Muaşeret adabı yahut günümüz ifadesiyle Görgü Kuralları. Kabaca “Bir toplum içinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik kuralları…” İnce hâliyle ve işin en üst noktasını işaretlemek bakımından izâh edilirse de şu ki, din büyüğümüz Necip Fazıl Kısakürek “Sünnet Edebi” başlığı altında “Her şeyi Allah’tan getiren Resûller Resûlü’nün sünnetleridir ki, İslâmî edebin tek eksiği olmayan manzumesidir ve bu manzumeyi yakından görebilmek için sınıflara ayırmak lâzımdır” der ve bu sınıfları “ibadet sünnetleri, içtimaî ve umumî hayat sünnetleri, ferdî ve hususî hâl sünnetleri” (1) diye izâh eder…

Demek ki, bizim ele almaya çalıştığımız husus, sınıf olarak tepe noktası itibariyle “içtimâî ve umûmî hayat sünnetleri”ne bağlı; fakat, ulu orta edeb ve ahlak müfettişliğine soyunanların yobazlığına bürünüp, Allah Resûlü’nün hayatından pasajlar vere vere ölçüleri kendi idrak seviyesine indirerek bahsetmek de ayrıca en büyük edepsizlik değil mi?

Böyle olunca da dinin “edeb”, edebin de “hadlere riâyet” olması meselesine çatarız… Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin “Din edeptir, edep ise hadlere riâyet” mevzuunu tasnifi, Üstad Necip Fazıl’ın bu hususa dâir toparlayıcı hükmü ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun hadleri-ölçüleri İBDA Külliyatı olarak şerhediyor oluşundan yola çıkarsak, zannediyorum bu meselelerde öyle ileri-geri konuşmanın nasıl bir cinayet olduğu anlaşılabilir.

Kimilerinin peygamberi aradan çıkartıp Allah’a bağlanmaya çalışmasıyla, İslâm yolunun büyüklerini aradan çıkartıp direkt peygambere bağlanma arasında hem esas ve hem de usûl bakımından bir fark göremiyoruz; Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun bir dünya “görüşü” olarak çerçevesini çizdikleri İslâm’a Muhatab Anlayış’ın mucizevî tavrı da işte bu noktada dikkatimizi çekmeli!

Gözlerimizin “görüyorum sanmanın bir öksesi” (1) olduğuna inanarak asıl göz sahiplerinin “Güneş yenilenemez. Göz yenilenir.” (2) diyerek derledikleri esas ve usullerden pay kapma meselesi…

Zaten ulaşamayacağımız Everest’e nazaran evimiz yahut evimizin önündeki çöpleri (kafalarımızın içi yahut başkalarının kafalarının içlerindeki çöpleri) toplamak, bunlardan kurtulmak da “temizlik imândandır!” ölçüsünden ayrı bir yerde değil. Şu farkla ki, evler önündeki çöpleri, bu ve benzer ölçülere isnad ede ede ahkâm kesmekle, tepe noktasında ona bağlı olmak arasında kıyas kabul etmez bir “fark” vardır ve işte bizim yolumuz, ikisi arasındaki farkı “derin mü’min” ile “kaba softa ham yobaz” diye ayırır…

Dilimiz döndüğünce izahına çalıştığımızın anlaşıldığını varsayarak muaşeret meselesine bakışta usûle dâir basit bir misallendirme yapalım: Mesela “ahlâksızlık” denildiğinde “içki içen adam”ın yahut benzer hususların kafalarda tedâi etmesi -tedâi eden durumların ahlâkî kıstaslara muhalif olması ayrı - tamamen yanlıştır. Zira içki içen kimsenin “günahkâr” vasfıyla günahından ötürü boynunu bükerek pişman olması –Allahualem- Allah’ın rahmet nazarı içinde olabilir de, TV’lere çıkıp kibir içinde “mezhebe gerek yok!” diyen ve en ahlâkî (!) görünüm altında en büyük ahlâksızlığı yaparak dini tahrif etmeye davrananların durumu vahim. Bir başka tarafıyla da, yaptığı ibadetin cakası ve kibri içindeki bir başka kimse de Allah’ın gazabını çekebilir.

Bir kere, en başta idrak etmemiz gereken tavırlardan birisi de galiba şu:

“Başkasının yaptıklarından da utanabilenler insandır ancak.” (3)

Muaşeret meselesine böyle bir girizgâh ile başlamayı uygun gördük; umumiyetle yaptığımız yanlışlar, onları doğru kabul etmemizden ve bu doğruyu kendimiz bulmuş gibi sahiplenmemizden… Herkesin umumiyetle kendi aklını beğenmesi sebebiyle de, onların yanlış olamayacağı kanaatinin alışkanlıkla beraber hayatımızda kemikleşmeye yüz tutması…

Muaşeret adabı yahut görgü kuralları diye nitelediğimiz hususlara din büyüğümüz Necip Fazıl’ın “Din ölçüsüyle yasak ifade etmediği hâlde, yine din ruhuna bağlı böyle tavır edepleri vardır ki, başlıca kaynağı Efendimiz, Kurtarıcımız ve Müjdecimizin tavırları olmak üzere selim duyguya ve cemiyet geleneklerine havale edilmiştir… Şekle uy, fakat şekilde kalma! ... Kabuk ve cevher bir arada…” (4) buyurmalarından yola çıkılarak bakılması icab eder. Niçin bu yol üzerinden bakılması gerektiğini yukarıda izah etmiştik, “sözün azı da çoğu da bir” dedikleri de, herhâlde bu olsa gerek!

 
  1. İman ve İslam Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, İst. Büyük Doğu Yayınları, 3. Basım, Ağustos 1991. Sayfa 279.
  2. Kavgam I, Salih Mirzabeyoğlu, İst. İBDA Yay. 2. Basım, Eylül 1995, Takdim bölümü.
  3. Yaşamayı Deneme “KİM’in Romanı”, Salih Mirzabeyoğlu, İst. İBDA Yay. 2. Basım, Nisan 2006, sayfa 177.
  4. İman ve İslam Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, İst. Büyük Doğu Yayınları, 3. Basım, Ağustos 1991. Sayfa 282

Baran Dergisi 504. Sayı