‘Zıtlar birleşseler ayrılmazdı’ hikmetinden mülhem zıtların varoluşu ve yaratılışı ilahî takdir gereğidir. İnsanlık bu mânâda ilahî rıza istikametinde istikrar ve tercih sahibi olma mesuliyet ve memuriyeti altındadır. “Mü’min ve kâfir, iman ve küfür”; ilk ayrım bu takdir neticesi ortaya çıkmış ve ardından içe doğru derinliğine oluş, dışa doğru bedahet ifade edercesine kendisini ilan ediş ve belirişle zuhur etmiştir…
Bu belirişin ardından insan; “Sen kimsin?” ve “Nereden geldin, nereye, NASIL gitmeyi planlıyorsun?” sorusuna cevab mahiyetinde dinen, ilmen, cismen ve edeben kırmızı çizgileri ortaya koyarak cevab vermeyi kendine ön şart bilmiş. Nihaî noktada iyi insanı diğerlerinden ayıran kırmızı çizgiler mevcut değilse, ortada ‘iman sahibi’ olarak ‘iyi doğru güzel’ yoktur. Demek mü’min olabilmenin baş şartı bu kırmızı çizgilere sahip olmakta yatıyor. Peki, bu kırmızı çizgiler nedir? Ne olmalıdır? Uzunca bir mezhepler tarihi anlatımı yahut tartışması yapmaya yazımız müsait değil. Bu sebeble malûmu ilâm hâlinde derinlemesine araştırma yapmak isteyenleri ilgili eserlere havale ederek, başın başında mührümüzü, kırmızı çizgilerimizi ilan edelim; pazarlıksız Allah ve Resulü diyenlerin cemaati, yani Ehli Sünnet ve’l Cemaat bizim kırmızı çizgimiz…
Ehli Sünnet ve’l Cemaat, insanın dünyadaki yolculuğunu ilahî rıza doğrultusunda yapabilmesinin ve sağ salim ahirete ulaşabilmesinin yol haritasıdır. Hal böyle olunca dış çerçevesi kırmızı çizgilerle işaretlenmiş bir bütün söz konusu. Bu bütün içerisinde dilediğince arama serbest.
Bu kırmızı çizgilerden bir kaçını sıralayacak olursak; “Allah’a cismani özellikler atfetmemek, Kur’an tahrif edilmiştir dememek, Peygambersiz bir din hayali kurmamak, Sahabe gıybeti yapmamak, Sahabe’den bir kısmını yüceltirken diğerlerini küfür ile itham etmemek, kaderi inkâr etmemek, Ehli Sünnet âlimlerini tekfir etmemek ve onlara Yahudileşmiş iftirası atmamak, Müslümanların kanını ve canını helal bilmemek, hele hele küfür ehli ile birlik olup kundaktaki bebekten 70’lik ihtiyara kadar insanları katletmemek. (Haşa) hakkında ayet olan Hz. Aişe validemiz hakkında suizan beslememek, kendi mezhepleri dışındakileri habis, küfür ehli olarak bilmemek”.
Evet, bu kırmızı çizgiler kitlelerin zihninde neredeyse ortadan kaldırılmak üzeredir. Ve batının ‘insan hakları, demokrasi, eşitlik, özgürlük’ diye diye kendi sömürüsünü perdelediği kavramların bir benzeri bugün Ehli Sünnet Müslümanlar üzerinde İran merkezli Şii güruh tarafından ‘Vahdet, birlik, ittihad, Ümmetin kardeşliği, Ehli Beyt, İslâm Devrimi’ kavramları ile yürütülmektedir. Bu kavramlara muhatap olan ve Şiileşmiş yahut Şii güruh tarafından kuşatma altına alınan kitleler, bir müddet sonra (Kemalist ve batılılaşmış sistem nedeniyle zaten zayıflamış olan) inançlarının içinin boşaltıldığını bile fark edememekte, Şii olmadan ve Şiileştiğini fark etmeden kendini Müslüman sanarak hayatına devam etmektedir. Ancak ne İran ne Şii hareketler ‘kurtarıcı fikir edası ile’ kurtardıklarını(!) rahat bırakıp gideceklerdir. Bir misyoner kafası ile hareket eden Şii örgütler ve İran, bölgesel ilerleyişlerinde ve işgallerinde kendilerine yönelebilecek tepki hareketlerini kırmakta, planlı ve programlı bir şekilde en önemli rakibi Ehli Sünnet ve’l Cemaati ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bugün Anadolu başta olmak üzere Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da, Yemen’de yaşanan budur. Ve Anadolu’yu başa almamızın sebebi Şiiliğin Anadolu’da silahsız ve cephe kavgası olmadan rahat bir şekilde Yemen’den, Lübnan’dan ve Suriye’den daha hızlı ilerlemesi ve daha fazla verim almasıdır. Bu bir abartı değildir. Derdi İslâm olan, derdi Ehli Sünnet ve’l cemaat olan dönsün baksın; binlerce dernek, cemaat, gazete, dergi, tv ve parti’ye kimler nasıl sızmış, kimler nelerin peşinde ve bu sızan kişiler kitleleri kimlerden uzak ve kimlere yakın tutuyor? Yine aynı dert sahipleri dönsün baksın; kendilerine Ehlisünnet diyenler nasıl bir akıl tutulması yaşıyorlar ve nisbetsizliğin ve dolayısıyla istikametsizliğin getirdiği savrulmalar ile peşlerine taktıkları kitlelerin imanlarını nasıl zayi ediyorlar?
