Başka hayatlar yaşamadan kendi hayatımızı yaşayabileceğimize inanıyoruz. Kendimizde hiçbir “zenginlik” hissetmediğimiz için de kendimizden hiçbir şey veremiyoruz.
Sırlarla dolu bir kâinatta, “sır idraki”nden uzak, kökeni sır olan bir hayat yaşıyoruz... İlâhî güzelliğin dâhiyane sırrına sahip olmak, gündelik hayatı estetik bir hürriyetle yaşamak varken, dokunduğumuz her şeyi yoruyor, hayatı yaşanmaz kılıyoruz. Başka hayatlar yaşamadan kendi hayatımızı yaşayabileceğimize inanıyoruz. Kendimizde hiçbir “zenginlik” hissetmediğimiz için de kendimizden hiçbir şey veremiyoruz. Başkası olmadan başkası için olmak gibi, insanı insan yapan hasletlerimiz dumura uğramış durumda; sevdiklerimiz için hizmeti nîmet bilme zevkini çoktan yitirdik! “Her şeyi bildiğimiz” için, her konunun üzerinden kuru bir mantıkla atlayıp, her soruya kolayca cevap, her soruna çözüm üretmekte hiçbir sıkıntı çekmiyoruz. Paylaşacak bir şeyimiz yok! Zamanımızı bilinene ve tekrarlanana odaklanarak boş laf üretmekle geçiriyoruz. Kendi yok oluşunun bakterilerini kendi bünyesinde üreten hümanist kültürün kendisi tükendiği gibi insanı da tüketti, artık yücelemiyor… Fıtratının taşıdığı nitelikleri kendi içinde geliştirerek eksiksiz ve kusursuz bir biçimde var olamıyor… Varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadını yitirdi. Platonikleşti, plastikleşti… Bedenlerimiz, protez bedenlere dönüştü. Bir insan kendini ne kadar insanlık fukarası biri olarak hissetmiş olmalı ki, bedenine bu kadar anlamsız şeyleri dahil etsin! Biçimin mekanik taklidine dönüşsün, insanî duygularını mekanik bir formül içine hapsetmekle rahatlasın! Bu gidişle insan olarak kalıp kalamayacağımız bile şüpheli. Bu müphemiyet nihayetinde red ve inkâra, putperestliğe ve politeizme evrilecektir… Herkese, kendi tutkusu, kaprisi ve ruh hali istikametinde davranma, konuşma, yazma, tapınma kültü/rü, mistik oluşumlar hazırlayıp sunacaktır. Nitekim sunuyor da; herkes her şeyi “kendi şeyi” ne göre istiyor; arayıp buluyor. Kendini kandırmaya doyamıyor!
Meseleye, “herkes her şeyi bildiği zaman her iş bitmiştir” hikmeti bağlamında eğilirsek, ahmak insan, ahmak olduğunu asla bilmemek gibi ahmaklara has bir “ayrıcalığa” sahiptir. “İlmi cehlini alsa da, ahmaklığını almaz, ahmaklığı bâki kalır…” Kusursuz biçimde işlemesinden sorumlu oldukları sistemin çalışmasını engelleyecek her tür düşünceyi daha doğmadan kaynağında boğmakla görevli, ahlâkî nosyondan mahrum beyin damarları lağım borusu gibi çalışan “okumuş cahiller”i de bu kategoriye dahil edebilirsiniz. Bu tür insanlarla ve bunların elindeki “enstrüman”larla her soruya cevap bulmak, her soruna çözüm üretmek kolaydır… Delil yokluğunu yokluğa delil saymakta, temennilerini gerçek gibi sunmakta hiçbir beis görmezler. Yarını bir başka dün gibi düşünür, “ezbere bilgi ve fikirlerini makyaj malzemesi gibi yanlarında taşırlar.” Gördükleriyle göremediklerini temsil eden renk körü misâli, gördükleri şeylerin seçilmiş kısımlarına odaklanarak görülmemişe genelleme yaparlar. İnanmaya alıştırıldıkları, hatta programlandıkları bilgiyi tek doğru olarak görürler. Hâdiseleri görseler de, onları yöneten, yönlendiren kuralları hiçbir zaman göremezler… Bir şeyin aynını aynı olduğu şeyden farklı kılan “sır”ra uzak oldukları için, izah peşinde koşarlar. Her şeyin kendi mantıklarına uygun bir îzahı olduğuna inanırlar. Şeklen güçlü görünseler de, aslen bâki olanı fâni olanda tüketen ve yokluğun tokluğu içinde yuvarlanıp giden mânâsız, hayattan mahrum yaratıklardır. Ortak değer yargısına sahip oldukları için güdülmeleri de kolaydır.
