Geçtiğimiz hafta ikisi konferans, biri zirve olmak üzere dünya çapında üç önemli toplantı düzenlendi. Almanya’nın Münih şehrinde “Münih Güvenlik Konferansı”, Polonya’nın Varşova şehrinde “Ortadoğu’da Barış ve Güvenlik Konferansı” ve Rusya’da düzenlenen “Soçi Zirvesi”.

Bu toplantıların ilân edilen gündem maddeleri, yapılan konuşmalar, yaşanan tartışmalar ve kapalı oturumlarda gerçekleştirilen müzakerelerin değerlendirmesine geçmeden evvel bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’de hâlihazırda onlarca haber kanalı, yüzlerce gazete ve ondan da fazla haber sitesi yayın yapıyor olmasına rağmen, yukarıda işaret ettiğimiz toplantıların başladığı ve bittiği dışında ele avuca gelir bir tane haber bulamamak; nasıl bir kayıtsızlıktır bu? Gerçekten yazık. Türkiye’de faaliyet gösteren gazete ve haber kanallarının eski 3. sayfa haberlerinden başka bir gündemi olmaması, hele ki şu ân içinde bulunduğumuz bıçak sırtı konjonktürde, gerçekten de anlaşılabilir gibi değil. Ne adamakıllı bir analiz ve ne de hepi topu altı tane gazetecilik sorusuna cevab verilebilen tek bir haber… Bunun adı gazetecilik yahut habercilik olamaz; bu yapılanın adı, olsa olsa gündem fahişeliğidir. Gömülmeye çalışıldığı hâlde sesini zor da olsa işitebildiğimiz birkaç gazeteciden başka bu te istisna bir müessese de yok ne yazık ki. 

Bu girişten sonra gündemimize dönecek olursak.

Münih Güvenlik Konferansı ve Dünya Düzeni İflâsının İlânı
Münih Güvenlik Konferansı, askerî Davos olarak tabir edilen son derece teknik bir toplantıydı, ta ki bu son toplantıya kadar. 

Münih Güvenlik Konferansına damga vuran, AB ile ABD arasındaki transatlantik münasebetlerde yaşanan kriz oldu. Avrupa ile Amerika arasındaki görüş ayrılıkları sıkça konuşuluyor olsa da ilk kez bu denli gün yüzüne çıkmış oldu.

Angela Merkel gibi son derece temkinli bir siyasetçiden bile hiç beklenmedik cesarette açıklamalar geldi. Yaptığı konuşmanın muhtevasından ziyade bu konuşmada defaatle altını çizdiği “çok taraflı ve çok milletli çözümlere yönelik ihtiyaç” ifâdesi, tek kutuplu dünya düzeninin artık resmen sonuna gelindiğinin; fakat bunun yerine ikâme edilecek olan yeni çok kutuplu düzenin nasıl olacağının da bilinmediğinin bir bakıma deklarasyonuydu.
Global müesses nizâmın hâlihazırdaki vaziyetini izah eden söz ise AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin de konuşmasında atıf yaptığı, Münih Güvenlik Raporu 2019’da yer alan, İtalyan fikir adamı Antonio Gramsci’den iktibasla söylenen, “Eski ölüyor, yeni bir türlü doğmuyor.” sözü oldu.

Liberal dünya düzeni, Amerikan Başkanı Donald Trump’ın “Önce Amerika” dediği günden beri büyük bir liderlik sorunu ve dolayısıyla çöküşle yüz yüze. Amerika’nın çekilmesinden doğan boşluğun, bugünkü güç dağılımı göz önünde bulundurulduğu takdirde Avrupa, Rusya ve Çin tarafından doldurulamayacağı açık bir şekilde görünüyor. Ayrıca eskiden olduğu gibi bugün yaşanan sıkıntıları telâfi edecek ve yeniden Batı insanına umut aşılayabilecek bir fikir planı da ortada yok. Dolayısıyla Gramsci’nin sözü belki de hiç olmadığı kadar bugün anlam kazanıyor.

Bununla beraber dünya çapındaki ticaret anlaşmazlıkları da mevcut iktisadî düzeni tehdit ediyor. Amerika’nın korumacı ekonomiye dönmesi, yaşanan ticaret savaşları ve bununla beraber Rusya, Venezüella ve İran’a yönelik ambargoların dünyanın geri kalanına ısrarla Amerika tarafından dayatılması yine işleri içinden çıkılmaz hâle getiren unsurlardan bir diğeri olarak bu toplantıda ön plana çıktı.

