Hafızam beni yanıltmıyorsa, altı sene evvel Hürriyet Gazetesinde Yılmaz Erdoğan ile alakalı bir polemiğe tesadüf etmiştim. Erdoğan, Türk sinemasına esaslı bir tenkid yapıyor ve filmler çekilirken ezan için günde beş vakit durulduğunu fakat o ezana Türk filmlerinde bir türlü rastlayamadığımızı söylüyordu. Yakın zamanda Erdoğan’ın “harika” diye nitelemekten çekinmeyeceğim “Ekşi Elmalar” filmini seyredince, bu gazete haberi, mücbir sebebler içinde rastladığım fakat o zaman üzerine eğilemediğim, değerlendirilmesi bana göre “illa” kaydı taşıyan bu mesele tekrar hatırıma geldi. 

Yılmaz Erdoğan’ın Film Arası Dergisi’ne verdiği ve Hürriyet Gazetesince haberleştirilen tenkid, o günlerde “sinemada ezan polemiği” başlığıyla verilmiş: “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan. Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıp ezanı çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen ‘bunlar da bizi böyle gösteriyor’ dersin”... O günlerde “kafası karışık” ve “iktidarla bağını güçlendirmek” gibi bazı tenkidlere muhatap olsa da Erdoğan’ın söyledikleri sadece Türk sineması için değil, sinemayı ve başka sanat dallarını da kapsayan muhtevası ile esasen “entelijansiya” dediğimiz bütün Aydınlar Topluluğu’nu kapsıyordu; bugün de öyle... Bu esaslı tenkid aynı zamanda kariyerinde yer yer “sol” unsurları barındırmaktan çekinmeyen bir sanatçının kendi toplumuna karşı samimiyetini, bir özeleştiriyi, yani nefs muhasebesini de barındırıyordu ki “topluma mâl olmuş” dediğimiz insanların bu türlü tesbit, teşhis yahut tenkidleri her daim bir kıymet belirtir. Maalesef o sıralar bu tenkid hakikatiyle anlaşılmadı ve kimisi “İslamcı iktidara yamanmak”la, kimisi de “benim filmimde ezan var ya kardeşim” denilerek karşıladı... Bana göre orada görülmeyen, görülemeyen şey, bir sanatçının, sanat dallarının en çetin işi olan tiyatro ile iştigal eden bir aktörün kendi sanatının seyri içerisinde, içinde bulunduğu toplum dinamiklerini teşhis etmesi ve bu teşhise nisbetle bizdeki “Batıcı kafa”nın, bu kafanın urlu tarafının ötekileştirici yanını ortaya çıkartmasıydı. İşin ironik, ironik olduğu kadar trajik tarafı ise kendi toplum dinamiklerine nisbetle esaslı bir tenkid yapmakla mükellef olan ve bunu yapan sanatkârın kendisinin de söyledikleri yüzünden aynı ötekileştirmeye maruz kalmasıydı... Fakat bazen zaman en teskin edici ve hakikatleri ortaya çıkartan ilaçtır; bugün Yılmaz Erdoğan -bunu gururla söylüyorum- Türk sanat camiası adına önüne “büyük” ifadesini yerleştirebileceğimiz bir sanat adamı olmayı başarmışken, onu iktidara yamanmak yahut başka şekilde tenkid edenlerin çoğu için aynı ibareleri kullanamıyoruz. Böyledir işte, sanat ve sanatkâr tarih boyunca su misâli aziz olmuş ve olmayı başarmış ve başaracaktır... 

