Yolda birisi karşınıza çıksa ve size son derece ağır ifâdelerle sövse, ne yaparsınız? Bu bir anket için değil elbet, bu suâl, İsrail’in bütün İslâm Âleminin gözünün içine baka baka sövecek kadar pervasızlaşmasının neticesinde ne hissettiğinizi kendi kendinize anlatmanız adına sorulmuş bir soru. Normal şartlarda birisi size bu şekilde sövse, siz karşılığını verirsiniz. Birileri size bu şekilde sövse, gücünüz yeterse tek başınıza siz, yetmezse birilerini yanınıza alıp karşılık verirsiniz. Peki, ya bir devlet çıkıp en ağır ifâdeleri kullanıp gözünüzün içine baka baka sövse ne yaparsınız? İşte o zaman, dönüp kendi devletinize bakar, devletinizden varoluş gayesinin gereğini yapmasını beklersiniz.
Allah Resulü’nün Miraç gecesi Sidret'ül Müntehaya yükseldiği yere Yahudi’nin askeri pervasızca giriyor, oradaki Müslümanlara etmediğini bırakmıyor ve daha nicesi… Herkes görmüş, izlemiştir herhâlde…
Gelelim asıl meseleye, suç kimde? Yahudi Devleti bu cüreti nereden buluyor? Bize göre onların hiçbir suçları yok. Ölüm Odası B-Yedi adlı eserde Kumandan Salih Mirzabeyoğlu diyor ki:
• “ÜSTADIM: Yahudi, tarihte KAVİMLERİN EN İSTİDATLISI ve kol kol Peygamber halkasına çerçevelik etmiş olan İSRAİL OĞULLARI’nı değil, bu asil soy içinde apayrı ve hain bir şubeyi temsil eder. Yahudi, İSRAİL OĞULLARI’na yataklık eden mücerret ruhun içinde, tamamıyla ters tarafından tecelli edici bir küfür nefsaniyetinin şubesi olarak git gide dölleşmiş, İSRAİL OĞULLARINI SİLİP SÜPÜRMÜŞ ve insanlığın damarlarına mikrob gibi yerleşmiş bir hıyanet nesli…”*
Bu kavmin niteliklerine bakacak olursak, bizim onların yapıp ettiklerine kızmamız söz konusu bile olamaz. İnsanlığın yüzkarası olduğu zaten ilân edilmiş bir kavmin mensublarının hadlerini bilmiyor oluşları onların kabahati değildir. Burada gerçek kabahatli olan onlara layikiyle haddini bildiremeyen bizleriz. Öyleyse evvelâ bu yüzkarası kavme haddini bildirecek liyakate ermek gerekiyor, ardından zaten bu liyakatin tabiatı gereği gereken yerine getirilecek ve insanlığın utanç yükü durumundaki bu kavmin haddi bildirilecektir.
Bu girişten sonra İsrail’in konjonktürel bakımdan durumuna bir göz atalım ve mevcut siyasî durumu genel bakımdan ele alarak Türkiye’nin önündeki fırsat ve zorlukları değerlendirelim.
Akdeniz Birliği
13 Temmuz 2008 senesinde, kendisi de Yahudi olan Nikolas Sarkozy döneminde Fransa’nın önderliğinde kurulan bu birlik, Avrupa Birliği’nin ikinci kuşak çalışması olarak değerlendiriliyor. Avrupa Birliği ülkeleri ile beraber Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri kapsayan bu birliğin üyeleri arasında Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Moritanya, Suriye (2011 tarihinde üyeliği askıya alındı), İsrail ve Türkiye gibi ülkeler bulunuyor.
Birliğin kuruluşunun temel saiki, Ortadoğu’da bir başına kalan İsrail’i bu yalnızlığından kurtarıp, önce Akdeniz Birliği’ne ardından da Avrupa Birliğine almaktır. A.B.D.’nin binlerce kilometre öteden gelerek İsrail’in güvenliğini sağlamaya çalışmasından ziyade Fransa’nın başını çektiği bir birliğin içinde İsrail’e yer vermek hem ekonomik bakımdan hem de psikolojik olarak İsrail’in çıkarınadır. Bölge ülkeleri de A.B.D.’nin müdahalelerinden bunalmış olacaklar ki, sanki yeni bir fırsatmış gibi Avrupa’dan gelen bu teklife nedense balıklama atladılar.
