Bizim varlığımız Yahudi Devleti’nin yokluğuna, Yahudi Devleti’nin varlığı ise bizim yokluğumuz şartına bağlanmıştır. Artık bunun cemiyetimizde olduğu kadar devletimiz açısından da şuurlaştırılması gerekmektedir.
Biz, düne kadar kendi akıllarına dayanarak kurmuş oldukları beşerî düzenin zaaflarından şikâyet eder, rıza göstermezken, bugün insan aklına uygun olanın bile mumla arandığı bir güne çıktık. İnsanlık, bir kez daha zifirî bir karanlığa bulandı. Demeyin ki karanlık madde midir, çamur mudur ki bulaşsın? Selim aklın yerini hayvanî insiyaka bıraktığı, bâtıla olan sadakatin hak olana imanı aştığı, vicdanların kubur deliğine ifrazat olarak boşaltıldığı demlerde, insanlık hakikaten de karanlığa bulanır; üstü, başı, yüzü, gözü hep karanlık olur. Hem zaten kalbi zifirî karanlık olanın çevresi aydınlık olsa ne ki?
Dün aşıkların can sattığı pazarda, bugün beşerî keyfiyetler satılıp, hayvandan aşağı sıfatlar satın alınıyor. Düzen, hukuk, sistem ve milletlerarası hassas dengelerse, bu insan sûretli mahlûkatın, nefs emniyeti ve menfaati için ondan geri kalana tatbik edilmek üzere tasarlanmış birer dayatma şeklinde tecessüm ediyor. Yahudi Devleti, Amerika, İngiltere, Rusya, Çin, Fransa ile şark ve garbı tutmuş diğer devletler, bugün bir taraftan dünyanın kendilerine ait olmayan her yerinde hak iddia eder, hükümranlık peşinde koşarken, bunun karşılığında kendi menfaatlerinin sürekliliğini sağlamaktan başka kime ne teklifleri var? Adalet, eşitlik, hürriyet, insan hakları nerede? “Alma ağacında büyümüş.” diye bir deyim kullanırdı eskiler, o misâl, hep bana, hep bana...
Amerikalı aydınların dünyaya teklif ettikleri bir düzen var mı? Yok hayır, Amerikalı teknisyenlerin dünyaya teklif ettiği muhtelif mallar var sadece. Hani diyorlar ya “şeylerin interneti” diye, bu da “malların düzeni”. Hem zaten “Amerikalı aydın” diye birşey yok. O aklınıza gelenler de aydın falan değil; ya mucit, ya kâşif.
Yahudi ne teklif ediyor? İman ettiği bâtıl dinin eskatolojisine göre Fırat ile Nil nehri arasında kalan toprakları, kabalistlerin yaptığı hesaba göre yakın bir vadede tamamen yok olmamak için ele geçirecek, sonra da bütün dünyayı kıyamete sürükleyecek. Makro düzeyde anarşi. Peki niçin? Düzen değişimi desen değil, zihniyet değişimi desen değil. Lânetlenmiş bir kavmin, her türlü haddin müntehasında, haşa Allah’a karşı bile kibirlenmesi için... Densizliğe bak!
İngilizlerinse aklı bir karış havada. Aldıkları Brexit kararının bedelini nasıl ödeyeceklerinin hesabıyla meşguller. Tam da anladığınız gibi evvelce yapmadıkları hesabı şimdi yapıp, AB’den ayrılık kararı çıkmayacağına emin olmanın bedelini nasıl ödeyeceklerini hesablamakla meşguller.
Rusya, Suriye’deki iç savaşa müdahil olurken de ifâde etmiştik; o kadar bitik bir vaziyetteydiler ki, kaale alınmak için önlerindeki son fırsat Suriye’de sahaya inmekti: İndi, masaya oturdu, şimdiyse ne yapacağını şaşırmış vaziyette öylece çevre şartlarını kolluyor. Dışarıdan bir hamle gelmezse girişeceği bir aksiyonu yok, çünkü ideali yok. Ne mevcut olanın yerine bir düzen teklifi var, ne de bir davası. Moskof bildiğimiz aynı Moskof ayısı.
“Beşer aklın sekreteri” namıyla ün salmış Fransa, bugün ancak metreslik ettiği para baronlarının sekreteri. Sağdan soldan ne koparsam kârdır hesabı, AB içinde takılıp gidiyor.
Ya Çin? Siz hiç bir hamalın diğer hamallardan daha fazla ve ağır yük taşıdığı ve taşıyabildiği için bey olduğu bir masal duydunuz mu? Dikkat edin, masalı bile yok! Biriktirdiği parayla da ancak dünyanın kapıcılar kralı olur.
