Ancak, Mutlak olan ve unutulmaması gereken bir şey varsa, o da “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilecek bir devleti, sadece üstün bir şahsiyete sahip ferdler ve bu ferdlerin demeti olan bir toplumun kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir
İnsan idrakinde olsa da olmasa da Allah’ı arar ve tüm faaliyetleri O’na doğrudur. İnkârda olan da kendi özel tanrıları aracılığıyla O’na doğru ilerler. Dolayısıyla, Allah ile insan arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir. Ve ibadet amelin ruhudur. Allah’ın kendisine ibadet etsin diye yarattığı insan ise ne olduğuna şahitlik etmesi gerekendir; yeryüzünde sınırsız ve sorumsuz bir keyfilikle değil, ibadet şuuru içinde yaşamalıdır. Nefsini nihaî gerçeklik olarak gören insan cahil; yaratılışı hilâfına bir hayat süren insan ise nasibsiz ve talihsizdir; dahası, kendisini bilmez bir edepsizdir... Haline şuuru olmadığı gibi tabiatının hicabı altında kalan söz ve davranışlarıyla insanı utandırır. Eğer senin adına başkaları utanıyorsa, insan için bundan büyük ayıp mı olur? Olmaz elbette!.. Zira ruh temizliğine delâlet eden bir mahcubiyet ve masumiyet hissi içinde yaşayan, hadlere riayet eden, hayâ sahibi insan için haddi aşmak, büyük bir züldür. Buna mukabil, arsızlık ve hayâsızlıkta hudud tanımayan, nedamet duyma duygusunu yitirmiş, kendini bilmeyen, dolayısıyla da Rabb’ini bilmeyen insan gerçekten utanılacak bir şeydir, böyle bir insandan, ancak kötü huylar ve ahlâk ortaya çıkar. Nitekim, Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisinde gelişen, Avrupa dışı metodlarla Avrupalılaştırma girişimi, mebzul miktarda, bu tür insanın yetişmesine fidelik etmiş bir süreçtir... Ve arkasında bilimini, tekniğini insanlığı yok etmek için kullanan Batı’ya hayran, kendi değerlerine ise en azılı düşmanlarımızdan çok daha fazla düşman edilmiş milyonlarca “kurban” bırakmıştır... Efendi olma hevesiyle efendilerine gıpta eden bu güruh nezdinde, Batı normları hâlâ Tanrı’nın kanunu hükmündedir. Boğuştuğumuz sorunların temelinde neyi bilmediğini de bilmeyen, tarihi de geçmişi anlamanın değil, kendi “inanç alanı”na malzeme devşirmenin bir aracı olarak gören bu insan modeli var. Zihinlerine yerleştirdikleri belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediklerini görüyor, duymak istediklerini duyuyorlar; gerçekle uyduruk istikrar arasındaki farkı anlayamadıkları için de, edindikleri enformasyon arttıkça doğrulandıkları hissine kapılıyorlar. Kapılmamaları imkânsız, çünkü ahmaklığın, ahmak olduğunu asla bilmemek gibi kötü bir özelliği var! Bu toprakların kendini bilen gerçek sahipleri, bu “omurgasız”lar adına utanmaktan yoruldu. Fakat ciddiyetleri komikliğe varan, kendi zırvalarına fazlaca inanan bu “öğrenimli cahil”ler, her fırsatta hainliklerini takdir ve tebcil etmekten bir türlü yorulmadı.
İroniktir, acınacak ve utanılacak bir hâldir ama, Cumhuriyet kurucuları ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden-devletler kuran etnik unsurların kullandığı dil ve beslendikleri meşruiyet kaynakları aynıdır. Bu kurguya göre, imparatorluğun teb’ası olan ve “bağımsızlık mücadelesi” veren etnik unsurlar için yabancı, işgalci güç “Türkler”dir. Fakat hem dil, hem ırk olarak Türklüğü yücelten ve kurguladığı tezi Türklük üzerine bina eden Cumhuriyet kurucuları için, aynı yabancı ve işgalci güç “Osmanlı”dır. “Türk milleti” yüzlerce yıl “Osmanlı İdaresi” altında hor görülmüş, dışlanmış, ezilmiş bir millet olarak anlatılır. İmparatorluktan milliyetçi bir anlayış-davranış beklenemeyeceği gerçekliğinin üzerinden kuru bir mantıkla atlanarak, “Osmanlı-Türk düşmanlığı” kurgusu içinde, Osmanlı ile Türklük bağı koparılmaya çalışılır. Seçkinci kesimin halk üzerindeki haksız tasarrufları Türklüğü hakir görmek biçiminde anlatılırken, hainliklerini gizleme ihtiyacı bile duymayan kesimlerin isyanları, eşkıyalığı meslek haline getirmiş başı bozuk takımının başkaldırıları da “Türk direnişi” olarak sunulur. Bunlarla da yetinilmez, İstiklâl Harbi Türklerin Osmanlı idaresinden kurtuluş mücadelesine dönüştürülür. Aslında tüm kurgu; bir daha geri dönüşü olmayacak bir biçimde, İslâm’ın bir dünya