II. Dünya Savaşı sonrasında savaşın galip ülkeleri tarafından siyasi sistemin hegemonya altına alınması ve sistemde oluşabilecek yeni çatlakların önlenmesi amacıyla 1945 senesinde devletler üstü bir örgüt olan Birleşmiş Milletler kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler’in “dünyada barış ve güvenliği sağlamak, uluslararası ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliği oluşturmak” amacıyla kurulduğu belirtiliyor. Asıl amaç ise Kuzeybatı’nın dünya sistemini hegemonyası altında tutma ve kendi menfaatleri çerçevesinde dünya siyasetine yön verme çabasıdır. Bu çabanın son altmış yıldır en önemli mekanizmalarından biridir Birleşmiş Milletler… Bunun böyle olduğunu dünya sayısız kere tecrübe etmiştir.
Örgüt, yapısal olarak Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslar arası Adalet Divanı gibi idari bölümlere ayrılmıştır.
Bu bölümler arasından özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısı, dünyanın egemen güçlerinin sistemi elinde tutmak için oluşturduğu yapının aynası niteliğindedir. 15 üyeden oluşan BM Güvenlik Konseyi’nde 10 üye dönemsel olarak değişirken, 5 de daimi üye vardır. Bir kararın çıkması için 9 üyenin kabul oyu vermesi yetmemekte, 5 daimi üyenin, yani ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’den herhangi birisinin red oyu kullanmaması veya "veto hakkını" devreye sokmaması gerekmektedir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, dünyadaki siyasi ortama ve hadiselere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin inisiyatifinde müdahale edilir; böylece konjonktür bu ülkelerin çıkarları çerçevesinde şekillendirilir.
*
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve SSCB’nin güç mücadelesi çerçevesinde ideolojik bir çatışma şeklinde tezahür eden Soğuk Savaş’ın insanları tutan bir yönü vardı. İki egemen güç etrafında bir sistem ve diğer devletlerin bu iki devlet etrafında kutuplanışı… Hadiselerin nasıl şekilleneceğinin önceden tahmini kolaydı. Ve hadiseler, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi üyesi olan bu iki süper güç tarafından yönlendiriliyordu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ABD tek süper güç konumuna geldi. Diğer taraftan, bu süreçte dünya siyasî ve iktisadî açıdan belirsizliğe doğru sürüklenirken güç dengeleri açısından da büyük değişimler meydana gelmiştir. Bu belirsizlik sürecinde bir takım ülkelerin sivrilerek güç kazandığını ve ABD’nin mutlak hakimiyetinin sarsıldığını; ABD’nin hâlâ iktisadî, siyasî ve askerî açıdan en güçlü devlet statüsünde olsa da eski "mutlak hakimiyet" pozisyonunu, karşısında oluşan güç dengeleri sebebiyle koruyamadığını görüyoruz.
Bilhassa 2000’lerin ilk on yılında dünyanın siyasî ve iktisadî ekseninin Batı’dan Doğu’ya kaydığını görmekteyiz. Burada ABD ve AB'nin tüm kurumlarıyla siyasî bir çıkmaza ve iktisadî bir buhrana girmesinin payı da büyüktür.
*
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan BM Güvenlik Konseyi’ndeki adaletsizlikten dem vurarak bunun düzeltilmesini ve BM’de bir reforma gidilmesi gerektiğini belirtti.
BM, Batı’nın egemen güçlerinin (ve belli bir güç dengesi içinde bu egemenlik sahalarını bir nebze bölüştükleri Rusya ve daha sonra Çin'in) dünyanın iktisadî ve siyasî sistemini elinde bulundurmak için kurduğu bir örgüt olduğuna göre, Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinin bu örgütün çatısı altında istediklerini elde edemeyecekleri malumdur.BM'de reform beklemek, reform yapılsa bile BM sistemi içerisinde yapılacak değişikliklerden İslam ülkelerinin tam istiklal sahibi kılacak bir terkib çıkmasını beklemek safdillik olur.Sadece bir takım statü değişiklikleri, dünya hegemonyasının bu güruhtan alınmasını sağlamaz. Aksine sisteme entegrasyonu daha da pekiştirir ve Batı normlarına dayalı sisteme tam entegre bir devlet yapısı da bırakın Müslümanlara fayda sağlamayı, bilakis daha akim neticeler doğurur. Diğer taraftan, zaten sistemin hakimi olan devletlerin kendi çıkarlarından taviz vermeleri de beklenemez.