Birinci Dünya Savaşı, aç gözlülerin paylaşımda daha fazla hisse kapma savaşıydı. Bu savaşın neticesi ideolojik bir formasyona bürünmüş İkinci Dünya Savaşı’nı doğurdu; fakat ne kazanan, ne de kaybedenler dünyayı beklediği nizâma kavuşturamadı, adaleti tesis edemedi. Ateşli silâhlar sustu; fakat bu sefer onların dışında kalan bütün enstrümanlar cebheye sürülerek, savaş, mevzilerden hayatlarımızın içine taşındı. Hayatın kendisi bir savaşa dönüştürüldü. İnsanın fıtratı itibariyle mutlaka aksiyoner bir veçhesi var; fakat bu demek değil ki birbirinin gözünü oy, komşunun ırzına, rızkına tasallut et. Bir kere ölçü kaçmaya görsün. İnsanlığı karanlığa boğan da işte bu muvazenesizliktir.
Ne doğrusu doğru, ne iyisi iyi, ne güzeli güzel bir dünyada, “sen istedikten sonra ferdî olarak da doğru, iyi ve güzel kalırsın be aslanım” tarzında yavşamalar ve bu bataklık ikliminden türeyen liberalizma, kapitalizma ve laisizma gibi anlayışlar arasında bir yerde, varoluş sancısıyla kıvranan insan!
Hadiselerin Seyri
Dünyanın tablosunu kabaca resmettiğimize göre şimdi gelelim hadiselerin seyrine.
Biz, Anadolu’da yaşıyoruz ve en başta buradan mes’ulüz. Dünyanın geri kalanına da tabiî olarak buradan bakıyoruz. İçeride olmak ve dışarıda oldurmak üzere planladığımız seyrimiz, varlığı bizim yokluğumuza, varlığımız ise onun yokluğuna bağlanmış lânetli bir kavim tarafından baltalanmak istenmekte. O ki, Allah ve Resulüne düşmanlıkta haddi fersah fersah aşmış, Yahudi kavmi.
Bâtılda olsa imanı istikâmetinde siyaset izleyen, daralmış vakte yetişmek için artık iyiden iyiye gözü karartmış vaziyetteki Yahudi; bâtıl taassubunun bayraktarlığını yapan bu kavim, Hristiyanlar içinden de birçoklarını “Mesih” vaadi karşılığında sancağı altına toplamış, güdüyor.
Irak’ın işgâli, Arab Baharı, İran Ambargosu, Mısır askerî darbesi ve dahi Türkiye’yi hedef alan dış kaynaklı tüm saldırıların arkasında gözden kaçırılmaması gereken mihrak yine Yahudi. Amerika’sından tutun Birleşik Arab Emirlikleri’ne, İngiltere’sinden tutun Yunanistan’a ve Mısır’a dek bize husumet besleyen ne kadar devlet varsa, tamamının nefret tohumları Yahudi eliyle ekilmiş ve bugün hasat edilmektedir.
Bugün dolar kuru şu oldu, bu oldu falan kısmıysa biraz evvel dediğimiz üzere cebheden çekilen ateşli silahların yerine ikâme edilmiş enstrümanlarla gerçekleştirilen saldırılardan ibaret. Bu saldırılar daha da genişleyecek ve senelerdir açığa yazılan hesabın nakden ödenmesi gereken gün gelip, silahlar çekilene ve dünyanın kanlı irinini neşterimiz marifetiyle akıtılana kadar durmayacak.
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs
Ortadoğu’daki düğüme, Doğu Akdeniz’de keşfedilen 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz yatakları vesilesiyle yeni bir fiyonk atılmış oldu. Her şeyin para üzerine kurgulandığı, paranın ise ederini tayin eden miyarın enerji olduğu günümüzde, bölgede keşfedilen hidrokarbon yataklarının zenginliği, açgözlü devletler ile şirketlerin bir kez daha Doğu Akdeniz ve dolayısıyla Ortadoğu iştahının kabarmasına vesile teşkil etti. Tabiî, yatakların bulunduğu sahanın tam kalbinde bulunan Kıbrıs’ın gerek münhasır ekonomik sahasında bulunan rezerv ve gerekse kendi parseli dışında kalan kaynakların nakledilmesi açısından ehemmiyeti, adanın stratejik önemini kat be kat arttırmış oldu.
Türkiye açısından ise meselenin birçok veçhesi bulunuyor.