nizamı olmaktan çıkması, padişahlığın geri gelmemesi üzerine kuruludur. Bunun için de yeni rejimi sağlam temeller üzerine oturtacak, Müslüman-Anadolu insanının eline geçmesini önleyecek kuvvetli bir iktidara ihtiyaç vardır. Bu iktidar, Osmanlı’da olmadığı iddia edilen “millet”i inşa edecek, İslâm ümmetini “millet”e, Cumhuriyet’in özgür yurttaşına dönüştürecektir. Oysa bu iddia çelişkilerle dolu ve tümüyle safsatadır. Zira, Osmanlı’da “millet” kavramı vardır. Ancak etnik ve dil kökenli değil, din ve mezhep aidiyetine dayanan bir kavramdır. Dolayısıyla da yapılanların tamamı, “Turan” hayâli güden İttihad ve Terakki’nin geliştirdiği toplum tasavvurunun, aynı teşkilâtın “itibar açlığı” çeken taşra kadrosu tarafından ulus-devlet şartlarına taşınmasından ibarettir. Dolayısıyla, “devrim muhafızlığı”nı aydın olmakla özdeşleştiren rejim savunucularının kurguladığı Türk Tarih Tezi geçmişi anlamanın değil, tarihten kendi teorilerine mesnet teşkil edecek malzeme devşirmenin bir aracıdır. Kuru bir mantıkla Selçuklu ve Osmanlı’nın üzerinden atlayarak Türklüğü Neolitik Çağ’a bağlamak, 1923 öncesini, intikam duygusu içinde, yargılanması ve cezalandırılması gereken bir devir olarak sunmak iz’ansızlıktır, insafsızlıktır... Halkın kahir ekseriyetinin büyük bir muhabbet beslediği, kendisini “Osmanlı” ile özdeşleştirdiği bir toplumda, tam bir siyasî basiretsizlik örneğidir. Osmanlı’nın tarihteki gerçek yerini, yedi yüz yıllık imparatorluk geçmişini küçük göstermek, değerini düşürmek için her türlü rezilliğe başvuran kan emici namussuzlarla iş tutmaktır... İthal ettiği bir kültüre bu kadar ram olmuş bir insan, kendi halkına ne kadar sadık kalabilir ki? Nitekim kalamamıştır... O gün bu gündür, utandıkları ve unutmak istedikleri her şeyi kendilerine hatırlatan Müslüman-Anadolu insanından ölesiye nefret ediyor ve bu insanların yaşayamadıkları hayatlar üzerine kurdukları bir hayat yaşıyorlar... Damarlarında da bu insanlardan emdikleri kan dolaşıyor.
İki yüz yıldır gözlerimiz sıkı sıkıya bağlı, dilencisi konumuna düştüğümüz hazinemiz sırtımızda, sadece Batı’nın yararına, insanlığın “geri” kalan kısmının zararına olacak biçimde tasarlanmış bir medeniyetin peşinden gidiyoruz. Tüm insanlık gibi biz de, sürüldüğümüz bu çölde, Tanrı rolüne soyunan kötü taklidçilere baka baka gerçek yaratanımızı unuttuk! Mihrapların yerini bayraklar, dilemenin yerine dilenme aldı... Batı’ya yalakalık yapmanın adını da “medenîleşmek” koyduk. Çok şükür ki, yüzlerce yıl mağlubiyet kompleksi ve az gelişmişlik duygusu içinde hep çevrede tutulmuş bir halk, 15 Temmuz’da ilk defa yersiz korkularının ezikliğinden kurtulup, bu şuursuz gidişe dur diyebildi, sokakta kurduğu iktidarla irade benim dedi, 24 Haziran’da da bu iradesini geleceğe taşıma kararı aldı. Dolayısıyla hem Türkiye hem İslâm dünyası için 24 Haziran, “tarihî an”dır. Bu süreçle birlikte, zaten çoktan iflas etmiş bir paradigma ve bu paradigmanın hainliklerini gizleme ihtiyacı bile duymayan yapay uzantıları tasfiye olurken, kendisini Batı’nın yörüngesinde tutan çekim gücünden kurtulan “Yeni Türkiye” yapısal sorunlarını kendisi çözmeye, kendi geleceğini kendisi belirlemeye başlayacak, dünyadaki duruşuyla, yeni dünya düzeninin inşaında kilit ülke konumuna gelecektir.
Ancak, Mutlak olan ve unutulmaması gereken bir şey varsa, o da “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilecek bir devleti, sadece üstün bir şahsiyete sahip ferdler ve bu ferdlerin demeti olan bir toplumun kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir. Ve bu yolda her şey, insanın çaba sarf etmeyi, davayı omuzlamayı isteyip istememesine bağlıdır. Bu da “hesapsız” bir mutlak teslimiyeti hatta bunun da ötesine geçen imanî bir hamleyi gerekli kılar. Çağımızda bunu temin edebilecek, imanın tüm karikatür tiplerini yokluğa mahkûm edebilecek “Tek-Bütüncül Yapı”; Büyük Doğu-İBDA Dünya Görüşü’dür. Bunun dışındaki tüm oluşumlar, “ideali aramayla toprağa bağlanma arasında kıvranan” insanoğlunun oluş ızdırabını dindirmeyecek; “olması gereken”in “olan”a uydurulduğu bir dinamik olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Aylık Dergisi 166. Sayı Temmuz 2018