Yılmaz Erdoğan ile alakalı bu fikirlerimi “ezan” ibareli yahut başka mahreçli zannedenler de olacaktır; çünkü bizde tenkid her zaman ya aşırı yakınlık, ya aşırı uzaklık yahut da ikisi arasındaki tonlar üzerinden değerlendirilmeye meyillidir maalesef. Erdoğan’ı, -hatırlayanlar olacaktır- onun “Mükremin Çıtır” olduğu günlerden beridir takip ettiğim için gerek tiyatro serüveni ve gerekse sinema kariyeri bakımından iyi bir takipçisi olduğum söylenebilir. Bu bakımdan, yani onu “alttan alta” yahut “içten içe” diye tabir edebileceğim şekilde takip ettiğim için hakkındaki görüşlerim abartı, popülarite, karşıtlık ve benzer hususlardan ziyade şahsî zevkimden tüten kendine has tenkidlere dayalı olacaktır. Belki eksik, belki de fazla olacaktır; fakat işin bütün magazin kısımlarından arındırılmış saf görüşler olarak tenkide mevzu olacaktır ki bana kalırsa tenkid edenin birazcık sanat zevki de varsa, işin geri kalan kısmını işte bu “saf” dediğimiz öz halledecektir! Büyük aktör Yılmaz Erdoğan’ın sanatkarlığı, meşhurluğu her ne kadar Vizontele serileri ile sınırlandırılamaz ise de onun memleket çapında yönetmenliğini, aktörlüğünü, yapımcılığının herkesçe kabulü ilk Vizontele filmi ile yerleşti. Evet tiyatrocu, metin yazarı, tiyatro hocalığı, şair vesair; bütün bunları topladığımızda, doğrusu bütün bunların toplamından tüten sanat fikri, ortaya Vizontele gibi mükemmel bir film ortaya çıkartmıştır.

Mükemmelliği, mevzu bakımından gittikçe daralan Türk sinemasına yeni bir soluk getirmesinde olduğu gibi aynı zamanda sosyolojik açıdan bir dönemi gözler önüne sererken, diğer taraftan bu “gözler önüne serilenler”in sanat vasıtasıyla hesaplaşılmasındaydı. Vizontele, hakikaten uzunca bir dönem devlet tarafından yok sayılan insanların da bu toprakların aslî bir unsuru olduklarının latif bir anlatımı olarak, final sahnesinde esasen “resmî ideoloji” ile hesaplaşıyor ve tabiri caizse hiç kimsenin karşı çıkamayacağı okkalı bir tokat atıyordu. “Resmî ideoloji”ye atılan bu okkalı tokadın sırf tokat atmak için olmaması, hakikati anlatmak için yapılması, yani meseleyi mesaj verme kaygısı ile boğmayıp sanat için yapılması bana kalırsa kuvvetini daha da artırmış olarak karşılık bulmuş, başka şartlarda ağır tenkide maruz kalacak meseleler, bu filmle beraber tabiî olarak herkes tarafından içselleştirilmiştir. İşte, sanatın kuvveti! Vizontele için başka veçhelerden birçok husus da ele alınabilir ve söylenebilir de biz temel olarak bir kaideyi, Erdoğan’ın tarzına dair bir kaideyi ele alarak ilerleyelim: Erdoğan her ne kadar mizah, komedi ve benzer çalışmalarla biliniyor ve bunlarla görünüyorsa da onun asıl sanat karakteri dramatiktir; komiğin temelinde yatan trajik unsurları ve bu unsurlar ile bezeli dramı iyi kavradığı için biz onun eserlerinde daima önce güler sonra hüzünleniriz; komik, dramatik ve trajik arasındaki gelgitleri, yani esasen hayatın akışı içinde daima rastladığımız o tuhaf kıvamı, fakat hep bir sanatkarın bulup bize gösterdiği vakit fark ettiğimiz o kıvamdaki teferruatları gördüğümüzde ancak o hisleri kavrayabiliriz. İşte, Erdoğan’ın sanatının ana temeli de budur; nitekim, bu bağlamda Mükremin Çıtır ile Organize İşler arasında direkt bir bağ da kurulabilir.

Organize İşler de komiktir ama esasen dram yüklüdür; dramatize edilenlere bakıldığında ise esasen sosyolojik bakımdan trajik bir mesele ile yüzleşmekteyizdir. Erdoğan bu bakımdan, yani bizim toplumumuzun insan tipini iyi kavraması ve bizim insanımızın içinde bulunduğu bütün trajediye mukabil dramatik bir tarafı olduğunu görebilmesi ve tuhaf bir biçimde bu dramatik tarafın esasen komiğin de mevzuu olduğunu kavraması bakımından pek başarılı bir sanatçıdır. Trajik ile komiğin birbirine katıştığı Neşeli Hayat filmi gibi... 

Neşeli Hayat da bir Müslüman’ın maişetini temin için Noel Baba kostümüyle yılbaşında çalışıyor olması biraz evvel bahsettiğimiz sosyolojik tarafa iyi bir misaldir... Edebiyatçı şahsiyetinin çizgilerini ağırlıkla gördüğümüz ve hakikaten sanatını konuşturduğu bir diğer eseri de Kelebeğin Rüyası filmidir. 

