Belediye seçimleri sonuçlarıyla yeniden biti kanlanan “lâik putperestler” ile 15 Temmuz Darbe Girişimi yargı sürecinin cılkının çıkması neticesinde “bir yerleri kalkan” FETÖ’cüler arasında, bu memleketin dinine, diline, kültürüne, milletine ve bağımsızlığına en iyi düşmanlığı ben ederim yarışı bir kez daha başlamış oldu. Bunların birbirinden farkı olmadığını, özünde aynı kaynaktan, batıdan beslendiklerini, her iki güruhun da Mutlak Fikir düşmanlığında ittihad ettiklerini/birleştiklerini ve aralarındaki bütün münakaşanın “en iyi işbirlikçiliği ve hainliği ben yaparım” iddiası üzerinden olduğunu defaatle yazdık çizdik.

Geçtiğimiz hafta gerçekleşen 29 Ekim kutlamaları esnasında lâik putperestlerin İslâm’a ve Müslümanlara karşı kin ve nefretlerini en aşağılık, rezil ve sefil şekilde kustuğu görüntüler, CHP’nin Belediye seçimleri öncesinde FETÖ’den ödünç aldığı takiyye stratejisini daha fazla sürdüremediğini göstermiş oldu. Kurbağa ile akrep hikayesini bilirsiniz:

“Akrep, bir gün nehrin öte yanına geçmek zorunda kalır. Ne yapacağını düşünürken kıyıda pinekleyen kurbağayı görür. Akrebin kendisine yanaştığını fark eden kurbağa korkudan suya atlayıp uzaklaşmaya başlar.

Akrep yalvaran bir ses tonuyla sorar;
─ Kurbağa kardeş; karşıya geçmem gerek. Beni sırtında taşır mısın?
Kurbağa büyüyen gözleriyle cevap verir;
─ Daha neler? Beni sokup öldürürsün!
─ Olur mu? der akrep. O zaman ben de suya batar, boğulur, ölürüm.

Kurbağa biraz düşünür ve akrebe hak verir. Kıyıya çıkar, onu sırtına alır ve karşı yakaya doğru yüzmeye başlar.

Yolun yarısında ensesinde bir sızı hisseder. Vücudu hızla soğumaktadır. Kolları, ayakları hissizleşir.
Beraber dibini boylayacakları suya batarken son nefesinde sorar;

─ Hani sokmayacaktın akrep kardeş?
Akrep mahsun, mahçup, çaresiz cevap verir;
─ Ne yaparsın kurbağa kardeş!.. Ben akrebim, huyum bu!”

Burada bizi asıl kaygılandıran, akrebin yaradılışına uygun bir şekilde hareket etmesinden ziyade, her seferinde sokulup, sonra bir kez daha akrebe inanıp, onu sırtına alanların gafleti. 

Yargıdan İhanet Şebekelerine Sunî Teneffüs
Bir diğer taraftan, yargı müessesesinin Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubat darbecisi leşlerden sonra şimdi de diğer bir kokuşmuş taife olan FETÖ’cülerin dudaklarına sıkı sıkı yapışıp vermiş olduğu hayat öpücüğü, Fettoşçuların bir kez daha ümitlenmesine sebeb oldu. 

Lâik putperestler ile Fettoşçular, son yıllarda en az birkaç sefer kendi elleriyle ilmiği boyunlarına geçirmiş ve siyasî iktidarın, üstüne çıktıkları sandalyeyi tekmelemesini beklemişlerdi. Buna karşılık olarak, siyasî iktidar, milletimizin bütün değerlerine düşman olan bu kesimin sandalyesini tekmeleyip, müesses kokuşmuş düzeni bir yenisiyle ikâme etmek yerine, her seferinde muvazaacı bir yaklaşımla küfre avans vermek yoluna gitti.

Menfaatperest Tipini Şahsında Heykelleştiren Bülent Arınç
Meselâ Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç’ı ele alalım. Bu adamın ne denli fırsatçı, menfaatperest bir tip olduğunu bilmeyen yok. Bize kalırsa özü itibariyle FETÖ’cü olmayan; fakat istikbâli ve ikbâli PKK’da görecek olsa onunla bile iş tutabilecek kadar düşük karakterli bu adamın son açıklamalarına bakalım. KHK ile görevden uzaklaştırılan Danıştay bilmem nesi, falan müdürü; fakat illâki sıradan vatandaş değil, bir şeyin mutlaka bir şeysi olan tipleri pompacı ve temizlikçi olarak görüyormuş da içi kan ağlıyormuş. Kendi damadı da FETÖ üyeliğinden içeri giren ve sonrasında hakkındaki onlarca iddiaya rağmen hiçbirisi ispatlanamayarak tahliye edilen Arınç ile alâkalı olarak sokağa çıkılsa ve sorulsa, 100 kişiden en az 99’u onun için FETÖ’nün siyasî ayağı diyecektir. Peki, 15 Temmuz’un üzerinden daha ancak birkaç yıl geçmişken, milletin yüksek moral değerinin kaynağı olan o gecenin adeta yüzüne tükürürcesine, nefret objesi hâline gelmiş bu tipi alıp, getirip istişare kurulu üyesi yapan akla ne demeli? Adalet konusundaki hassasiyetin son derece arttığı bu günlerde, milletin zaten pamuk ipliğiyle bağlı adalet duygusunu ciğeri beş para etmez bir madrabaz için tahrib etmeye kimin ne hakkı var?

