“Okumuş”u anlamış saymak gibi çok defa düşülen bir hatamız var. Her okuyan, anlayan/aydınlanan mıdır? Gaye anlamaksa, her okumuşu anlamış saymak sakıncalı. Anlama gayretinin okumaktan daha özel, derinlemesine bir çaba olduğu söylenebilir. Anlamakta muhabbet var diyor büyükler…

Gazetecilikte “olayların perde arkası” klişesine denk, okurken de “satır arası” kullanılır. Bir de şöyle meslek ötesi bakalım: Olayın bizatihi kendisi de “perde” olabilir mi?

Okumak da bir tür perde aralama çabası. Niçin okuduğumuzu, niçin öğrendiğimizi, niçin bildiğimizi “bilme” hâli? Ne okursak okuyalım kendimizi okuyoruz bir yönüyle. Kişinin ilim, kültür, irfan seviyesi bu niçinler etrafında gerçekleşirken, “bilme”nin niçin ve nasıl gerçeklik kazanabileceği, yine kişiye göre değişen nefs-ruh kutuplarının çatışmasından ayrı düşünülemez. Nitekim bu hâli de şuurunda olduğumuz, ilerleme kaydettiğimiz sürece yaşanmış sayabiliriz. Akıl, bu zıt kutuplara nisbetle basiret veya körlük tehlikesi altında.

 “Körleşme” adlı romanında Ernst Cassirer, ‘kafasındaki tıka basa bilgi’yle yaşadığı şehri gezerken, rastladığı her kitapçıdan evinde hatta elinde olduğu halde aynı kitabı alan “Prof. Kien”i anlatır. Kien, dış dünyaya kapalı zihnin cisimleşmiş hâlidir. Herhangi biriyle diyalog kurmak istese de başaramaz. Cassirer, Kien’in şahsında bir “fildişi kule” tasvir eder. Bu, tam olarak “okumuş/aydın körleşmesi”dir. Bu dehşetli kısır döngünün romanında “körlük” nerede başlar, nerede biter; doğrusu bu şaşkın ve sapkın döngüye okuyan kişi de kapılabilir. Nitekim bilmek veya bilgi dediğimiz şey de, “bilen”e has bir vakıa değil midir? “Körleşme”den birkaç satır alalım:

“Bilim ve hakikat, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. Kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. Günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. Yanından geçenlerin her biri yalnızca bir yalancıydı. Bu yüzden zahmet edip suratlarına bakmıyordu bile. Kitleyi oluşturan şu kötü oyunculardan hangisinin yüzü çekici gelebilirdi ki ona! Gerçekte yüzlerini her an değiştiriyorlar, bir gün bile aynı rolde kalmıyorlardı. Bu, Kien’in daha baştan beri bilincinde olduğu bir gerçeklikti. Bunun için öyle deneyimli olmasına gerek yoktu. Tek bir tutkusu vardı: Tüm yaşamı boyunca; gerçekte ne ise, o olarak kalmak; kendi kişiliğini salt bir ay, ya da bir yıl süreyle değil, ama ömrünün sonuna kadar yitirmemek.”

Şimdilerde dijital dedikleri çağın ışıklar saçan eşyalarıyla meşgulüz. Sanayi devriminin aşıldığı, “4.0-Dijital çağ”ın başlangıcındayız. Her şey dijitalleşiyor iddiaları uçuşta! Olan ne varsa, dijital teknolojinin ‘ışınlı kılıcı’nın hücumu altında. Ne oldu, ne bitti anında avladığı zihne açıklamaya geçiyor. Işık saçan ekranlardan, ışıklı sayfaların ışıklı kelimeleriyle öğreniliyor.

“Okumanın Tarihi”
Yedi yıllık “Okumanın Tarihi” adlı çalışmasında Alberto Manguel, Rönesans’ın büyük adamlarından Petrarca’ya ait bir mektuptan şu satırları kaydetmiş:

“Okumak, ilahî ışık onu aydınlatmadığı ve neyi arayıp, neden kaçınması gerektiğini ona göstermediği takdirde tehlikeden uzak kalamaz.”

Sokrates’e göre ise her şey okurda başlıyor, okurda bitiyor. Yazı, sabit ve her okunduğunda bir tekrar bulunuyorken, yazılan hakkında “soru sahibi” okur, yazıya ilave bilgi, anlam, yorum, not veya kritik metni çıkarabilir. Manguel, kitabında Dr. Merlin C. Witrock’un şu kritiğine de yer veriyor:

“Metni anlamak için kelimenin en sade anlamı ile yalnız okumayız. Ona bir anlam da inşa ederiz. Okurlar metne katılırlar. Anlamı temsil edecek görüntü ve sözel dönüşümleri yaratırlar.”