Önceki günlerde kendisini Müslüman bildiğimiz bir parti teşkilatının paralelinde hizmet eden bir vakıf, İran Şii liderlerden Ahmedinecad’ı getirip konuşturdu. Getirip konuşturmakla kalmadı, öyle bir takdim ve sunumla milletin önüne çıkardı ki, sanırsınız gelen Yavuz Sultan Selim veya Fatih Sultan Mehmet ya da ne bileyim Selahaddin Eyyubi falan. İki-üç kişi bu ABD postalı yalayan Şii bozuntusunu protesto edince de oradaki Şii kırmaları pek cevval bir şekilde linçe giriştiler. Ve Esenyurt’ta bir başka etkinlik. Belediye yetkilileri de orada ve benzer bir linç hadisesi de orada vukû buldu. Demek her nerede olursa olsun -sözde demokrasi var ya- çık, İslamoğlu nam (babası müstesna) Dinsizoğlu’nu, “M. Kemal Hafızdır, seyyiddir, (Hz) Ebubekir hilafeti gasp etmiştir” diyen Haydar başıboşu, Ehli Sünnete küfür ve hakaretlerinden dolayı ‘demokratik demokratik’ protesto et, ‘linç’ hazır. Hem de Kemalistleri, solcuları ve diğer farklı cephe mensuplarını görünce kaçacak fare deliği arayanlar, aa bir bakmışsınız bir Müslüman görünce şahin kesilmişler. Sanırsınız hesap görülmeyecek, sanırsınız hesabı kesilmeyecek. Neyin kafasını yaşadıkları meçhul bu tipler ‘İslâm devleti” olduğunu iddia eden Şii İran Devletinin Afganistan ve Irak’ta Müslümanların topraklarını işgal eden Hıristiyan Amerikalılara karşı niçin hiçbir şekilde mukavemet göstermediğini, aksine neden yardım ve yataklık ettiğini söylemez ve sorgulamaz. ABD-İsrail ile birlik olup Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de ve Lübnan’da Müslümanları katletmek midir, mücahidlik? İran’ın bu güne kadar Mısır, Doğu Türkistan, Afrika ve Myanmar’da mazlum Müslümanlar için en küçük bir tepki gösterdiğine şahit olanınız var mı? Var mı ki, geçmiş ‘vahdet, ittihad, kardeşlik’ edebiyatı yapıyorsunuz? Evet, “vahdet haktır, kardeşlik haktır, ittihad haktır” ama PAZARLIKSIZ ALLAH VE RESULÜ DİYENLERLE. Yoksa dinine kalleşlik etmiş, Allah Resulü’nün dostlarını incitmeyi adet edinmiş, Ümmeti arkadan hançerlemeyi prensip haline getirmiş hainlerle değil.