Bir diğer önemli başlık ise Suriye’ydi. Amerika Birleşik Devletleri, bilindiği üzere Suriye’den çekilmeye hazırlanıyor. Bu toplantıda Suriye ile alâkalı gündeme gelen konu ise Amerikan askerlerinin çekildiği bölgelerin Avrupa ülkeleri tarafından kontrol altında tutulması gerektiği ile alâkalı tartışmalar oldu. Amerika, askerlerini çektiği bölgelere Avrupa ülkelerinin askerlerini yerleştirmesini istiyor. Buna karşılık AB ülkeleri ise böylesi bir teklife hiç de sıcak bakmıyor. Türkiye ile alâkalı olarak ise Fırat’ın doğusuna yönelik Türkiye’nin operasyon yapmasına sıcak bakan tek bir ülke bile olmadığını ve hatta son derece açık ve net karşı çıkışların olduğunu ifâde etmekte fayda var. Bu toplantıya katılan NATO üyesi ülkelerden birinin temsilcisinin, “Türkiye NATO üyesi olmasına rağmen bizim çıkarlarımıza aksi bir şekilde Suriye’nin kuzeyinde ne arıyor?” şeklindeki sorusu, Türkiye’ye karşı bakışı resmeder mahiyette. 

Yine bu toplantıda ön plana çıkan diğer bir husus ise NATO’ya alternatif olarak kurulması arzulanan Avrupa NATO’su oldu. Yapılan konuşmalara baktığımızda, Avrupa’nın kendi içinde bile bir konuda ittifak hâlinde olamadığı görülmüş oldu. 

Konferans başkanı Wolfgang Ischinger, 55. Münih Güvenlik Konferansı raporuna yazdığı önsözde “Mevcut milletlerarası duruma baktığımızda dünyanın bir dizi irili ufaklı kriz yaşamaktansa, temel bir sorunla yüz yüze olduğu hissinden kurtulamıyorsunuz. Gerçekten de milletlerarası düzende temel taşların yeniden düzenlenişine tanık oluyoruz gibi görünüyor. ABD, Çin ve Rusya arasında büyük güçler rekabetine dayalı yeni bir dönem ortaya çıkıyor ve aynı zamanda ‘liberal dünya düzeni’nde belirli bir yönetim boşluğu yaşanıyor.” ifadelerini kullandı. 

Unutmadan, İslâm’ı reforme etmek ve dinler arası diyalog projesini sürdürmek vazifesi, bu toplantıda açıkça görülmüş oldu ki bu sefer de Mısır’ın başındaki Sisi’ye tevdi edilmiş. O da kendisine tevdi edilen bu misyona büyük bir iştahla sarılmış vaziyette.  

Varşova Ortadoğu’da Barış ve Güvenlik Konferansı
Geçtiğimiz hafta diğer önemli bir konferans ise Varşova’da gerçekleştirildi. Varşova’da ABD’nin davetiyle “Ortadoğu’da Barış ve Güvenlik Konferansı” adı altında 63 ülke toplandı. Katılan ülkeler, dışişleri bakanlığı ve daha alt düzeyde temsil edildi. Bununla birlikte zirvenin en belirgin özelliği; İsrail’in katılması ve Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, BAE, Tunus, Umman, Yemen ve Bahreyn’in de aralarında bulunduğu Arap katılımın geniş olmasıydı.
Zirvenin gündemine Ortadoğu ile ilgili birçok konu getirilmiş olmasına rağmen, “İran’a karşı mücadele” en ön plana çıkartılan başlık oldu. Almanya ve Fransa, temsiliyeti düşük seviyede tuttu. Avrupa Birliği’nin Dış Politikalar Komiseri, Federica Mogherini zirveye katılmayacağını açıkladı. Britanya Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, Yemen meselesinin İngiltere’nin önceliği olduğunu söyledi. Rusya, Türkiye ve Çin ise zirvede değildi.

Konferansa katılımın belli ülkelerle sınırlı kalması “Amerika yalnız kaldı” gibi yorumlara sebeb olmuş olsa da bu konferansın hedeflediği amaca ulaştığı açıktır.

Bu konferans ile alâkalı yapılan konuşmalar ve haberlere baktığımızda ön plana çıkartılan hususun İran ve Arab NATO’su tarzı bir oluşum olduğunu görmekteyiz. Oysa ki ortaya çıkan bilgilere göre bu konferansın kapalı oturumlarının tek gündem maddesi Filistin’di ve maksadı da İran sopası gösterilerek terbiye edilen Arab ülkelerinin İsrail ile ittifak içine itilme gayretiydi.

Amerikan Başkanı Donald Trump’ın ileride açıklayacağım dediği “Yüzyılın Anlaşması” projesi, ilk kez bu konferansın kapalı oturumlarında katılımcılara tanıtıldı. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın damadı ve danışmanı Yahudi Jared Kushner ile Trump’ın Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt, “Yüzyılın Anlaşması” planını görüşmek üzere bu ayın sonlarında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Bahreyn ve Katar’ı kapsayan Körfez turu gerçekleştirecek. Kushner, Filistin- İsrail arasında yeni bir barış anlaşmasını içeren ancak detayları bilinmeyen anlaşmayla ilgili İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile de bir araya gelecek.