Okurun rolünün üretici, hatta düşünmek kadar karmaşık bir eylem süreci olduğuna işaret eden Witrock yanında, okumanın nasıl gerçekleştiği, “yazının ipuçlarının çizgilerle ima ettiğini görülebilir hale getirmek.” şeklinde İbn-i Heysem’e ait tercüme cümleden de takip ediyoruz.

Daha ileri gidilecek olursa İbn-i Heysem, “görme”nin nasıl gerçekleştiğini, Eski Yunan’dan başlayarak kurcalamaya başlayan Rönesans adamlarına yaklaşık 400 yıl önce söylemiş: “İbn-i Heysem’e göre dış dünyadan gelen algılar bizim düşünme yeteneğimizden kaynaklanan ve bilinçli olarak yapılmış bir sonuç çıkarma eylemini içerir.” Yani “ışık” dediğimiz şeyin kaynağının, bazı bilimcilerin iddia ettiği gibi dış dünyada değil, gözde mevcut olduğu kesinleştirilmiş. Bilinç dediğimiz “aydınlanma” durumuyla eş zamanlı gerçekleştiği anlaşılan bu ‘olay’ın “perde arkası” ise, başka perdelerle karşılaşabilecek “okuyucu”yu bekliyor.

Prof. Dr. S. Seyfi Öğün’den Notlar
“Kur’an-ı Kerim’de “oku” emr-i ilahisine dikkat çekerken, İbranice bilen tek bildiği ilahiyatçı olduğunu söylediği dostundan, Salih Akdemir’den bahseden Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, onunla bir sohbetinde “İkra” lafzının “oku” şeklinde çevrildiğini fakat miladi 7. Asra kadar bu lafzın semantiğinin “oku” olmadığını öğrendiğini söyledi. “Peki nedir anlamı?” diye sorduğunda ise, “anlat demektir” cevabını aldığını anlatmıştı. Geçen hafta Prof. Öğün’ün, “Okuma Kültürünün Geliştirilmesi Çalıştayı” açılış paneli konuşmasından paylaşacağımı belirttiğim notlarla bitiriyorum:

“Bunun insanlık tarihi uzun yüzyıllar kitapsız, kitab insan hayatına girdiğinde ise son derece sınırlı çevrelerin elindeydi. İlahiyatçı dostumun bu iddiasının yabana atılamayacağını düşünüyorum. Kitaplı tarihlere kadar şifahi, yani söz ile insanlar ihtiyacını telafi etmekle yetiniyordu. Gerçekte “Okur insanlar” hayatın azınlığını, büyük çoğunluk ise kitaptan bihaberler oluşturuyor. Ayrıca kitap kelamı zaptu rapt eder. Günlük hayatta ise sapmalar görülür. “Ortodoksa” doğru bilgi anlamına gelirken, “heterodoksa”; gelenek ve diğer bilgi unsurlardan oluşur. Kitab “nurlu bilgi”yi barındırırken onu reddedenler cahil, dolayısıyla karanlık diye adlandırılıyordu. Ruhban sınıfının “literati” ünvanı zamanla modern entelektüele evrilirken ise, matbaanın icadıyla modernleşme kitabı ucuzlattı, kolaylaştırdı, böylece “herkes okumalıdır, öğrenmelidir”e gelindi. Hakikat ve bilgi, ruhban otoritesinin eğilimi değiştikçe “literati”nin hakikat-bilgi ilişkisini yorumlayan entelektüeller belirdi. İşte Fransız aydınlanmasının Ansiklopedistleri, eski rejimi geçmiş, bilgisizlik, kitapsızlık, cehaletle özdeşleştirdi ve “aydınlanma”yı ilan ettiler. Böylece hakikat dünyevileşti, tanrı yerine insandan sorulur oldu. Fransız aydınlanmasının okur-yazar tipi, püritan tipi olarak kiliseyi aradan çıkardı, ruhban sınıfını reddetti, tanrıyı insanın içine koydu. Kitap meselesi bunlara göre tanrıyla başbaşa kalma, çileli bir hadisedir. Modern entelektüeller, bu çileyi başardıktan sonra hakikate doyar, egosu şişmeye başlar ve tanrıdan rol çalarlar. Tüm bunlar demokratikleşme adına olurken herkes okusun, yazsın diye yaygınlaşır fakat bunda samimiyet kaybı muhakkaktır. Oysa herkesin Sartre olduğu dünyada Sartre mahvolur. Sartre’a okuyucu lazım. Peki nasıl bir okuyucu? İşte bütün mesele, sürecin sanıldığı kadar demokratik olmadığı, nüfuz artırımı ile ilgili olduğu ve tanrıdan rol çalan bir zümrenin çeşitli estetik ve hafifletici muameleleri de olsa, baskı kurdukları dünyanın nesnesi olarak okuru görmekte olduğudur.”


Baran Dergisi 588. Sayı