Tam bağımsızlık kazanmak ve sistemde söz sahibi olmak, mevcut Batı normlarını süzgeçten geçirerek, İslâm’a ve öz kültürümüze aykırı olan Batı normlarından arındırılmış ve kendi kaidelerimiz ile temellendirilmiş yeni bir rejimin öncülüğünde bir "devletler üstü" organizasyon ile BM’nin karşısına alternatif bir güç ve sistem olarak çıkmakla mümkün olabilir.
*
Öyle bir süreçteyiz ki, güç dengeleri sürekli bir değişim içerisinde ve dünyanın siyasî ve iktisadî güç ekseni yukarıda da belirttiğimiz üzere Batı’dan Doğu’ya kayıyor. Batı, saplanmış olduğu bataklıktan kurtulamıyor ve bu değişimi engelleyemiyor; bu da Batı’nın çıkmazı olsa gerek.
Gücün, tekrar kaydığı Doğu’nun asli mekanı Müslüman coğrafyasına baktığımızda ise dünyada böyle bir belirsizlik dönemi yaşanırken ve Batı çıkmazdayken, yüzyıldan fazla süredir esaret altında olmanın getirmiş olduğu psikoloji ile olsa gerek sisteme karşı zihinlerdeki prangaları atamamakta ve Batı normları ve Batı’nın sistemi içerisinde Batı’ya karşı olma durumundan öteye geçememektedir.
*
Buraya kadar söylediklerimiz, durumu teşhis ederek, başta memleketimiz olmak üzere Batı dışında kalan tüm devlet ve milletlerin nasıl bir çıkmaz içerisinde olduğunu işaretlemek çerçevesindeki hususlardı
*
Türkiye’nin yapması gerekene geldiğimizde ise, ilk olarak rejimin işaretlediğimiz şekilde yeni fikirler ile yapılandırılarak, dünyanın siyasî sistemindeki çatlağın kocaman bir yarık hüviyetine bürünmesini sağlamaktır. Bu çerçevede çalışmalar yapılmalı ve bununla beraber diğer Müslüman ülkelere bu çerçevede misal ve önayak olunmalıdır.
Birleşmiş Milletlere, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak karşı olmak yerine (ki BM’nin mevcut yapısı içerisinde bunu bile yapmak imkânsız) alternatif bir yapılanmaya gidilmek için çalışılmalı, nasıl Avrupa Birliği Bakanlığı var ise İslâm Ülkeleri ile İlişkileri Geliştirme çerçevesinde bir bakanlık kurulmalıdır.
İslâm Konferansı, İslâm Ekonomik Birliği gibi organizasyonlar Batı hegemonyasından kurtarılarak, somut adımlarla Müslümanların çıkarını gözetecek bir yapıya büründürülmelidir. Zaten ham madde ve doğal kaynaklar bakımından Doğu’nun zenginlikleri olmasa Batı’nın kendisini kalkındıracak bir zenginliğe sahip olmadığı malûm. Bu çerçevede gerekirse büyük bir risk gibi görünse de global sermayeyi çekme çabalarından imtina edilmelidir. Bu ülkemizi gerçekten bağımsızlığa götürecek en önemli adım olacaktır.
Bu adımların atılması ve tam bağımsızlığa kavuşmak için zincirlerin kırılmasının tam vakti… Koşullar hazır, gerekli olan tek şey zihni prangadan kurtulup cesur adımları atabilmekte…
Dünyaya iz bırakmak isteyen lider, işte bu adımları atacak kişi olacaktır.
 

Baran Dergisi 305. Sayı