Soçi Zirvesi
Soçi’de gerçekleştirilen Astana zirvesinin devamı mahiyetindeki toplantının iki önemli sebebi vardı. Bunlardan birincisi, Varşova’da İran’a karşı Amerika Birleşik Devletleri tarafından gerçekleştirilen toplantıya karşılık olarak İran’ın yalnız olmadığını göstermekti. Bunda başarılı da olundu. İkincisi ise Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna odaklanmış dikkatini dağıtarak gündemi İdlib’e taşımak ve geçtiğimiz sefer İran’da gerçekleştirilen zirvede gündeme gelen Adana Mutabakatı üzerinden Türkiye ile Esed rejimi arasında yeniden bir münasebet biçimi tesis etmekti. 

Zaman Türkiye’nin Aleyhine İşliyor
Suriye’de Fırat’ın doğusuna yönelik bir harekâtı başlatmak noktasında çok geç kaldık. ÖSO’nun bu harekât planına göre İdlib’ten çıkartılması ve boşalan alanların HTŞ tarafından doldurulmuş olması, Türkiye’nin bu bölgede garantör olması dolayısıyla elini zayıflatan bir faktör. Bunun yanı sıra 80 ilâ 100 bin arasında asker ile yapılan yığınağın statik bir şekilde bekletiliyor olması da artık moral bozucu olmaya başlamıştır muhakkak. 
Diğer taraftan son günlerde sıkça gündeme gelen Adana Mutabakatı üzerinden Türkiye ile Esed rejimini barıştırmaya yönelik girişim ve açıklamalar da Türkiye’nin Suriye’deki müttefiklerinde mutlaka bir kafa karışıklığına sebeb oluyordur. Yarın bu harekât ne bahasına olursa olsun gerçekleştirilmek zorunda kalındığında, Türkiye’nin Suriye topraklarında yalnız kalmasının bir bedeli olacağı unutulmamalı. Esed Suriye’de iktidarı ele geçirmiş Nusayrî bir çetenin başındaki adamdır ve bu zihniyetteki tipler Türkiye’nin muhatabı olarak kabul edilemez. Adana Mutabakatı Suriye halkını o dönem temsil eden siyasî iktidar ile yapılmıştır ve bugün bu mutabakatın muhatabı olarak illâ ki Esed’i aramak son derece yersizdir. Suriye halkının siyasî iradesini yansıtan bir temsil iradesi bugün Suriye’de yoktur ve dolayısıyla Türkiye muhaliflerle anlaşarak pekâlâ bu mutabakatı işletebilir. 

Artık bir lahza bile geç kalmadan, Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki fiilî durumu değiştirmesi gerekmektedir. Çok hesab kitab yapmaya gerek yok. Türkiye fiilî durumu değiştirsin, hesabı kitabı Rusya ve Amerika yapsın bu yeni duruma göre. Kimsenin de öyle kuru gürültüden öte bir tepki verecek durumda olmadığı akıllardan çıkartılmamalı. Çünkü kimsenin hamle yapacak kudreti yok. Ki bu kudreti haiz olmuş olsalardı işler zaten bu noktaya gelmezdi.

Eski Ölüyor, Yeni Bir Türlü Doğmuyor
Bundan öncesinde fikrî, siyasî ve iktisadî bakımlardan izah ettiğimiz üzere müesses dünya nizâmının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Antonio Gramsci’nin dediği gibi “Eski ölüyor, yeni bir türlü doğmuyor.” Bu yeniyi doğurmak ise mevcut statükoya göre hayal gibi görünüyor olsa da Türkiye’ye düşüyor. 

Bundan evvel söylemiştik. Müslümanların sıkıştıklarında başlarını çevirdikleri bütün sunî odaklar ve teselli buldukları bütün sunî vaziyetler bir bir göçüyor diye. Hattâ Filistin’in de bu süreçte düşeceğini söylemiştik. Şimdi ise görüldüğü üzere Filistin davasının da sonuna gelinmiş bulunuyor ve geriye bir tek Türkiye kalıyor. Artık hedef Türkiye ve karşımızdaki merkez ise İsrail. Asla unutulmaması ve gözardı edilmemesi gereken vaziyet.

Üstad Necib Fazıl’ın dediği gibi dünya bir inkılâb bekliyor ve 15. İslâm asrı, bu inkılâbın gerçekleşmesini zaruri kılacak bir iklimi peşinden sürüklüyor. 

Baran Dergisi 632. Sayı