Roma hukukunun “seküler” Batı tarafından bu kadar sevilip baş tacı edilmesinin sebebi, satıhçı dünya görüşlerine uyan bir teferruatçılık anlayışını esas almasıdır. Bu anlayışın denetim mekanizmalarının menşei manevî değil, maddîdir. Roma hukuku, aslında, ezen-ezilen münasebetinin, devlet ve cemiyetin geçirdiği muhtelif bunalımların neticesinde yeni dengelerde karar kılması ile pıhtılaşmış bir hukuk düzenidir. Ama aynı Roma hukuku, iş hayır kurumlarına gelince bir anda suskunlaşıvermektedir. Batılı hukuk bilginleri, Batı’da şu an mevcut vakıf kurumlarını zorlama yorumlarla hukuken Roma’ya nisbet çabalarının beyhûde olduğunu anlamışlar ve bu kurumlara, tabii İslâm olmamak üzere, başka istinad noktaları aramaya başlamışlardır. Hâlbuki Roma hukukunun egemen olduğu milattan önceki dönemlerde, ondan çok daha insanî hukuk sistemleri vardı ve birçok konuda Romalıların önündeydi. Her bir Romalının kendi adını ebedileştirmek adına birçok hususu kayıt altına almış veya aldırmış olması, onları bugün bize bilinir kılıyor. Roma’nın diğerlerinden en büyük farkı budur.
Sırlarla dolu bilinmeyen çağlardan gelen tevhidî bir hayat telakkisinin gitgide yozlaşıp her manevî güç odağına “ilahlık” atfına doğru kıvrılması, dünyadaki tüm toplulukların bir nevî ortak hikâyesi olagelmiştir. İnsanlık tarihi, öyle düz bir hat üzerinde yürüyen, “ilerlemeci-progresif” bir rota izlememektedir. Kimi zaman yukarı, kimi zaman da aşağı yönde bir seyir takib etmektedir. Bizim tarih anlayışımızın merkezinde, insanın yeryüzündeki gerçek memuriyeti olan “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluk”unu ifa etme çabası bulunmaktadır. Bütün değerlendirmelerimiz bu merkezden.
Her bir ferd, çevresini merkezî bir nefs/ego hüviyeti etrafında ve onun gözü ile nesneleştiren ve o şekilde algılayan bir canlıdır. Buradaki çevre, insanın kendi öz benliği dışındaki her şeydir; kendi bedeni de dâhildir çevreye. Kendini kuşatan çevreye insan “mecburen” bir anlam verirken, aynı zamanda o çevre tarafından oluşturulmaktadır. İbda Mimarı’nın “Dil ilk insanla vardı” ve “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” terkibî hükümlerinin bütün beşerî oluşları eksiksiz bir şekilde açıkladığını sürekli ifade etmekteyiz. Kendisini kuşatan çevrenin ferdin gerçek insan vasfını kazanmasındaki hâkim mevkii, insanın bir “bildiren”e muhtaç oluşuna işaret etmektedir. Ferd, kendisini ve çevresini izah edip konumunu netleştirerek mutmain bir şekilde yaşamak ister. Diğer taraftan, her izahın başka bir izahı ve nihayetinde izahsızlığı da beraberinde getirmesinden dolayı, “izahı kendinde olan bir müteâl varlığa” da ihtiyaç duyar. Bu varlık ile kendi öz benliğinin çevresinde oluşturduğu daireyi ikmal eder. Bu müteal varlığın, izahsız boşlukları dolduran, gerektiğinde ferde manevî bir sığınak sağlayıp manen ve maddeten açıklığa kavuşmuş bir dünyada ruhen huzurlu bir şekilde yaşamasını temin eden bir fonksiyonu vardır. Modern dünyadaki ferd ile, insanın bu en temel hususiyeti cihetinden, en ilkel kavimdeki bir kişi arasında çok büyük bir fark yoktur.