Bir kere hepsinden önemlisi, Türkiye’nin şuna karar vermesi gerek: Biz, global sistemi işleten çarklardan biri mi olacağız, yönlendiricisi mi olacağız yoksa bu sistemin çarklarına taş koyan mı? Doğu Akdeniz’de bulunan rezervin ekonomik bir değer arz etmesi Avrupa’ya ulaştırılması şartına bağlı. Eğer ki Avrupa’ya ulaştırılabilirse, ekonomik bir değer olmaktan öte Rusya’nın Avrupa siyaseti üzerindeki tesirini dahi baltalayabilecek bir mahiyet arz ediyor olması hasebiyle aslında dünyadaki dengeleri oynatmaya muktedir siyasî bir değer ihtiva ediyor. Tüm bunların mümkün olması ise Türkiye’nin İsrail ile anlaşıp, çıkarılan gazın Avrupa’ya düşük bir maliyetle nakledilmesine bağlı. Çünkü gazın Girit ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya aktarılmasının yatırım maliyeti elde edilecek kazanca mukayese edildiğinde makul değil. Dolayısıyla belki de ilk defa Türkiye, bu imkân sayesinde dünya siyaseti üzerinde belirleyici bir konuma yükselmiş bulunuyor. Evet, Türkiye bu sistemin bir parçası mı, vanayı elinde tutan mı, yoksa taş koyan mı olacak? Bugün Brunson, kur falan bir yana Türkiye’nin birinci öncelikli cevabını vermesi gereken soru bize kalırsa budur.
Akdeniz, Karadeniz gibi kıyısı olan ülkelerin münhasır ekonomik alanların anlaşmayla belirlendiği bir saha değil, dolayısıyla alan hâkimiyeti adam adama savunma şeklinde gerçekleşiyor. Gücü yeten, gücü yettiği yere, elindeki çeşitli milletlerarası genel kabul gördüğü iddia edilen evraklara dayanarak sonda vurmaktan çekinmiyor. Türkiye’nin birinci önceliği de kendisinin ve Kıbrıs’ın münhasır ekonomik alanındaki menfaatlerini korumak şeklinde beliriyor. İtalyan enerji şirketi ENİ’ye ait sondaj gemilerinin Türk Deniz Kuvvetleri tarafından engellenmesi gibi gerekirse Doğu Akdeniz’de karakollar meydana getirip adam adama savunma dâhil her türlü yola başvurmak Türkiye’nin tabiî hakkı.
Doğu Akdeniz’de bulunan gazın stratejik önemini kat be kat arttırdığı Kıbrıs ise yine Türkiye’nin bir diğer öncelikli meselesi. Şimdiye kadar kadar Kıbrıs meselesinin çözümsüzlüğe mahkûm edilmiş olması bu son gelişmeyle beraber Türkiye’nin menfaatine oldu, çünkü bu sayede Güney Rum Kesiminin münhasır ekonomik sahasında kalan rezervler üzerinde de Kıbrıslı Türklerin hakkı olduğu iddia edilebiliyor. Bunun yanı sıra adanın güneyinde olduğu gibi kuzeyinde de yine aynı İsrail’in nüfuzunu arttırmak adına ciddi mesai ve para harcadığı da bir gerçek. Bu girişimlerin boşa çıkarılması ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan insanların kendi insanına yabancılaştırılması sürecine bir dur denmesi de diğer bir mesele... Bizi bir arada tutan temel faktör olan maya bozulacak olursa, ondan sonra ekonomik ve siyasî hamlelerle aynı birlikteliği tesis etmenin mümkün olmayacağı unutulmamalı. Bunun için gerekirse yeni bir iskân politikası bile izlenmeli.
Kıbrıs arazileri toplamının üçte ikisinin Osmanlı Vakıflarının malı olduğunun artık daha üst perdeden dile getirilmesi, milletlerarası hukukun sonuna kadar zorlanması şart. Türkiye’deki azınlıkların vakıf mallarını iade ettiğimiz gibi kendi vakıf mallarımızın da artık peşinde düşmemiz gerekiyor.
Kör Yahudi
Hahamlar arasındaki elit bir kesimin yaptığı vakit hesabını, bâtıl dinleri icabı, Zat’a dalalet eden Dehr isminin sırrına tercih eden Yahudi, yolunu şaşırmış vaziyette. Filistin’e yerleşmek, orayı ele geçirmek, Müslümanları Filistin’den sürmek ve saire hepsi tam da Yahudi tabiatına mutabık müşahhas hedeflerdi. Peki, ya şimdi? Bir çok filmde konu edilmiş vakıadır; doktor yanlış teşhis koyar ve bir de küstahça koyduğu hatalı teşhise göre hastaya ömür biçer. Bunun üzerine öleceğine inanan hasta da hesabsız kitabsız işlere girişmeye başlar... Sonunda doktorun verdiği müddet dolar ve hasta ölmeyip doktorun yanıldığını anladığında, aklı başına gelir. Bu süreçte yapıp ettiklerinin dehşetini ancak o zaman idrak eder ve kendinden bile korkmaya başlar. Yahudi’ninki de o hesab; hahamların gaybı Allah’tan başka kendilerinin de bilebileceğine olan sapkın itikadının, Yahudileri kısa vadeli zaferler ile uzun vadeli çok büyük hezimetler peşine koşturduğunun farkında değiller. Gözlerine bağladıkları bâtıl taassub bağı, yakında boyunlarına da dolanacak. Onların bâtıl sancağı altında toplanmış Hristiyanlar da şuursuz bir şekilde onlarla beraber aynı akıbete koştuklarının farkında değiller.