Burada şunu da ilâve etmekte yarar var; bölge ülkeleri A.B. ile birlik olmaya karar vermelerinin hemen iki sene sonrasında, Arab Baharı’nın A.B. üyesi olmayan tüm Akdeniz Birliği üyelerinde başlaması son derece dikkat çekicidir.
Akdeniz Birliği’nin en önemli hedeflerinden biri, bu ikinci kuşak birlikten başlayarak İsrail’i Avrupa Birliği’nin bir üyesi yapmaktır, dedik. Dünyanın merkezî coğrafyasında hâkimiyet arzusu taşıyanlar için cazibesi yüksek olan bölgenin aynı zamanda petrol sahalarının tam ortasında yer alıyor oluşu, Yahudilerin Avrupalı Devletlerin hükümetlerinin başlıca finansörü olması ve son olarak da yalnız Leviathan doğalgaz sahasında bulunan 425 milyar metreküplük gaz rezervi… Bu saydığımız gerekçelerin Fransa ve Avrupa için son derece cazib olduğu açıktır. Ayrıca hatırlatmakta yarar var, bölgedeki toplam doğalgaz rezervi tahminlere göre 1 trilyon metreküp civarında.
Tüm bu manzara içinde Türkiye’ye gelecek olursak; bir kere en başta İsrail’in güvenliği hususunda ve A.B.D. ile Avrupa’nın dünyanın merkezî bölgesindeki hâkimiyet planlarının muvaffak olmasında Türkiye kilit rolde bulunmaktadır.
Yine, Leviathan doğalgaz sahasından çıkarılacak olan gazın Avrupa’ya taşınması hususunda da Türkiye kilit noktada bulunuyor. Çünkü Türkiye’de hâlihazırda bulunan doğalgaz boru hatları kullanılırsa, işte o zaman İsrail’in çıkarttığı gaz, Rus gazıyla rekabet edebilir bir fiyata düşebiliyor. 14 Şubat 2013 tarihinde bu konuyla alâkalı olarak İsrail’de yayın yapan Haaretz Gazetesinde son derece tepki çeken bir haber de çıkmıştı. Bu habere göre İsrail’li şirket Dorat Enerji’nin %25 hisseyle ortağı olan, Aşkalon’da da bir baraj inşa eden Zorlu Holding, bu gazın çıkartılması ve Türkiye üzerinden taşınması ile alâkalı görüşmeler gerçekleştirmekteydi. Bu görüşmelerin ve Türkiye Enerji Bakanlığı’nın bu konuda nasıl bir politika izlediği bilinmiyor.
Toparlamak gerekirse, A.B ve A.B.D.’nin Akdeniz politikalarını başarıyla izlemesinde Türkiye, coğrafî, tarihî ve siyasî bakımdan son derece önemli bir konumda bulunuyor.
Türkiye’nin İçişlerinde İsrail Parmağı
Oslo’daki Barış Görüşmelerinin sızdırılmasıyla başlayan, Gezi Olayları ile devam eden, Cemaat Operasyonları ile süren ve son olarak PKK’nin içindeki Batıcı-Kemalistleşmiş bir kesimin Ekim ayındaki hareketlenmesiyle iyice ayyuka çıkan süreç, yukarıdaki manzaraya baktığımızda daha net bir şekilde anlaşılıyordur herhâlde.
