Tıbb ilminin esasında hastalık yoktur, hasta vardır. Çünkü her hastanın kendisine has bir durumu vardır ve belirtiler benzerlik gösterse bile her bir rahatsızlık, hastanın kendi şartları içinde değerlendirilerek tedavi edilebilir. Buna karşılık bugünkü tedavi anlayışı tam mânâsıyla endüstriyel bir hâle dönüşmüştür. Doktorlar veyahut daha doğru bir tabirle ifâde edecek olursak, sağlık teknisyenleri, karşılarına gelen hastaya soru sormadan, muayene etmeye bile tenezzül etmeden kan tahlili, röntgen, muhtelif taramalar gibi standart hâline gelmiş teşhis metodlarını kullanır ve ardından da hastanın şartları ne olursa olsun incelemeye gerek duymaksızın, prosedüre uygun standart tedaviye başlarlar. Yani modern iktisadî anlayışın kendisini üzerine temellendirdiği izah “ihtiyaçlar sınırsız, kaynaklar sınırlıdır” anlayışı sağlık sektörüne de hâkimdir. Nüfus çok, doktor ve hastahane az anlayışı üzerine kurgulanan sağlık sistemi de ancak bu şekilde işler zaten. Zaten bu sebebledir ki Türkiye ve dünya toplumlarında “sağlıklı insan” gitgide istisna hâline gelmiştir. Tüm bunlardan da öte, sağlık ile alâkalı olarak devletin aslî vazifesi hastaları iyileştirmekten ziyade hastalıkların önlenmesidir.

Aynı zihniyetin hiçbir şekilde yansımaması gereken diğer bir insanî faaliyet kolu da yargı sistemidir. Her hadisenin kendisine özel bir durumu olmasına rağmen, hâkimler, ki burada da daha doğru bir tabirle ifâde etmeye çalışacak olursak, adalet teknisyenleri, önlerine gelen dosyaya baktıktan ve ilgili kanun maddelerini gözlerinin önüne getirip, mevzuata uygun olduğu takdirde her türlü cezayı verebilirler. Mevzuata uygunsa, bu mahkemelerden çıkan kararlar da hukukîdir. Bu da sağlıkta olduğu gibi endüstriyel hukuk sistemidir. Öyle suçlar ve cezalar kendisine has hususiyetler belirtemez. Tıpkı tekstil sektöründe olduğu gibi S, M, L, XL gibi standart kalıplara uygun olmak zorundadır. Uymazsa da en yakın kalıbı bulur, uydururlar!

Tabiî, adaletin sağlanmasının peşin şartının da tıpkı sağlıkta olduğu gibi suçluları cezalandırmaktan ziyade suç ve suçlu doğuran iklimin kurutulmasıdır.

Yargı Reformu
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yargı Reformu Strateji Belgesi”ni yayınladı. Sunumu yapılan strateji belgesinin başlığına bakınca zannediliyor ki, hukukun kaynağı olan ahlâktan başlayarak, hâkimlerin haiz olması gereken vicdan kriterlerine, adalet anlayışına ve kanun maddelerine kadar birçok husus hakkında bir reforma hazırlanılıyor.

Peki strateji belgesinin muhtevasında ne var? Devlet ve özel üniversitelerde okumuş ve mezun olmuş hukukçu fazlasının nasıl istihdam edileceği ile mevcut hukukçuların hâli hazırdaki muhtelif maddî beklentilerine çözümler.

Bunun adına komik desen değil, saçma desen değil. Dünyanın belki de en sorunlu hukuk sistemlerinden biri olan ülkede yargı reformu yapmaya kalkıp, adaletin tesis edilmesiyle alâkalı hiçbir konuya temas etmeden belge hazırlamak, neresinden bakarsanız bakın büyük başarıdır(!). Yargı bürokrasisinin, bunca sorunu olan hukuk sistemiyle alâkalı bir reform hazırlayıp, esasa müteallik hiçbir meseleye temas etmemesi, tersinden bakılacak olursa, hepsinin de sıkıntıların kaynağını çok iyi bir şekilde bildiğini de resmetmektedir. Dolayısıyla bu reform paketini hazırlayanlar bir kere değil, iki kere kötüdür.

Yargı Kriterlerin Adaletsiz Kaynağı AB
Bir yargı sisteminin sağlıklı yahut sağlıksız işlemesiyle alâkalı kriterlerin ne olması gerektiğinin anlaşılmadığı yahut anlaşılmak istenmediğini düşünüyoruz. Türkiye, yargı müessesesinin işleyişiyle alâkalı olarak Avrupa Birliği kriterlerini kabul ediyor. Yargılama sürelerinin kısalması, adaletin eşit bir şekilde uygulanması gibi klişelere ihtiyaç varsa, bunun için AB’ye bakmaya lüzum yok. Engizisyon Mahkemeleri bile muhtemeldir ki bu iki kritere büyük bir ciddiyetle özen göstermişlerdir; özellikle de hızlı yargılama konusuna.

Siyasî iktidarlar değişiyor, bürokratlar değişiyor ama kuruluşundan beri bu ülkede söz sahibi kesimin Batı karşısındaki ezikliği değişmiyor. Adalet deyince birinin cebinden para çalan adamın yargılanması ve cezaya çarptırılmasından başka bir şeyin anlaşılmıyor olması, bir tek bize mi garib geliyor? Meselâ neden kimse çıkıp da “bu AB ülkelerinde geçim seviyesi yüksek olsa bile toplumun sahib olduğu servetin toplamının neredeyse %90-95’inin 50-100 kişi elinde toplandığı ülkelerde adaletten bahsedilebilir mi” diye niçin sormuyor? Soruyorsa, adaletsizlik üzerine hukuk sistemini inşa etmiş AB hukuk müktesebatı ve yargı sistemi kriterleri niçin bize sanki ideal hukuk ve yargı sistemiymiş gibi dayatılıyor?
***
Tüm samimiyetimizle söylüyoruz ki, keşke gerçekten de hukuk sisteminin temellerinden başlayarak yargı müessesesine kadar kötü bile olsa bir reform söz konusu olsaydı da biz de bunun üzerine konuşabilseydik.

Aynı AB’ye işsizlik rakamlarını düşük göstermek için kümesten bozma üniversiteler kuracaksın, sonra buralardan mezun olan ihtiyaç fazlası adamları istihdam edebilmek için mevzuat üstüne mevzuat çıkarıp, işvereni bunları istihdam etmeye zorlayacak, bunun adına da bilmem nede reform diyeceksin. Yine, bu kümeslerden çıkanların diploması üretim faaliyetine katılmalarına müsaade etmediği(!) için de her geçen sene tüketim toplumu oluşunu katmerleyecek, dışarıdan operasyon yapılmasına izin veren rantiye ve faize dayalı üretmeden tüketmeyi tercih eden mevcut ekonomi düzenini yıkmayı göze alamayacaksın.
***
Hâsılı kelâm, yargıda reform falan yok, vicdansızlar hukuku, niteliği arttırılmış vicdansızlar ile aynen yola devam.

Baran Dergisi 647. Sayı