Müthiş bir Şiileştirme hareketi var, emin olun. Küçük büyük birçok dernek, parti ve siyasî grup bilfiil bu işin içinde. Hele hele kendine birçok yere yardım etmeyi vazife bilmiş olan ‘sünni’ bir dernek ise büsbütün işgal altında. En Sünni bilinen dernek ve cemaatlere bile sızılmış durumda. Bunu korkutmak yahut dikkat çekmek için söylemiyorum, işin vehameti anlaşılsın diye uyarıyorum. Paralel cenneti olduk ya, paralel mantıkla bir de Şii Paralele bakmak lazım… Bilhassa İŞİD üzerinden kara propaganda yaparak Şii katliamlarını yağmalarını perdelemeye çalışanlar ‘İŞİD’i gösterip Irak’ta estirilen Şii terörünü, binlerce insanın kafasını kesen, hamile kadınların karınlarını yaran, adı Aişe diye genç kızlara tecavüz eden Şii çetelerin yaptıklarını gündeme getirmiyorlar. İran medyası, yerli İrancı kafalar ve uluslar arası İslâm düşmanı medya birlik olup tek bir ağızdan Sünni katliamını meşrulaştırmaya gayret etmekte ve gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. Bugün her gün yüzlerce kadın ve çocuk Irak’ta ve Suriye’de Şii milisler ve İran ordusu tarafından öldürülmektedir. Uluslararası medya bunu beş-on saniye dile getirmekte ama İŞİD üzerinden Sünni karalamasına saatlerce vakit ayırmaktadır. Yerli İrancılar ve Şii medya-yazar ve yorumcular ise kendileri ‘dindar-İslamcı’ süsü vererek milletin zihnini bulandırmaya ve Ehli Sünnet Camia’yı tepkisizleştirmeye gayret sarf etmektedirler.
Bugün İslâm coğrafyasının başında ki en büyük sıkıntı içteki hainlerdir; İran’dır, Ilıman İslâmcılardır, batılılaşmış Kemalistlerdir, sahte solculardır ve Harici Selefiliktir. İslâm coğrafyası bu pisliklerle uğraşmaktan asıl düşman ABD, İsrail ve diğer mürted habis müttefikleriyle mücadele etmeye yeterli zaman ayıramamaktadır. Kaldı ki içteki hainle verilen mücadele hem asıl düşman hem de bu hainler tarafından Müslümanların birbiriyle iç savaşı, iç çatışması olarak lanse edilerek zulmün, işgalin ve sömürünün devamı sağlanmaktadır. Batı her daim ikiyüzlüdür, her daim hile ve desise peşindedir. Bu coğrafyanın yüzlerce yıllık tarihini okuyan, kültürünü öğrenen ve bölge insanının yaşam biçimini iyi tahlil eden Batı, kime ne kadar düşman kime ne kadar yakın olacağını ve kimin dostluğu ile sömürgesine devam edeceğini çok iyi bilmektedir. Yine bunlar sayesinde İslam coğrafyasını uyutmaya, baskı altında tutmaya ve gerçek anlamda devletleşmesine izin vermeyeceğini de çok iyi bilmektedir. Bu sebeple İran-ABD-İngiltere ve dolaylı olarak İsrail yüzyıllık tartışmasız müttefiktirler. Hedef ve gayeleri; Ehli Sünnet coğrafyasını sömürmek, Ehli Sünnet’in devletleşmesini engellemek ve bütün bunları yaparken de sahte Müslüman örgütler, sanal kutuplaşmalar oluşturmak ve gerçek katliamlar yapmaktan geri durmamaktır. Bugün Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da yapılan budur. Önceki günlerde basına yansıyan haberlerde gördünüz; Şii terör çeteleri yanına alan İran Ordusu ABD eşliğinde Müslüman bir kent olan Tikrit’e saldırdı. Ve İranlı General Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani Tikrit’te ele geçirdiği bazı mevzilerde ABD askerleri ile birlikte poz verdi. Bu tip görüntüler bugünlerde alenî olabilir ancak ihanetleri yeni değil. 1000 küsur yıllık Şii tarihi bu tür binlerce ihanetle doludur. İbni Sebesinden Hz. Ömer’in şehit edilmesine, Selahaddin Eyyubi Kudüs’e yönelmişken Haçlılarla işbirliği yapıp Eyyubileri arkadan hançerlemeye çalışan Fatımilere, Ehli Sünnet düşmanı kuduz kâfir Safevilere kadar.
Diğer taraftan günümüzden birkaç misal zihinleri açıcı olacaktır.