A.B.D.’nin Irak’taki askerî varlığını çektiği dönemden itibaren, Türkiye Irak’a sokulmaya çalışılıyor. İsteniyor ki, ortak paydalarından ötürü düşük bir maliyet ile İsrail’in güvenliği Türkiye tarafından sağlansın. Ama Türkiye kendisine biçilen bu role bir türlü yanaşmıyor. Bir diğer taraftan, az evvel altını çizmiş olduğumuz enerji nakil hatları meselesi; Mavi Marmara gemisi hadisesinden beri normalleşmeyen münasebetler dolayısıyla Türkiye’nin enerji koridoru olarak kullanılması mümkün görünmüyor. E bir de Akdeniz Birliği bahsine gelecek olursak, birlik içinde Avrupa Birliği haricindeki bütün ülkeler Arab Baharı başlığı altında yeniden dizayn edilirken, Türkiye şeklen dahi olsa biçimlendirilemedi. Toplam olarak, Batılıların istekleriyle Türkiye’deki realite bir türlü uyuşmuyor. Dünya’da en çok Siyonist karşıtının yaşadığı yerlerden biri olan Türkiye’de, siyaset manipülasyonlarının işlemediği her kesim tarafından görülüyor. A.B.D ve İsrail’in ortak stratejisi olarak hazırlanan cemaat projesinin de iflas etmiş olması dolayısıyla, Batı dünyası Türkiye’de istediği gibi operasyon yapamıyor.
Düşen Kaleler
Bahsettiğimiz planlar karşısında Türkiye için, hatta İslâm Âlemi için en önemli olan Mısır’dı. Mısır’daki Mursî iktidarı başta kalmış olsaydı, bölgede sahnelenen oyunların birçoğu perdeden indirilebilir ve İsrail karşıtlığı vesile edilerek bile İslâm Birliği’ne doğru hızlı adımlar atılabilirdi. Hem Akdeniz’in hem de İslâm Âlemi’nin iki büyük gücünün bir araya gelmesinden doğacak tehdidi iyi bilen İsrail ve Amerika, Mursî’yi iktidardan indirerek gerçek bir birliğin en önemli kalelerinden birini daha kurulmadan düşürmüş oldu.
Diğer taraftan, iktidarı bırakmamak adına her türlü tavizi vermeye hazır hale getirilmiş Esad’ın kendi kendini oyun dışı bırakması da, Türkiye adına son derece menfî hadiselerden birisi oldu.
Türkiye’nin son dönemde iyi ilişkiler geliştirdiği Kürtlerin bir kısmının A.B.D ve İsrail’in devlet vaadine kanmaları da, Türkiye’nin kendi içindeki bütünlüğünü olmasa bile huzurunu tehdit eden bir hamle olarak onların hanesine yazıldı.
Satranç oyununda bazen taşlarını rakibinin yemesine müsaade ederek oyundaki hareket kabiliyetini arttırır ve beklenmedik anda rakibin şahını kıstırıverirsin; umuyoruz ki Türkiye’nin çantasında da buna benzer bir plan vardır. Çünkü A.B.D. ve İsrail’in yediği taşlar yanına kâr kalır cinsten değil.
Türkiye’nin Asıl Meselesi
Türkiye’nin asıl meselesine gelecek olursak; bu sayfalarda defaatle bahsettiğimiz meseledir ki, içte gerçek bir birliğin gerçek bir paydada sağlanması hayatî derecede önemlidir. Bu işin “mermer mozole” etrafında temerküz etmeyeceği aşikâr olduğuna göre, ne etrafında olacağını konuşalım.
Türkiye’de yaşayan vatandaşların %80’i İslâmî hassasiyet sahibidir. Bir ülkenin %80’inin ortak bir paydayı paylaşıyor olması demek, hele ki demokrasi varsa, onların istedikleri noktada bir araya gelinmesini mecbur kılar. %80’lik bir kesimi geri kalan %20 adına biçimlendirmeye kalkarsan, orada kavga çıkar. Başka bir rejimle dağıtmaya kalkarsan, tutar seni dağıtır. Ki kimler geldi, kimler geçti, neler denemediler ki… Gelinen noktaya bakacak olursak, bu hükümetin de artık direkt oyunu aldığı %51’lik kesimin isteklerini yerine getirmesi ve ideal merkezini de bu kesimin odağına taşımasının artık vakti gelmiştir. Senelerdir konumunu muhafaza etmek adına kendisine oy vermeyenlerin doğrultusunda politikalar belirlemenin de artık sonu gelmiştir. İşte, bu meseleler hâlledilmeden sıra İsrail’e gelmez. Önce içerisi… Önce bu memleket… Önce Anadolu… Tüm dünya menfaatlerinin kesiştiği merkez, kendi içinde sağlığına kavuşmadan, olmaz!