Roma cemiyetini oluşturan ilk Latinler, muhtemelen Avrupa’nın kuzeydoğu cihetinden güney batı istikametinde ilerleyen Hint-Avrupa menşeli topluluklardan mürekkepti. Geçen sayımızda, sadece tanrı tasvirlerine bakarak bile bu toplulukların aslı tevhid olan bir inançtan uzaklaşarak sapkın bir din hâsıl ettiklerini söylemiştik. Dinleri, göçmen kavimlerin birçoğunda görüldüğü üzere, muhtelif manevî ve tabiî kuvvetlerin bağımsız birer güç sahibi oldukları inancına dayanmaktaydı. Rast geldiğimiz diğer benzeri doğu dinleri gibi Latin dini de, mistik unsurlarla bezeli basit bir inanç sistemiydi. Her ne kadar gelişimi esnasında karşılaştığı diğer medeniyetlerden kendisinde bulunmayan daha mücerret inanışlar ithal etmiş olsa da, Latin dini aslî hüviyetini Roma tarihi boyunca korumuştur. Roma ortadan kalktıktan sonra bile Romalıların din anlayışı diğer Avrupalı kavimlerde devam etmiştir. Bu durumun sebeblerini burada izah etmemiz zor ancak şu kadarını söyleyelim ki, Romalıların da dâhil olduğu Batılı milletler, bilinen tarih içerisinde ciddi bir nebevî terbiye almamış ve dolayısıyla ruhî melekelerini çok geliştirememiş insan topluluklarıdır.
Ana konumuz olan vakıf benzeri kurumların Roma’daki vaziyetine dönelim ve kaynak olarak sıklıkla başvurduğumuz Bülent Köprülü’nün “Tarihte Vakıflar” isimli makalesinden Roma’daki vakıf benzeri kurumların hukukî durumuna bir göz atalım:
“Roma hukukunun ilk devirlerinde vakıf müessesesi mevcut değildi. Hukuk sahasında çok mütekâmil bir durumda bulunan Romalılar, bidayette bu müesseseyi pratik sahaya, yani örf ve âdete istinad ettirmişlerdi. Bu bakımdan hukukun amelî imkânlarından faydalanarak hayatta ve ölüme muallâk almak üzere vasiyet ve bağışlama muamelelerini tavsit eylemişlerdir. Vasiyet tarzında vakıf ise ancak Roma’nın en uzun devri olan Cumhuriyet devrinin sonlarına doğru tahakkuk edebilmiştir.” (Bülent Köprülü, Tarihte Vakıflar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1951, Cilt 8, Sayı 3-4, ss. 479-518.)
Vakıf tarzı hayır kurumlarının başlangıçta gelişmemesinin arkasındaki sebebleri, Roma’da bu tür yardımlaşma faaliyetlerine insanları sevk edecek bir dinî inanışın bulunmaması ve güç ve menfaat odaklı bir dokuya sahib cemiyetin ihtiyaç sahiblerine desteği hor görmesi biçiminde sıralayabiliriz. Fakat zamanla cemiyet genişleyip farklı unsurları içine aldıkça, içtimaî doku ve istikrarın korunmasının yolunun sosyal yardımlaşmadan geçtiği anlaşılmış ve tamamen pratik ve dünyevî sebeblerden ötürü bu tür faaliyetlere girişilmiştir. Elbette tek tek insanların iyilik yapmak isteklerinin bu tür faaliyetlerdeki tesirini inkâr mümkün değil, ancak Roma cemiyetinin genellikle yardım işlerini dünyevî gayelerle yerine getirdiğini gözlemlemekteyiz. Bilhassa Cumhuriyet devrinde belli makamlara gelmek maksadıyla yardım işleri yapmak, vakıf benzeri yapılar tesis etmek zengin sınıfların sıkça başvurdukları usûllerdendi. Fakat meselenin bu cihetine geçmeden Bülent Köprülü’nün Roma’daki vakıf benzeri kurumların hukukî mahiyetini anlattığı makalesinden yaptığımız iktibası sürdürelim:
“Romalılar hayır işlemek ve yardım gayesini tahakkuk ettirebilmek için mallarını bir korporasyona, bazen site, vici, pagi, kollej (lonca) gibi müesseselere vasiyet veya hibe ediyorlardı. Zamanla bu kabil vakıflar çoğalmış ve Roma devleti vakfı yapanın gayesinin tahakkuku hususunda bu müesseseye müdahale etmek zaruretini hissetmiştir. (Bu yüzden) şehirler lehine yapılan vakıfları murakabe için ‘curateur rei publicae’ ismini taşıyan bir nevî kayyum tayin olunmuştu. ‘Condiciones donationibus adscuriptae’ tesmiye olunan bu murakebe, Markus ve Locius’un isdar eyledikleri (yayınladıkları) bir iradeden anlaşılmaktadır.