Çünkü, “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti de olmaz.” Aynı şekilde, şayet doğru hükme varma becerisini temin eden bilgiden mahrumsanız, doğru hükmü ayırt etme gibi bir beceriniz de olmaz... Bunların ilkinden mahrum olmak, ikincisinde de yetersizlik anlamına gelir… Bilgisizliğinizin farkında olmadığınızı gösterir. Dolayısıyla, sahih bir kurala dayanmayan her tür bilgi değersiz ve geçersizdir… Böyle bir kurala dayanmayan her tür olgu iyi ve güzel olan her teoriyi öldürecektir… Doğrunun olmadığı yerde güzel, çirkin; iyi, kötüdür. Doğrudan ne kadar uzaklaşırsak hakikat ve zevk ilimlerinden de o denli uzaklaşmış oluruz. Lisan-ı hâl ile telakki edileni lisan-ı kaal ile hikâye edişimiz de o nisbetle yapaylaşır… Teknik mükemmeliyete duyulan hayranlığı, estetik gibi “çok katlı” bir yapının üzerine oturduğu “zevk” kavramıyla karıştırırız.
Ayırmamız da pek mümkün değil. Çünkü, “İmân zevken idraktir.” gibi bir ölçümüz olsa da, bunun idrakinde olan, “zevk”i anlatan aydınımız neredeyse yok. Oysa fiillerde esas, sağlam bir yaratılışa dayanan imândır. Her dem taze olması gereken; eskimeye, pörsümeye, solmaya gelmeyen tek şey yine imândır. Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, apaçık hakikat ve zevk ilimlerinden ibarettir. Ruhun mükemmeliyeti, ilâhî tekliflerden zevk almanın zarafeti, “Mutlak Bir”i an’da yakalamanın ve O’nu için için hissetmenin asaleti muhteşemdir. Ancak müşahede marifete tâbidir… Müşahede edilen şeyden zevk alabilmek için, lezzetin maddeden mânâya inkılâb etmesi, mânânın müfekkire gücünde ve kalb mertebesinde ortaya çıkması gerekir. Bu da her şeyden önce bir mücerret fikir istidadı ve dil sanatıdır. Dil kalbin tercümanıdır. Kalbteki duygular ne kadar latîf ve zarifse dile de o nisbetde yansır. Kalb, dil ve uzuvlar uyumlu hâle gelir. Amellerimizle vücuda getirdiğimiz eser, suretlerde tecelliye gelmeyen mânânın taşıyıcısı olmak gibi çetin bir görevi yüklenir... Dil, ses ve hissin eşsiz bir ahenk içinde buluştuğu üstün bir nitelik kazanır.
Buna mukabil, ruhsuz bir biçimcilikten öteye gitmeyen, kurak ve çorak, tüm ruhî armonilerden uzak bir ruh ikliminde yaşadığımız duyguların tedai ettirdiği, kazara verilmiş bir kararla iyi-doğru ve güzel bulduğumuz şeylerin bir değeri, niteliği, kalıcılığı ve bağlayıcılığı yoktur… Gelip geçici, uçucu şeylerdir. Tıpkı sevinç ve hüzün hallerimizde olduğu gibi sık sık yer değiştirmeleri, sürekliliklerini devam ettiremeyip zıddına dönüşmeleri her daim mümkündür. Bu belirsizlik ortamı ister istemez, sanat adı altında insanı dışlayan, güzellik duygusundan uzaklaştıran, anlamsız ve kof her tür performansa, enstalasyona çanak tutacaktır…
Oysa, asla unutulmayacak olan duygular dile getirilememiş olanlardır: “Zevken idrak” edilmesi, estetik veçhesiyle özümlenmesi gerekenlerdir… “Böyle bir estetik bilgide ilim vardır, hâl vardır ve ef’âl vardır”; sıradışıdır ve imâna hastır. Tek kıstası da, dilediği her şeyi yapma, dilemediğini yapmama, gayb’ı bilme gücüdür. Tek güç ve kuvvet sahibi Allah’tır. Sanatkârın estetik bilgisi ve sanatındaki mârifeti, Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına olan ünsiyeti kadardır. En yüce sanatın ilkelerinin bilgisine, aynı zamanda tüm sanatların ilkelerinin bilgisine ulaşmanın biricik yolu budur. Bu bilgiye sahip olmadan “zevken idrak” ve zevk hâllerini paylaşmak mümkün değildir. Sanatçının Mübdîînden etkilenip ibdayı iade etmesi, bildiren olmadan gayb’ın bilinemeyeceğini bilmesi, kendini bilmesi ve kendini bildiği nisbette Rabb’ini bilmesi; imâna has sıradışı bilginin sezgisine sahip olduğu kadardır. Bu bilgi ve duygu, Hakk’tan bir olarak çıkan, âlemin suretlerinde çoğalırken bilinene de bilinenin üzerinde bulunduğu hâle göre ilişen bilgidir. “Gerçek dindarlığın temelinde de bu bilgi ve duygu vardır.”