Garibandan Başka Kimsenin Sorumlu Olmadığı Adalet
Yine dönelim Ergenekon ve Balyoz davalarına. Bu davaların hiç mi hakikati yoktu? Kendi milletinden tiksinen bir avuç yabancılaşmış Batıcı azınlığın azgınlaştığında neler yaptığını 28 Şubat süreci de dâhil olmak üzere görmedik mi? Her ne kadar bu davaların açılmasından maksat, FETÖ’cü ve Kemalist Lâik iki Batıcı klik arasındaki kayıkçı kavgası olsa da, 15 Temmuz’dan sonra yapılması gereken, bir hâini diğerine tercih etmek mi, yoksa her ikisinin de çanına ot tıkamak mı olmalıydı? 28 Şubat lâfzı geçmişken, dönemin siyasî iktidarına darbe sopası göstererek hükümeti indirenlerin yargılanıp, göstermelik kararlarla evlerine uğurlanmasına ne demeli?

Burada yine Bülent Arınç’a dönelim. Kendisi diyor ki, 17/25 Aralık sürecine kadar FETÖ’nün silahlı bir örgüt olduğunu bilemezdik. FETÖ askeri okullara ve TSK’ya “pamuk şekeri mafyasıyla mücadele etmek” için mi sızıyor sanıyordunuz? Ortaokulda harb okullarına giriş sınavına hazırladıkları çocuklara ileride yönetime el koyacaklarını söylüyorlardı. O çocuklar bunu biliyor, aileleri biliyor, ben biliyorum, biz biliyoruz, bütün millet biliyor da senelerce yasamanın başında ve yürütmenin muhtelif kademelerinde rol alan Arınç mı bunu bilmiyor? Eğer ki samimiyetle bilmiyorsa, o zaman daha bundan bile haberi olmayan cahil birinin istişare kurulunda işi ne?

Medyada popüler olsa da Altan Kardeşler ile Nazlı Ilıcak’ın tahliyesi konuşuluyor; fakat biz bununla beraber biliyoruz ki, parayı basan, itibarı sağlam, çevresi geniş ve ayrıca damat olan herkes FETÖ’den süratli bir şekilde arınıyor. Hem zaten yine Arınç’ın ifâdelerine bakacak olursak, 15 Temmuz’da rolü olanlar da yalnız askerî bürokrasi içindeki askerlerden ibaret. Bunu planlayan, kadroya sızdıkları eğitim döneminde bunları okutan, finansmanını sağlayan, kafasını ütüleyen, meşruiyet tesis edenlerin konu ile hiç alâkaları yok. Sanırsın ki Mozambik ordusu içindeki küçük bir azınlık 15 Temmuz günü akşam vaktinde bir aydınlanma yaşamış da köksüz, dalsız bir şekilde durduk yere askerî darbeye kalkışmış. 15 Temmuz gecesi evlâdını, anasını, babasını, karısını, kocasını kaybedenler ile sakat kalanlar senin suratına tükürse yeri var diyeceğiz ama sen ona da “elhamdülillah” der geçersin diye korkuyoruz. Partinin vicdanı olduğunu iddia ediyor bir de bu yarasa vicdanlı.

Gelelim Erdoğan ve Siyasî İktidara…
Daha geçtiğimiz hafta Türkiye Suriye’deki bekâ meselesi üzerinden ABD, Rusya, İsrail ve Avrupa ile boğuşurken, bir haftada ne oldu da gündem buralara geldi, sorun bakalım bir kendinize.

Memlekete musallat olan melânetin başındaki adamı bütün çıplaklığıyla ifşâ edip, bataklık gibi haşere ve hastalık üreten rejimi ortadan kaldırıp, yerine bizim ruh kökümüze mutabık bir yenisini inşa etmek varken, bütün kabahati sağır bir yancının üzerine atmanın dayanılmaz hafifliğini şimdi daha iyi hissediyor musunuz? 

15 Temmuz gecesi milletin Erdoğan’ın yanında gösterdiği destanlık direnişi, ruh köklerimize mutabık inkılaplarla taçlanacak bir ihtilâl süreci hâlinde yürütmek ve istikbâli inşâ etmek yerine günü kurtarmak adına ciğeri beş para etmez tiplere sırf “FETÖ’den mağdurlar”, öyleyse işe yararlar mantığıyla alan açmanın bedelini görüyor musunuz?

Bir insandan sadır olacak fiiller az çok benzer kokular taşır, onlara bakarak bile fâili görmek mümkündür. Oysa ki Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımızda biz baştan sona tutarsızlık görüyoruz. Bir tarafta Suriye’nin kuzeyinde büyük bir başarıyla izlenen askerî ve diplomatik siyaseti, diğer tarafta ise memleket içinde hainleri üreten, besleyen ve semirten sistemin tıkır tıkır işlediğini görüyoruz. Bu tutarsızlık en basitinden çok başlılığa işaret eder ki, Türkiye, bu çok başlılığı kaldırmak için idare şeklini değiştirmedi mi? 

Psikolojik rahatsızlık çeşitlerinden biri olan Disosiyatif Kimlik Bozukluğu, hiç olmaması gereken şekilde, Türkiye’ye hâkim olmuş gözüküyor. Bu rahatsızlığın siyasî karşılığı iktidar boşluğudur.  

Artık Erdoğan’ın ve başında bulunduğu siyasî iktidarın bir karar vermesi gerek. Ya küfre avans vermeye devam edecek ve hâli hazırda her geçen gün erimekte olan seçmen kitlesinin çözülme sürecini hızlandırmak suretiyle kendi eliyle siyasî kariyerini kendisi bitirecek yahut artık olması gerektiği şekliyle Türkiye’de esaslı bir rejim değişikliğinin hayata geçmesi için harekete geçecek.

Harekete geçmenin, aksiyonun ne kadar bereketli olduğu Suriye’nin kuzeyindeki tecrübeden sonra anlaşılmamışsa bile en azından hissedilmiştir sanıyoruz.


Baran Dergisi 669. Sayı