Vakıf, esasen, insanîleşmenin bir gereği olan iyilik yapma gayesinin müessese planında vardığı zirve noktasıdır, diyebiliriz. Bir kişinin kendi malını veya kendisinin olması mümkün bir malı, kendi faydasının hilafına olarak hür iradesiyle ebediyen kendisinin ve zürriyetinden gelenlerin tasarrufu dışına çıkarmasıdır. İbda Hikemiyatı'nın temel düsturlarından olan “hürriyet, hakikate gönüllü esarettir ” peşin hükmü, vakıf benzeri hiç bir dünyevî menfaat ummadan iyilik yapmak gibi hususlarda çok daha bariz bir biçimde açığa çıkmaktadır. İnsan doğru olduğuna inandığı bir hakikati, hiç bir zorlamaya maruz kalmadan ve hatta her türlü sıkıntıya göğüs gererek gerçekleştirmeye çalıştığında, en üstün haliyle ahlâk tezahür eder. Hürriyet ve ahlâkî bir kaide olarak dürüstlük, insanın inandığı bir hakikat uğruna her türlü engeli aşmayı göze almasını gerektirir; kısacası hürriyet, inandığı hakikate insanın tüm haklarını teslim etmesidir. Ahlâk, özde, kişilerin kalben inandıkları ve uymak için hür bir şekilde hürriyetlerinden feragat ettikleri kaidelerdir.
İnsan, merkezinde durduğu ve mânâ kazandırdığı bu âleme dâir edindiği her bilgiyi, kullandığı akıl manivelasının tabiatı icabı tasnif ederek anlamaktadır. Bu bilgi demetleri, önce, tecrübeye dayalı bilgi kırıntıları hâlinde tezahür ederken, akabinde bu kırıntılar, bazen şuurlu bir arayışla, bazen de maksatsız bir şekilde “bilgi birikimi” hâlini almaktadır. Sürecin sonunda, insan aklının anlamak için ihtiyaç duyduğu tasnif etme kabiliyetinin bir gereği olarak bu birikimden ilkeler çıkarılmakta, nihayet bu ilkelerin anlamlı bir bütün haline gelip ihtilaflardan azâde olması için mezkur kuralların sınırlarını belirlediği bir çerçeve çizilmektedir.
Fakat daha esaslı bir tahlil yaptığımızda, insanın çevresinin bilgilendirmesiyle insan olma keyfiyetini kazandığını, bildiren olmasa, idrak kanallarının açılabilmesi için gerekli asgarî bir şuur seviyesinin bile kendi kendine oluşamayacağını görmekteyiz. “İlk dil, ilk insanla vardı” (S. Mirzabeyoğlu) meselesi... Kişi, maruz kaldığı bilgi yağmuru ile kendisinde mevcut ÖĞRENEBİLME kabiliyetini telif etmek suretiyle insan olmaktadır. Her ferdin insan olma potansiyeli ile doğduğunu, içine doğduğu cemiyet tarafından, kendi benzeri olmak üzere insanlaştırıldığını yine İbda'dan öğreniyoruz. Hülasa, cemiyete katılan her bir ferd, en başta, kendisini cemiyetten aldığı unsurlarla oluşturup içgüdü/insiyak halinden şuurluluk haline yükselmekte, akabinde kendi öz benliği ve bu alınmış unsurların terkibi olarak teşekkül etmiş “şuur” ile, kendine has bir “şuur süzgeci” hasıl etmektedir. Yani şuur, ilk olarak, yaradılıştan insanda mevcut kabiliyetin “dışarıdakilerin” desteği sayesinde bir “nüve” biçiminde tezahürüyle boy göstermektedir. Peşinden, merkezinde, şuuru vasıtasıyla artık kendisini bile objeleştirebilen insan “ben”i ve bu ben'i saran, onun kabuğu mevkiindeki seçili bilgi birikiminin olduğu, S. Mirzabeyoğlu'nun “şuur süzgeci” diye isimlendirdiği bir algı ağı teşekkül eder. Kişi, bu ağı hayatı boyunca sürekli geliştirmektedir. Başka bir deyişle, kendini inşa işini kesintisiz bir şekilde sürdürmektedir. Şuur süzgeci ise, seçim yaparken mecburen bazı kriterlere ihtiyaç duymaktadır. Bunları biz üç temel kritere, “doğru, iyi, güzel” kriterlerine indirebiliriz. Kişinin, bir noktadan sonra “objeleştirdiği kendisi”nin de dahil olduğu çevresini bu kriterlere istinaden tasnife tâbi tuttuğunu hepimiz şu veya bu şekilde tecrübe etmişizdir. Peki bu kriterlerin temel hususiyeti nedir? Başka bir deyişle, bunların kendi başlarına bir kıymeti harbiyeleri var mıdır?