“Bilmenin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta… Bunun uç noktasında da şiir idraki var…” Şiirin de kendine has bir müziği… Bu müzik, ses ve hislerin terkibidir ve şiir idrakinden mahrum olanlar için algılanamazdır… Görsellik temeline oturan modern kültürün, sanatın tüm dallarında belirleyici olan iç hayatı, modernist metafizik anlayışı, duyumcul kültürün şekillendirdiği zihin dünyası, modern bireyin nadir zevkleri arama açlığı duymaması; en son olarak da, fiilleri müşahedenin ilk safhasında kalan sanatının, sanatçıyı “Mutlak Sanatkâr”a ulaştırmaktan uzak bir nitelikte olması, şiirin kendine has müziğinin algılanmasına mânidir. Algılayabilmek için, Hakk’a dair sevginizin yüce, eşyaya dair bilginizin derin ve zengin olması, eşyanın üzerindeki sır perdesini kaldırmanız gerekir. Şiirin saf müziğini algılamanız, algınızın yüce ve anlamlı olması, eşyanın üzerindeki sır perdesini aralayıp, eşyanın hakikatiyle yüzyüze gelebildiğiniz kadardır.
Zira, “yaratılmış yaratana perdedir.” Yaratan eşyayı görünür kıldığında, kendisi eşyayı görünür kılan isim ve sıfatların örtüsü altında gizli kalır. “O” hep ötede, ötenin de ötesinde, sonsuz kere ötenin ötesindedir. Aşkın da, sanatın da kaynağında bu erişilemezlik ama hissedilebilirlik duygusu yatar. Esasında, aşka dair en ufak bir belirişte “Mutlak Bir”e dair bir ihsas vardır. Bu ihsasları duymayan, ilâhî güzelliğin bu sevgisini tanımayan, bu güzelliği görmeyen insan ruh ve canlılıktan mahrum, ölü bir varlıktır… Yaratanını bilemez, O’nun ilâhî azamet ve kudretini göremez, müşahede ettiği şeylerde isabet edemez… Cenab-ı Hakk’ın zatına yerleştirdiği ruh, imân ve akıldan sadece akıla yapışır, her şeyde onun rehberliğine başvurur. Böylece, Allah’tan kopup uzaklaşır. Zira, İlâhî sırların idraki hususunda akıl yetersizdir. Bu hususlarda akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmanın hiçbir faydası yoktur. Eğer aklı Hakk’ın kendisine verdiği bir nimet olarak görse, aklı harekete geçirenin Allah olduğunu bilseydi; haddini de bilir, Tanrı rolüne soyunmazdı. “Yaratmak neymiş yaratmaya kalkınca anladım.” der, Yaratan’a sığınırdı.
