(Geçen haftadan devam)


Auschwitz ve diğer toplama kamplarındaki gaz odalarını kabul eden Alman SS subayları bile, yargılanmaları sırasında yaptıkları açıklamalarda, siyonistlerin saçmasapan suçlamalarını imzalamaları için işkence gördüklerini, ABD üniforması giymiş kişiler tarafından işkence gördüklerini söylemişlerdir.

“İşkence” yeni bir şey değil yâni.

Alman subaylara yapılan bu işkencenin ve imzalatılan ifâdelerin de, Nazilerle savaşmakla falan herhangi bir alâkası yoktu. Tam tersine, siyonistlerin, Filistin’i, sadece Filistin gibi küçük bir coğrafya parçasını da değil üstelik, tüm bir bölgeyi, Fırat nehrinden Akdeniz’e ve Süveyş Kanalı’na kadar olan bütün bir bölgeyi işgal hesablarına katkısından dolayı yapılmıştı herşey. Böyle olduğu içindir ki, İsrail donanması, Kızıldeniz’de İngilizlerce kendilerine verilen Eylat limanı bahanesiyle, bölgenin her metrekaresinde faaliyet göstermektedir bugün.

“Eylat limanı” falan deniyor ama öyle küçük bir limandan ibaret değildir orası. Bunu biliyorum, çünkü orada bulundum ve Eylat’ı da bizzat “çalıştım”. O dönem dört yaşında olan küçük kızımız da yanımızda olarak –ki, iyi bir örtü oldu bu-, etrafta yüzdük, vesaire.

Peki nedir siyonistlerin derdi? 

Dünya kontrolü ve kendisinden korktukları “bir şeyin” kontrolüdür onların dertleri. Bu korktukları şey de, müslümanlardır, İslâmın öğrettiği fikirlerdir, Peygamber Efendimiz’den bugüne gelen geleneklerdir.

Komünizmi ezdikten sonra, şimdi de bu “düşman”ın, İslâm’ın “işini bitirmek” istiyorlar.

O güya İslâmcı liderlerin, sadece politik liderler de değil, basın kanalları kendilerine açılan dinî liderlerin çoğunun ABD ajanı olmasının, siyonistler için çalışmasının sebebi bu olduğu gibi, yine bunun, “işkence” hâdisesiyle de alâkası var.

Bu çerçevede; şu skandal: Guantanamo’daki insanları niçin yargılayamıyorlar da işkence ediyorlar hâlâ? Birkaç El-Kaide mensubunun dışında kalanların çoğunun hiçbir şeyle alâkası yok. Zaten bu mahpusları ne yapacağını ABD de bilmiyor, çünkü bu insanların suç teşkil eden herhangi birşeyle alâkaları olmadığı gibi, resmî evrakları falan da yok.

Neyse ki, sol kanat ilerici milliyetçi büyük bir koalisyonun oyuyla demokratik biçimde seçilen ve kendi gibilerin hepsi işkenceden geçmiş olan eski marksist-komünist gerilla lideri Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica, Guantanamo mahpuslarıyla –barbarca işkence edilmek dışında!- ideolojik bakımdan hiçbir ortak noktası olmamasına rağmen, o insanları ülkesine kabul etmiştir. Geldikleri ânda da serbest bırakılacaklardır zaten. Çünkü insanlık meselesidir bu ve her iki kesimin de “aynı merkez” tarafından işkence edilmek gibi bir ortaklığı vardır: ABD!

Şöyle ki, Uruguay’da da onlara işkence edenler; insanlar nasıl sorgulanıp nasıl işkenceden geçirilir ve kaybedilir diye zamanın Uruguay askerî cuntasına eğitim vermeye gelenler, CIA görevlilerinden başkası değildi. Hattâ bunlardan ABD büyükelçiliğinde çalışan bir sorumlu, Tupamaro gerillaları tarafından kaçırılıp sorgulanmış, bu sorgu kaydı da videoya çekilip medyada yayınlanmıştı. Sözkonusu ajan, askerî cuntanın siyasî mahpuslarla takas anlaşmasına yanaşmaması dolayısıyla infaz edildi sonradan.