Her ferd, dünyaya, kendi varlığını koruma, sonsuza kadar var olma arzusuyla gelir. Bu, aslında, tüm kainata şamil bir vaziyet; varlıktan hisse almış her canlı, bu her dâim var olma arzusunu taşımaktadır. Ama diğer taraftan, bir çok durumda da, insanların, varlıklarına kasden son verdiklerine şahit oluyoruz. Çoğu kişiye anlamsız gelse de bu bir vakıa. Sürekli var olma arzusuyla tenakuz gösteren bu vaziyeti psikiyatristler, genellikle “yaşamın anlamını kaybetmesi” ile izah ediyorlar. Yani, insan gibi şuurlu bir varlık açısından hayat, sadece ve ne olursa olsun varlığını sürdürme biçiminde tezahür edemez; bir anlamı olmalıdır. (Bu hususta, Frankl'ın “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eserine müracaat edebilirsiniz.) Var olduğumuzun şuurundayız ve bu dünyaya belli bir gaye için geldiğimizi, varlığımızın bir amaca matuf olduğunu en içten tecrübelerimizle hissediyoruz. Diğer canlıların aksine, benliğimiz yokluğu, tamamen yok olup gitmeyi bir türlü kabul etmese de ÖLECEĞİMİZİ BİLİYORUZ. Öleceğinin şuurunda olarak yaşamak, aslında, kişinin aklî melekelerini sarsması gereken bir hâl. Biz bu hâli, ya insan oluşumuzu nakzeder bir şekilde şuurumuzun dışına atıp üstünü örterek ya da hayatımıza anlam vererek aşıyoruz. Bu anlam da, gerekirse uğrunda kendini feda etmeyi göze alabileceği başka bir varlık için yaşama/kendini ona bağlama biçiminde gerçekleşiyor. Aslında, hayata bir maksad, bir anlam kazandırmanın, son tahlilde müteal/aşkın bir varlığa veya kendisine mutlaklık izafe edilen her hangi bir şeye insanın inanması ve teslim olması ile gerçekleşmesi gerekir. Ama, bu üst varlığa teslimiyetin yerini çoğu zaman aileye, çoluk çocuğa, vatana, millete, devlete, paraya, güç ve iktidar elde etmeye vs. teslimiyet alır. Neticede şöyle veya böyle insanlar hayatlarına bir anlam kazandırmak zorundadırlar. Bu anlam kazanımının tabii neticesi ona uygun yaşamaktır. Bu noktada, hayatın anlamının, yukarıda “doğru, iyi, güzel” biçiminde sıraladığımız ve içeriği farklı olsa da hedefi açısından tüm insanların ortak paydasında buluştuğu kriterlerde tezahür ettiğini görüyoruz. Bu kriterler, insanda ahlâk kuralları ve ahlâkî davranış şeklinde göz planına çıkan, esasta da insanın kendi iç dünyasının en derinlerinde karşılığını bulan umdelerdir.