Varlığı kendinden bilen, fakat kendini bilmeyen, kendini bilmediğini de bilmeyen, öğrenmek de istemeyen bu insan modeli gerçekten utanılacak bir yaratıktır. İnsanların en aptalıdır ve hüsrandadır… Başıboş bırakılmış heves ve meyillerini sınırlayamaz. Sadece nefsinin beklentilerine uygun şeyleri yapar. İtaat eder gibi görünse de, kulluğunun gereği olarak itaat etmez, bir menfaati olduğunu düşündüğü için dua ve itaat eder. Şahsî çıkarları için isyandadır, kime isyan ettiğini de bilmez. Temiz olmayan, pis kokusu kendisinden önce gelen bu tür pis insandan ruh mârifetini perdeler. Perdelenmiş insan basiretsizdir, basiretsizliği yüzünden iç dünyası karanlık, iç alemindeki düzen bozuktur, mânen iflâs etmiş içi boş bir görüntüden ibarettir. Aklî ve ahlâkî pejmürdeliği dışına da yansır. Temâşa ettiği her şeyi aydınlatan bir nura, ferâset ve anlayışa, basiret ve kavrayışa sahip insan, baktığı bu yüzdeki hâli hemen “okur”, o insanın hâlini anlar. Perdelenmişliğini, kalbin nurunun söndüğünü, fıtratın gücünün tükendiğini, bu insan için mağfiret kapısının kapandığını, istese de aslî fıtratına dönemeyeceğini görür.
İnsanın kendi bilmesi, kendisi olması, başkası olmadan başkası için olması güç bir iştir… Kendini bilmeyen insan başkasını da, kendine hükmeden İlâhî ismi de bilemez… Başkası olmadan başkası için olamayan insan, kendisi için de olamaz… Kendinde bir zenginlik hissetmediği için kendinden hiçbir şey veremez. Allah ehli insandan bir akım hâlinde yayılan ve temas ettiği her şeyi etkileyen sırrın tutunabileceği bir haslete, “ödül”ü kabul edecek bir bünyeye sahip değildir. Tüm bu yokluklar sebebiyle, “Büyük Sanatkâr”ların sırlarına da vâkıf olamaz. Oysa, “Yaşayacağımız en güzel ve derin duygu, sırrı duymaktır; ve bütün gerçek ilmin kültürü budur… Bu duyguya yabancı olan ve merak edip hayranlıkla dolmayan insan, ölüden farksızdır. Doğrudan doğruya kader sırrında tecelli eden Allah’ın azametini göremez.” “Bilgi”nin, bilinmezden devşirilen olduğunu, ilâhî sırların idraki hususunda sadece akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmanın yetersizliğini, her bilenin üzerinde HER ŞEYİ BİLEN’in var olduğunu bilemez… İlham, idrak ve keşf yolları kapalıdır. Sanatından hareketle “Mutlak Sanatkâr”a ulaşamaz. Elinde kala kala, sadece resmi, şiiri, müziği… kalır. Bunların da nankörlüğün birer nişanesi olmaktan öte bir anlamı yoktur.
Erdirecek, bulduracak, gösterecek olan aşktır, aşk ateştir. Yakıtı da hakikat ve marifettir. İnsan aşk ateşinde yanmakla arınır ve yenilenir. Ruh, beden ve lisan zarafetinin temsil ettiği içsel faziletleri uyanır, oluşumunu tamamlar; sevilen, “gerçek” bir insan olur. Hakk’tan bir olarak çıkan ve âlemin suretlerinde çoğalırken, bilinene de bilinenin üzerinde bulunduğu hâle göre ilişen bilginin tek, çokluk ve değişenin bilinende olduğunu kavrar. Bir bütün olan âlemin karşısında, bir-bütün insan olarak durmanın zevkine varır. İnsanüstü fikrin objektifinden hâdiseye, eşyaya ve insana bakarak hayatı yorumlamanın gerekliliğinin şuurunda olan insan için bu bütünlük hemen her şeydir…
Bütün olmadan parçanın idraki mümkün değildir… Parça ancak bütüne bağlanmakla anlam kazanır. Bütünlüğü temin edecek olan ruh ve anlayış, eşya ve hadiseleri madde gözüyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlayacak olan ruhçuluk anlayışıdır. Göz böyle, tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olduğu zaman, bütünün diğer kısımlarının temsili de derhal parçayı tâkip edecek, mânâların kaynağı olan suretler âlemi gözümüzün önünde açılmakla, canlı-cansız tüm parçalar görünür hâle gelecektir. Dışımızda olduğu sürece göremediğimiz suretler içimize nüfuz etmekle mânâlar tecelliye gelecek, içimizde bir heyecan ve temâşa zevki yaratacaktır. Dolayısıyla, bütüncül bir sistemin sınırlı tecrübe ve müşahede verilerinden elde dilen bilginin terkibi olamayacağı, bunlarla sınırlanamayacağı; farklı değişkenlerin korelasyonuyla bütüncül bir yapı kurulamayacağı bir bedahettir.