Bahsimizi müşahhas plana taşıyacak olursak...
Arab Baharı, bütün İslâm ülkelerini yıkıp, bölgede Yahudî hâkimiyetine rıza gösterecek yeni rejimler tertib edilmesi için planlandı ve icra edildi. Domino taşı gibi köksüz, temelsiz ülkeleri birbirinin üzerine yıktılar. Anadolu ise bin yıllık köklerine döndü ve öylesine sıkı sarıldı ki, onu devirmekte bir türlü muvaffak olamadılar. İşte, hesabın tersine döndüğü nokta burası. Bütün hesap İslâm âlemini yok etmek üzere kurgulanmışken, deviremedikleri Türkiye bir an da İslâm âleminin mihrakı hâline geliverdi. Hedeflediklerinin tam tersi bir amaca hizmet etmiş oldular. Zaten işler bu başarısızlıktan sonra sarpa sardı. 15 Temmuz’a kadar kafasını dışarı çıkartmadan, soluksuz bir şekilde kurguladığı Arab Baharı’nı seyreder görünen İsrail’i, ondan sonra birden bire bölgenin her yerinde görmeye başladık. Suriye’ye hava saldırıları, Filistin ve Gazze’ye yeniden yüklenmeler, Mısır’la Filistinlileri Sina çölüne sürmek üzere çeşitli ittifaklar, Suudla işbirlikleri, Kudüs’ü Amerika’daki Evangelikler marifetiyle başkent ilân etmeler, Rusya ile Suriye pazarlıkları ve en nihayetinde bizim direkt olarak bekamıza el uzattıkları Kıbrıs meselesi. Görüldüğü üzere 15 Temmuz’da yalnız Anadolu’da değil, dünyada da cin şişeden çıkmış, Devlet Bahçeli’nin deyişiyle zemberek boşalmıştır. İsrail, Türkiye’den istediğini kolaylıkla alamayacağını anladığından beri elindeki bütün imkânları seferber etmiştir.
Yeni Devrin Eşiği
Ferd, cemiyet ve devletlerin sosyal statüsünü belirleyici olan paranın artık el değiştirmez şekilde belli odakların elinde toplanmış olması, bundan doğan adaletsizlik ve sebeb olduğu buhran ile beraber İsrail’in Hristiyan’ları da peşinden sürüklediği bâtıl taassubu, dünyanın artık değişmek zorunda bir yer olduğunu bangır bangır bağırıyor. Bugün dünya yeni bir devrin eşiğine gelmiştir. İsrail’in hayâllerinin toslayacağı tek hakikat ise Türkiye’dir. Afrin harekâtı esnasında da teklif ettiğimiz üzere Türkiye’nin Fırat’ın doğusu boyunca ilerleyip, önce Deyr-ez Zor’a ve oradan da Suriye’nin güneyinden bir hat izleyip Golan Tepelerine kadar girmesi ve İsrail ile bir ân evvel sınır komşusu olması son derece hayatidir.
Bizim varlığımız Yahudi Devleti’nin yokluğuna, Yahudi Devleti’nin varlığı ise bizim yokluğumuz şartına bağlanmıştır. Artık bunun cemiyetimizde olduğu kadar devletimiz açısından da şuurlaştırılması gerekmektedir. Amerika’dan tutun da Avrupa’ya kadar ne kadar unsur varsa, hepsinin birden Türkiye’ye karşı hâmleleri Yahudi menşeilidir ve 15 Temmuz’da yarım kalan işi tamamlamaya matuftur. İran ambargosunun aynı şekilde İsrail’in elini güçlendirmekten başka bir amaca hizmet etmediği gözardı edilmemelidir. Teşhis doğru konulmalı ki, doğru hareket edilebilsin.
Hicrî 1400 senesinde beklenen devir değişiminin, 40 yıllık gerginlikle, tıpkı okun yaydan boşalması gibi süratli ve güçlü bir değişim ve dönüşüm sürecine vesile teşkil etmesini bekliyoruz. Hem de Yahudi gibi bâtıl değil, Hakk tarafında. Yani süflî hayallerin tosladıktan sonra tuz buz olacağı ulvî hakikat kutbunda.
***
Yeni dünya düzeni mutlaka buradan başlayacak ve bir gün, doğum günümüz edasıyla Yahudi’nin yedi kollu şamdanındaki mumlara mutlaka üfleyeceğiz.
Baran Dergisi 604. Sayı, 9 Ağustos 2018