaten; kaldı ki, kendi üretim kuvveti olmayan her ekonomik yapı, bu model dışında hayat kuvveti bulamıyor hâliyle; aslında bugünkü yapı içinde ekonomik açıdan “hayat kuvveti” bulabilmekte mümkün gözükmüyor; çünkü, başta bahsettiğimiz “sarmal” kendi haricindeki hiçbir gücün hareket etmesine müsaade etmiyor; gerek siyâsî ve gerekse de askerî güçlerini devreye sokarak kendisini diretiyor. İdealsizliğin ideal addedildiği günümüzde ise, bu global güçler ile mücadele kuvvetini kimsenin kendinde bulamadığının altını çizmek gerekiyor. Dünya geneline kaba hatları ile baktığımızda görünen bu durum Türkiye özelinde de aynı. Ve çok önemli bir not olarak ta, İBDA Fikir sistemi’nin yeni bir iktisâdî model teklifinin, bugünkü mevcut ekonomik yapı için ne denli korkutucu olduğunun altını çizmek gerekiyor burada.
 
Önemli Bir Not Olarak: FAİZ
Faiz, bir borç anlaşmasının sonucunda elde edilen getiri oranıdır. Bu tarife baktığımızda ilk göze çarpan husus tefecilik. Birisinin herhangi bir şey üretmeksizin yalnızca parasını kullandırmak kaydıyla diğerinden elde ettiği gelir…
 
 Başka bir açından yaklaştığımızda da birisinin diğer insanların tasarruflarından istifade ederek yatırım yapması ve bu sayede sermayesini arttırması. 
Her iki hâlde de faiz; sermayenin urlaşmasının, gelir dağılımının bozulmasının, yatırımın azalması, üretimin düşmesi,  işsizlik, insanların borç batağına sürüklenmesi ve sonu içtimaî cinnete varacak birçok illetin anası hüviyetindedir. 
 
Bugün ülkemizde İslâmî (!) cemaatlerin dahî “hizmet” diye kâr payı adı altında faizle para topladıkları ve toplanan parayla sermayelerini arttırdıkları bir devirdeyiz.
 
İslâm dinine göre faiz haramdır!
 
Ekonomistlerin Çıkmazı ve İktisat’ta Ahlâk
Batı dünyasının son yüz elli yılına baktığımızda Bergson’dan bu yana büyük çapta bir fikir adamının yetişmediğini görüyoruz; ilim, sanat ve fikir dünyasında bir kısırlık çeken Batı dünyası, bu buhranı, cemiyetinin her sahasında ve idârî yapısının her kolunda yaşıyor. Doğu dünyası da aynı dertten muzdarib; hem de Batı’ya nazaran daha geriden gelen bütün buhranları ile bir çıkmazda. Dünya bir çıkmazda; her şubede olduğu gibi, iktisatta da durum aynı; büyük spekülatörler, mevcut ekonomik işleyişi en can alıcı noktasından değerlendiren iktisatçılar vesâirler vesâirler sayılabilir; ama “bu iktisadî çıkmazdan nasıl kurtuluruz?” sorusuna cevap verecek fikri ortaya koyan ve yeni bir model teklif eden dünya çapında iktisatçılar yok.
 
Bugünkü ekonomistlerin çoğu, Salih Mirzabeyoğlu’nun “insanı iktisâdî faaliyet gayesine göre açıklama yerine, iktisâdî faaliyeti insana göre açıklama” diye altını çizdiği hususu, ya göz ardı ediyorlar yahut da göremiyorlar. Elbette, mevcut eğitim yapısı ve hâkim kültür yahut kültürsüzlüğü de bu mevzuya bağlamak gerekiyor.
 
Bugün gerek Dünya’daki gerekse ülkemizdeki iktisatçılar yalnızca mevcut bataklığın günlük endeksleri üzerinden ekonomi tahlilleri yapmaya çalışırlarken, asıl espriyi kaçırmaktalar. 
 
“Değer” in “Ruha nisbet” diye tarif edilişini en başa koyarak, iktisâdî meselelere yaklaşmak yerine, “çıkar”lardan mütevellit bir işleyiş yapısı içinde bocalanılıyor. Böyle olunca da, hiçbir “değer”in tanınmadığı bir vahşî sarmal içinde insanlar bir nevî kıyma makinesine atılmış oluyor belirli zümreler adına.
 
Bugün, modern fakültelerde bile “ekonomi etiği” derslerinin başlıyor olması, artık bu mevzuun görmezden gelinemiyor oluşu bile, iktisatta ahlâk mevzuunun ihtiyacını göstermesi bakımından mühim.
 
Netice olarak, İktisâdî problemlerin bir yığın halinde biriktiği günümüzde, dünyada ve Türkiye’deki iktisâdî model bir soygun sisteminden başka bir şey değil; merkezinde insanın hayatını kolaylaştırmak, hayatın pratik tarafı içinde işleyişi sağlamak adına değil, belirli zümrelerin daha mutlu olması adına devam eden bir ekonomik düzen…
 
Derinliğine ve genişliğine insan anlaşılmadan, topluma İslâm’a nisbetle bir ahlâk üflenmeden, ekonomik faaliyetlerin merkezine kurumlar değil de insan yerleştirilmeden, hepsinden önemlisi Allah’ın emir ve yasakları hesaba katılmadan yapılacak olan bütün ekonomi modelleri buhran üretmeye ve tüttürmeye mahkûmdurlar. Mevcut ekonomik garabet, kangren olmuş kol misalî kesilip atılmadan, sebeb olduğu illetlerin tedavisi mümkün değildir. 
Yararlanılan Kaynak:
İktisat ve Ahlâk -İktisada Giriş-, Salih Mirzabeyoğlu, 2. Basım, İBDA Yayınları