Böyle olmakla birlikte, çağımızda yaygın bir kullanım alanı bulan ve bütüncüllük iddiasında olan sistemlerin tamamı, canlı bir bütünün kadavraya dönüştürülmesiyle ve kadavradan alınan ölü parçacıkların her birinin bir değişken kabul edilerek, “yamalı bohça” misâli birbiriyle ilintilendirilmesiyle oluşturulmuş, “parça”yı “bütün”e takdim eden, bütünü parçaya feda eden sistemlerdir. Bütüncül olmaları, eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaları, evrensel değer olmaları mümkün değildir. İddialarının aksine, varlığın kavranmasını imkânsız kılan, bilgiyi varlığın dışında bırakan, bilgiyle varlığı karşı karşıya getiren eksik ve güdük yapılardır… “Mutlak Hakikat Kutbu”yla bir bağları olmadığı için bütüncüllük iddiaları tümüyle boştur… Her örgüsü tezadsız bütüncül bir sistemin inşaı, her şeyden önce, mübdîînden etkilenip ibdayı iade etme, yakînên bilme gücüdür. “Lâf ola torba dola” hesabı, sözde “bilme” değildir… “Parça parça ve ayrı ayrı yollardan elde edilen hakikatlerin zihnî inşaıyla” kurulabilecek bir yapı hiç değildir… “Parça bütünün habercisidir”, sınırlı olan da sınırsızın. Fakat aynı zamanda, sadece bütünle parçayı, yalnız sınırsızla sınırlıyı elde ederiz. Parça ancak bütüne bağlanmakla, sınırlı da ancak sınırsıza bağlanmakla anlam kazanır. Aksi hâlde bütünün mahiyeti bozulacak, parçaya ve sınırlı olana gösterilen aşırı ilgi ve takdir duygusu bütünü kemirecektir.
Mimarî olarak da, mimarı olarak da, muhteşem bir bütüncül yapı olan “Bütün Fikrin Gerekliliği” bağlamında, son söz olarak şunları söyleyebilirim: “Mutlak Fikir”le bağı olmayan bir sistem bütüncül bir yapı olamaz, bütünlenmemiş olan çözemez ve çözülemez! Çağımızda yaygın bir kullanım alanı bulan sistemlerin açmazı ve çözümsüzlüğü de burada: Sorun çözmek yerine sürekli sorun üretmelerinde… Bütüncüllük iddiası taşıyan bir sistem, her şeyden önce, “olan”ı “olması gereken”le sonsuza dek kesiştirecek düşüncenin sahih merkezinden kaynaklanmalı, sahih bir kurala dayanmalıdır… Sahih bir kurala dayanmayan her tür düşünce ve faaliyet değersiz ve geçersizdir… Sınırlı tecrübe ve müşahede verilerinden elde edilen “organize bilgi”lerle kurulu düşünce sistemlerinin, insan ve toplum meselelerinin hâllinde hem ferdin, hem toplumun menfaatlerini gözetecek kalıcı çözüm getirmesi mümkün değildir… Hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona biçim ve muhteva, nizam ve intizam kazandırmaları da mümkün değildir. Çünkü, hayatı düzenleyen kuralların insanı vicdanından bağlayan bir bağlayıcılığının olması, bunun için de, insanın dünyayla kurduğu ilişkiyi, Mutlak’la kurduğu ilişkinin belirliyor olması gerekir. Aksi halde, yasal olan kolayca ahlâkî olanın, çıkar ilkenin önüne geçecektir.
Böyle bir çevrenin içine doğan insan, insanların en talihsizidir ve hüsrandadır… Zatında güzel duyguların ve vakarın sâkin olması, şahsiyet bulması, iyi, doğru ve güzelden zevk alıp bunları ruhuna katarak iyi ve asîl bir insan olarak yetişmesi muhâldir. En pespaye ve sıradan olanın güçlü olduğuna ve ayakta kaldığına hükmeden Darwinci prensiple kendi varlığını haklı kılarak, ölümün soğuk ve solgun yüzüyle yüzyüze gelip her şey gözünde anlamını yitirinceye kadar, mânen iflas etmiş içi boş bir görüntüden ibaret olarak yaşamak, son hesap gününde de, “Rabb’in huzurundan kovulan sefih sürüden olmak” onun kaderidir…
Aylık Baran Dergisi 7. Sayı
Eylül 2022