Mevzuu, işlenişi ve diğer unsurları ile Erdoğan’ın sanat kariyerinin çizgilerini açıkça gördüğümüz bir filmdir Neşeli Hayat; dramatik unsurları sonuna kadar kullandığı halde insanın trajik tarafının da naifliğini yakalamayı başarmak bir sanat alametidir! Bu filmin bir diğer hususiyeti ise, saçma-sapan dizilerde gördüğümüz ve manken mi, oyuncu mu diye karar veremediğimiz Kıvanç Tatlıtuğ’un hakikaten aktörlük istidatı barındırdığını görerek hayret ettirmesi olmuştur. Diğer yer aldığı çalışmalara bakarak, bu işte Erdoğan’ın bir dahli olmadığını söylemek şahsen zor gibi gözüküyor. Tatlıtuğ’daki o itici yapaylık gitmiş, yerine bir aktör namzedi gelmiştir ki bunda Erdoğan’ın payı büyüktür diye düşünüyorum.

Yılmaz Erdoğan bu filmleri ve filmlerinin dışındaki diğer çalışmaları ile kariyerini sürdürürken, biz onu senarist ve yönetmen koltuğunun dışında bu sefer bir aktör olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Bir zamanlar Anadolu’sunda görüverdik. Evet aktörlüğünü biliyor ve görüyorduk fakat zaten kendisi ayrıca başyapıt namzedi bu filmdeki aktörlüğü değme aktörlere yaklaşacak seviyede olgunlaşarak başka bir safhaya geçmişti. Ses tonu, mimikleri, rolün tabii akışına uyumu ile hiçbir sırıtkanlığa düşmeyen aktör, işin senaryoda yazan taraflarıyla değil, yazmayan taraflarıyla aktörlük yapıyor ve adeta filmin kurgusu dışında tam anlamıyla seyir zevki ve sanat adına rol kesiyordur. Hatta, şairliğinin de etkisiyle ses tonuna eklenen mistik hava, hasta çocuğundan bahsettiği araba sahnesindeki anlatımını zirveye taşıyarak, bir filmin sınırlarını aşmış, âdetâ kaderin bizleri nasıl sardığını filozoflara ihtiyaç duymadan tek bir sahnede bize anlatıvermiştir. Evet, Nuri Bilge Ceylan’ın hususiyetle son üç filmi zaten bu mevzuun en nadide misallerini taşımaktadır da Erdoğan’ın sanat kariyerine baktığımızda, başka bir yönetmen ve filmde de aynı seyir zevkini vermekten imtina etmeyeceği de aşikârdır; nitekim, kendi yönettiği ve başrolünde oynadığı Ekşi Elmalar filmi de böyledir. 

Bana kalırsa Erdoğan bu filmle beraber senarist, yönetmen ve şairliğinin yanı sıra esasen büyük bir aktör olduğunu da ispat etmiştir. Artık aktörlüğünün en nadide eserlerini vermeye hazır büyük bir aktörümüz vardır ve onun adı da Yılmaz Erdoğan’dır! Erdoğan’ın bugüne kadar yaptığı her iş tam anlamıyla onun sanat tavrını yansıtmaktan ziyade, her biri birbirine eklenerek kemâline doğru akan dönüm noktaları mesabesinde olmuş, gelinen noktada ise -bana kalırsa- esasen şimdi daha büyük eserlerini verecek bir sanatkârımız olmuştur. 

Yılmaz Erdoğan şehrin ve esasında sanat camiasındaki bazı çirkefliklerden ötürü olduğunu zannettiğim sebeplerden kabına çekildiği Anadolu kasabasında, sanat dünyasını sessizce takip ettiği kozasında ne örüyordur bilinmez ama bundan sonra vereceği eserler Türk sanat camiası adına büyük yeniliklerin kapısını aralayacaktır. Evet, bazı işler vardır ki hususiyetleri sadece bazı yaş aralıklarına hastır. Yılmaz Erdoğan da Ekşi Elmalar ile büyük bir aktör olduğunu göstermiş ve nadide sanatkarlarımız arasına ismini yazdırmıştır.


Baran Dergisi 607. Sayı