Yukarıda işaret olunduğu üzere bu kayyumların murakabe salahiyeti ancak şehirler lehine yapılan mükellefiyetli hibelerin tamamiyetini ve mükellefiyetlerin tahakkukunu kontrolden ileri gidememekteydi. Hususî korporasyonlara yapılan bu kabil teberruların mevhûbunlehe (yardım edilen kişi) vâhib (yardım eden kişi) tarafından tahmil olunan mükellefiyetin yerine getirilmesi hususunda vaziyet başıboş bırakılmış değildi. Burada vâkıf, hibe veya vasiyetini yaparken mevhûbunlehin şart olunan mükellefiyeti yerine getirebilmesi için ‘multa’ denilen müeyyidenin tatbikini istemek salahiyetine haiz bulunmaktaydı. Böyle bir müeyyide neticesi olarak, lehine hibede bulunulan korporasyondan vâkıfın malları geri alınabilmekteydi. Geri alınan bu mallar, teberruu yapan kişinin mirasçılarına verilmekteydi.
Her ne kadar multa adını taşıyan bu müessese, vâkıfın lehine teberrûda bulunulan şahıs üzerinde bir müeyyide olarak tezahür etmekteyse de, vakfın gayesini temin ve idame hususunda herhangi bir tedbirin ittihazını temin imkânına malik bulunmuyordu. Zira korporasyonlardan hibe olunan mallar geri alınıp da mirasçılara iade olununca, vakıf münasebeti ortadan kalkmaktaydı. Bu mallar artık mirasçıların kullanımına girmekteydi.
Görülüyor ki, Roma hukukunda vakıf müessesesi pek iptidaî bir karakter arz etmekte ve gayesini daimî ve inkıtasız bir şekilde tahakkuk ettirebilecek etraflı ve esaslı unsurlardan mahrum bulunmaktaydı.” (B. Köprülü, age)
Vakıf benzeri kurumların fonksiyonel açıdan Roma cemiyeti içinde üstlendiği rolü ve diğer çağdaşı medeniyetlerdeki benzeri kurumlarla bu kurumların mukayesesini gelecek sayıya bırakıp, Ahmed Akgündüz’den yapacağımız bir iktibas ile Roma vakıflarının hukukî vaziyetini tasvir işini tamamlayalım:
“Roma hukukunda vakıf müessesesi ilkel bir özellik arz eder. Amacını sürekli ve kesintisiz gerçekleştirecek bir vakıf müessesesine ilk dönemlerde hiç rastlanmaz. Sadece eski Yunan hukukunda olduğu gibi vasiyet ve bağışlama tasarrufları vakıf yerine kullanılagelmiştir. Kısaca ilk dönemde Roma’da vakıf hukuku hiç gelişmemiş, ancak Hıristiyanlığın yayılmasından sonra gelişmeye başlamıştır.
(…) Romalıların tahsis edilen mallara mukaddes eşya (res sacrae) veya dinî eşya (res religioaso) adını verdikleri ve bunların üzerinde mülkiyet veya herhangi bir aynı hak tesisine müsaade etmedikleri bir gerçektir. Ancak Roma ve Bizans’ta görülen bu tarz tahsisler, İslâm hukukundaki sadece “tahsisât kabilinden vakıflarla” benzerlik arz etmektedirler. Hükmî şahsiyete sahib oldukları da tartışmalıdır.” (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 59)
Gelecek sayı Roma vakıfları bahsine devam edeceğiz.