Sonuç olarak…
Yazımızın başına dönecek olursak, Türkiye’nin şimdi hızlı bir şekilde devlet görevlilerinden oluşan bir heyeti hasar tesbit çalışmaları için Mescid-i Aksa’ya göndermesi gerekir. Peşinden de tadilatı yapacak devlet görevlisi kadroyu… Bu işi yaparken de artık İsrail’den gelecek her türlü mukavemete misliyle karşılık verilmesi gerekir tabiî…
İsrail ile olan münasebetleri Filistin ve Gazze’nin ihtiyaçlarını karşılamak için sürdürüyoruz gibi bir argümana katiyen sarılmayın. Rızkı siz vermiyorsunuz, Allah veriyor. Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmaz. Doğru düşüncenin gereği yapıldığında sonuçları da muhakkak doğru olacaktır. İsrail ile olan bütün münasebetlerin tamamen kesilmesi gerekiyor. En azından İsrail’in Türkiye tarafından hadisenin ne kadar ciddiye alındığını görmesi gerekiyor. Bu da kınamayla, boş tehditlerle olmaz.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Mavi Marmara davası hakkında takibsizlik kararı verdiğine göre Akdeniz’de uluslararası sularda seyir hâlinde olan her geminin “tehdit” gerekçe gösterilerek basılması uluslararası hukuka göre artık meşrudur. Türkiye karasularının yakınından geçen ilk İsrail gemisinin bu gerekçeyle basılıp alıkonması, Mavi Marmara şahitlerine karşı namus borcudur.
İsrail gazının Avrupa’ya nakledilmesi konusundaysa; tamamen uzak durup İsrail’i gazıyla baş başa bırakmak mı gerekir, yoksa işleri yürütüp vananın başını tutmak mı gerekir bir bakmak gerek…
Gelelim tüm bu meselelerin bam teline: Türkiye’nin artık bir mefkûre etrafında milletini bir araya getirmesinin ve ideale doğru da önüne çıkan tüm engelleri eze eze yol almasının vakti gelmiştir. Bugüne kadar yerini korumak adına sürekli hem iktidarın hem de milletin karşısındaki kesim adına icraatlarını yapan iktidarın artık kendi tabanına, kendi milletimize dönmesinin vakti gelmiştir. Sermayesinden STK’larına kadar, bu millet içinde bitmiş olan ayrık otları kurutulmadan, TÜRKİYE DÜNYA SİYASET SAHNESİNDE HAK ETTİĞİ YER ALAMAZ. “YENİ TÜRKİYE” ANCAK BÖYLE BİR BİRLİK TEMİN EDİLDİKTEN SONRA MÜMKÜN OLABİLİR.
İsrail’e karşı söylenen sözler milletimizin gururunu okşuyor olsa da, yukarıda niteliklerini verdiğimiz Yahudi kavmi lâftan değil icraatten anlar. Artık bu konuda gereğini neyse lâyıkıyla yerine getirmeyip, işi kuru lâfa bırakan bir iktidara, aksiyoner mizaçlı milletimiz razı gelmeyecektir, hatırlatalım.
İsrail ve Amerika ile oynanan satrançta, Türkiye’nin taşlarını önünü açmak adına yediriyor olma ihtimalinden söz etmiştik, işte şimdi İsrail’in bu son hamlesi, Türkiye adına karşı tarafın bütün kurgusunu bozmak için yemesi gereken taştır ve bu taş yendikten sonra o tahtadaki bütün dengeler altüst olacaktır.
Son sözü İBDA Mimarına bırakalım:
- “Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer yoktur!”
* Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi - Tarih - İbda Yayınları, İstanbul 2013, Syf. 488