İslam tarihi boyunca 20’nin üzerinde irili ufaklı Şii devleti kurulmuş ve bu devletlerden bir tanesi bile İslâm düşmanı, küfür ehli bir devletle savaşmamıştır. 14 asırdır, yani 1400 yıldır yaptıkları tüm savaşlar Müslümanlara karşı gerçekleştirilmiştir. 1990’lardan itibaren baba Bush’la başlayan körfez savaşı ve sonrasında Afganistan’ın işgalinde İran, ABD’ye destek veren en önemli ülke idi. Bu ihanetin neticesi olarak Afganistan’da Karzai, Irak’ta da Maliki kuklası iktidara taşındı. Bugün ise olan biten ortada; bilhassa Irak’ta neredeyse Sünni cami ve aşiret kalmayacak. Öylesine bir soykırım ve yağmadan geçirdiler ki ülkeyi, firavun ellerine su dökemez
Bu sıkıntıların en önemli kaynağı Ehli Sünnet’in devletsiz oluşu, başsız oluşudur. Bugün Ehli Sünnet’in bir devleti yoktur. Ehli Sünnet bugün devlet olmuş olsaydı, kimse bu kadar cesur, bu kadar pervasız olamaz ve İslâm coğrafyası böylesine kan gölüne dönmezdi. Hıristiyanların (ABD, Rusya, İngiltere), Yahudilerin (İsrail), Şia’nın (İran), Vehhabinin (Suudi Arabistan), Nusayri’nin (Suriye), Hinduizm’in (Hindistan), kısmen Kıpti’nin bir devleti var ama İslâm’ın, Ehli Sünnet Ve’l Cemaatin bir devleti yoktur. Hıristiyan dünyasını temsil eden bir Papalık ve Vatikan diye özel bir devlet vardır. Ama İslam Ümmetini temsil eden bir remz şahsiyet, bir Halife, bir devlet yoktur. Ümmet devletsizdir, Ümmet başsızdır.
Diğer taraftan bu yokluğa binaen AÇIK ve NET olarak İBDA dışında bunun mücadelesini SİSTEM çapında yapan da yoktur. Mütefekkir’in deyişiyle; “Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak «Ehl-i Sünnet» itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek «sistem» terkibidir!..” (Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, 115)
Yazımızın başındaki ifade “kırmızı çizgiler” bir nevî İslâm’a Muhatap anlayış davası. Bunun eksikliğidir ki, neyi aradığını bilememenin ızdırabı ile kitleler oradan oraya savruluyor. İbda Mimarından öğrendiğimiz veçhile “İnsan aradığının ne olduğunu bilmiyorsa, bulduğunun da ne olduğunu bilemez.” Nesiller kayboluyor, ehil olmayan ellerde yitip gidiyor. Ne bulduğundan, elindekinin ne olduğundan, ne işe yaradığından habersiz her bir kafa kendisinin doğru olduğu zannı ile ‘yobazlaşarak’ bu olamayışı sürdürürken, daha meselenin ne olduğunu bile bilmiyor. Kendisinin ‘meselesiz’ olduğunun idrakinde bile olmayan bu sözde dava adamları, nesillerin emeklerini heba etmekte, enerjilerini tüketmekte ve hem imanlarını hem de amellerini zayi etmektedirler. Ve üstelik bu durum sadece Anadolu’da değil, İslâm coğrafyasında, hatta topyekûn dünya da mevcut. Bir çöküş var; fikren, zihnen, idrâken ve ahlâken. Fikir üretilemiyor, insanlar kendilerini yenileyemiyor, eğlencenin ve sanal muhalefetin getirdiği morfin etkisi ile zamanını öldürüyor. İnsanlık morfinlenmiş gibi derin bir uykuya dalmış. Önünü göremiyor, hakikate gözleri perdelenmiş düştüğü çukuru idrak edemiyor. Bu durum hem emperyalist çıkarlar hem de Şii çıkarlar için geçerli. DÜNYA BU İKİ KANSER HÜCRESİNDEN, İRAN ve ABD-İSRAİL HABİS URUNDAN KURTULMAK İSTİYOR. Ve bu habis urun deşilerek atılması için büyük bir operasyon ümidiyle kahramanını-doktorunu bekliyor.
Yazımızı İbda Mimarı’nın tesbiti ile noktalayalım; “Gerçek bir İslâm inkılâbı Türkiye’den bekleniyor… Dışarıda İslâm ülkelerindeki hareketler, her şeyden önce bir arayış ve ihtiyacı gösteriyor. Halkı Müslüman, bir avuç küfür idarecisi… Veya gerçek İslâm inkılâbını temsil etmez devletler… Burada bir batılı yazarın tesbitini hatırlatmak yerinde olur… Diyor ki, “bugünkü Avrupa’yı var eden husus, İslâm’a mukavemet ve İslâm’ı taklittir”… Bugün Avrupa’nın İslâm’a mukavemeti söz konusu değil, çünkü boyunduruğu altına almış. Taklide gelince; ortada taklit edeceği bir şey yok… Yani bir nevî İslâm ülkelerindeki çöküş bugün onların da çöküş sebebi; hâlleri tersinden hakikatin İslâm’da olduğunu gösterici!..” (Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır, 170)
Baran Dergisi 427. Sayı