(Carlos, Uruguay’da o dönem yaşananlarla ve Küba-ABD ilişkileriyle ilgili kısaca bilgi veriyor… Obama’nın, tüm iyi niyetine ve görünüşte dünyanın en güçlü lideri olmasına rağmen, Guantanamo’yu kapatamadığını, çünkü ABD’de ondan daha güçlü olan ve aslında sağ veya sol hiçbir partinin taraftarı da olmayan “idareci emperyalist malî sınıf”in asıl iktidar mihrakı olduğunu, bunların anayasa ve yasaların üstünde olduğunu söylüyor… ABD’nin işkenceci çarpık sisteminin, öyle bombalanarak veya savaşla falan değil ama, mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini vurguluyor… Fransa’nın Meksika’yı işgalinden miras kalan sun’i bir isim olarak “Latin” Amerika kökenlilerin, zenciler ve melezlerle beraber ABD içinde güçlendiklerini, sayıca çoğaldıklarını, diğer Asyalı göçmenlerle birlikte kayda değer bir topluluk ifâdesine büründüklerini belirterek, bunun iyiye işaret olduğunu ekliyor Carlos… Bu göçmenlerin günden güne daha eğitimli bir nitelik kazandığını ve ABD’nin yakın bir gelecekte “beyaz anglosakson” bir ülke olmaktan çıkacağını söyleyerek gülüyor… İşkencenin, Türkiye de dahil olmak üzere sağa sola “demokrasi” dersi veren bir sistemin çürümüşlüğünün apaçık ve tartışılmaz delili olduğunu özellikle vurguluyor… Türkiye’nin, NATO’nun suçlarından artık kurtulma vaktinin geldiğini ve NATO’nun Türkiye’ye müdahale etmesine artık izin verilmemesi gerektiğini ifâde ediyor… Fransa’da bile mahpusların yarısının poliste işkence gördüğünü ve bunun gayet normal bir uygulama olarak görüldüğünü ilâve ediyor…)

Bir hayâl ile yaşıyorum ben, bir cennet hayâliyle. Öyle komünizmin “dünya cenneti” falan değil burada kasdım. Günahkâr bir insan olmama rağmen, o küçük günahlarımı da Allah katında affettirecek büyük eylemler yaptığıma ve “öte dünya cenneti”ni şimdiden kazandığıma inanarak yaşıyor, oradaki büyük mahkemeden geçebileceğimi ümid ediyorum.

Bitirmeden; bir başka şeyden daha bahsetmek istiyorum. 

Geçen Çarşamba günü, Amerikan büyükelçiliğinde görevli ve ABD Adalet Bakanlığı altında çalışan FBI temsilcisi bir diplomat tarafından cezaevinde ziyaret edildim. Bu sene Şubat ayında da beni görmeye ve -bir sohbet havası içerisinde- sorgulamaya gelmişti. Kanunî çerçevede yapılıyor bu görüşmeler. İrlanda kökenli çok nâzik bir adam kendisi. Benim İngilizcem Fransızcamdan daha iyidir ve bu bakımdan İngilizce konuştuk gerçi ama Fransızlar öyle istedikleri için bir tercümanla beraber bir Fransız polisi de vardı yanımızda. Onlar ister kibar olsun isterse olmasınlar, gereksiz yere ağzımı açacak değilim elbette. 

Beni sorgulamaya gelmelerinin sebebi, ABD’deki İsrail büyükelçiliğinde hava kuvvetleri ataşesi olarak çalışmaya daha yeni başlamışken 1973’de öldürülen İsrailli bir albayla ilgili daha fazla şey öğrenmekti. O kadar eski bir mesele olmasına rağmen, İsrailliler orada tam olarak neler olduğunu öğrenmek istiyordu hâlâ.

Bazı şeyleri saklamaya çalışmamı gerektiren bir husus yoktu ortada. Zaten bizimle bir alâkası da yoktu. Yine de, Paris’te emri alan yoldaşı tanıyordum. Suriye Millî Toplum Partisi lideri Suriyeli bir Alevîydi. Ancak, hem kendisi hem de olayla ilgisi olan diğer iki kişi çoktan kaybetmişti hayatlarını. Birisi Paris’te, diğer ikisi ise Beyrut’ta, başka vesilelerle öldürülmüştü.

Neyse, ilk sefer olduğu gibi, bu ikincisinde de nâzikçe karşıladım gelenleri. Doğrusunu söylemek gerekirse, cezaevinde kuşatıldığım manevî ve entellektüel sefalet dolayısıyla, bu tür ziyaretler hoşuma da gidiyor. Hiçbir şeye ve hiç kimseye ihanet etmemin sözkonusu olmadığı bu mevzuda da, bir “tarih” konuşması çerçevesinde ve böylece konuştum misafirlerimle. Üstelik, gerçeklerden bahsettim ama –sadece- hepsi Filistin direnişi içerisinde yer almış şehidlerin gerçek isimlerini zikrettim. O İsrailli albayın nasıl öldürüldüğünü de iftiharla anlattım.

ABD’nin dünyanın her tarafına yayılmış tarihî suç ve zulüm politikasına karşı, inşallah Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, elbette sivil uçakları kasdetmiyorum ama, askerî kargo taşıyan ABD ve NATO askerî uçaklarının Türkiye üzerinden geçmesine kesinlikle izin vermez. Türkiye’nin bağımsızlığının ve Mustafa Kemal tarafından kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin ayağa kalkışının başlangıcı olmak kadar, bölgesinde yine kendisine saygı duyulan müslüman bir güç ve referans bir ülke olmasının da başlangıcı olacaktır çünkü bu.

Kumandan Mirzabeyoğlu’nu sımsıkı kucaklıyorum.

Allahü Ekber.


Baran Dergisi 415. Sayısı