Modern Batı rasyonalizmi her ne kadar aksini söylese de, şuur, insanın zihnî faaliyetleri kadar, belki de daha fazla hisleri ile teşekkül etmektedir ve bu hisler insanın denetim sahasının dışında bulunmaktadır. Ruhumuzun derinliklerinde yatan, yavaş bir şekilde gelişen, bazen tedricen ama bazen de ansızın zuhur eden hislerimiz, bizi biz yapan en temel cihetimizdir. İşte bu hislerimizle hakikati kavrıyor, zihnî faaliyetlerimizle onu tetkik ediyoruz. Korku, haz, sevgi gibi diğer canlı türleriyle ortak hislerimiz olsa da, vecd, aşk, mutlu olma gibi sadece bize has olanlar da var. Kendimizin dışında, gelecekte, geçmişte, müteal veya muhtemel tüm hakikatlerin aslî muhatabı da bu hislerin merkezindeki “inanma” hissidir. Bu his tamamen insana aittir, insanîdir; insan olmanın, ruhî hayatın en temel itici gücü, enerji kaynağıdır. Herhangi bir hakikate inancın kalmadığı yerde hayatın anlamı da kalmaz. En basit mânâda ve en iptidaî biçimde “insan nasıl yaşıyorsa o olan” ahlâk, insanı aşan yüce ilkeler dairesine girdikçe bizi ilkellikten çıkarıp insanîleştirmekte ve en temel insanî his olan inancın sahası hâline gelmektedir. İnsan varlığını aşan herhangi bir ahlâkî ilkenin tesisi, kendiliğinden idealizmi, o da inancı davet eder. Bu noktada maddeci-ruhçu ayrımının bir ehemmiyeti yoktur; hepsi bu hususta müşterek ve başka türlüsü mümkün değil. Dayanağını insanın inanç hissinde bulmayan, kendine inanılmayan ahlâkî ilke olamaz. Tarifi gereği “işleyici değil, işletici” (S. Mirzabeyoğlu) yani bizatihi yapıcı değil de yaptırıcı ahlâk, kendisinin doğru olduğuna İNANILAN, gönüllü olarak icrâ edilen kurallar şeklinde boy göstermektedir; yukarıda bunu zikretmiştik. Bu kurallar, inancın hedefi olmaya layık, gerçekten ideal ve aşkın (mesela Marksistler açısından, istikbalde herkesin mutlu yaşadığı sınıfsız, kavgasız, gürültüsüz cemiyet ütopyası gibi hayalî de olsa) bir varlığa istinad ettirilmezlerse, işletici vasfını kazanamazlar; kişi tarafından bünyeleştirilemezler, onu kendilerine inandıramazlar.
Hülasa edecek olursak, insanoğlu, inanma hissi ile mücehhezdir ve bu hissi tatmine zorunludur. Kibir, gurur, bencillik, hedonizm gibi inanç hissinin etrafına kümelenmiş ve yine sadece insana mahsus hislerin kaynağı ve vazifeleri ayrı bir olmak üzere, bu en mücerret hissin ve onun çevresine kümelenmiş, insana mahsus, hiç bir canlıda karşılığı bulunmayan diğerlerinin mevcudiyeti bile, aslında ruhçuluğun ve tabii bunun en mukadder neticesi olarak MUTLAK BİR VARLIK'ın delilidir. “Yaşanmaya değer hayat” anlamında ahlâk, Mutlak Varlık tarafından bize elçileri vasıtasıyla gönderilmiştir. İbda Fikriyatı'nın en temel tezlerinden birisi olan “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hükmünü bu vesileyle tekrar hatırlatalım.
Her ne kadar inancın aslî hedefi Mutlak Varlık olan Allah olsa da, insanlar Allah'a inanıp O'nun İsteği doğrultusunda yaşamak için yaratılmış olsalar da, imtihan sırrı gereği, yoldan çıkıp yozlaşmışlar, ama insan olma, kendini kendinden aşkın bir varlığa teslim etme, ona inanma ve o hayalî varlığın dediği farz edilen hususlara uygun yaşama müşterekliğini sürdürmüşlerdir. İyilik yapma, kendisi aleyhine olsa bile haklarının bir kısmı veya tamamından feragat etme, işte bu aşkınlığa inancın gereği olarak insanoğlu arasında müşterekliğini korumuştur. Muhatabı kim olursa olsun birilerine veya herhangi bir canlıya iyilik yapmak ve bu sayede fıtratına uygun davranış sergilemek, modern zamanların bilim adamlarınca da kabul edildiği üzere, insana neşe vermekte ve hayat sevinci aşılamaktadır. Başkalarına eziyet etmemek, onların hukukunu korumak, gerçekten de hemen hemen tüm dinlerde karşılığı olan ve teşvik edilen davranışlardır.
Vakıf kurumu da, diğer her medenî kurum gibi Peygamber menşeilidir ve ilk vakfı kuran da, kim olduğunu bilmesek bile, mutlaka bir peygamberdir. Ama şekli ne olursa olsun, yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere, iyilik yapma gayesinin müessese planında vardığı zirve noktası olarak vakıf ve vakıf benzeri kurumlar, insandaki iyilik yapmak ortak keyfiyeti gereği, tarih boyunca kendilerine uygulama sahası bulmuşlardır. Günümüze kadar ulaşmış tarihî vesikalarda bunların yüzlerce örneğini görebilmekteyiz. Bu kurumun en mükemmel biçimi, diğer her medenî teşekkül gibi, İslâm'da hayat bulmuş olsa da, Doğu'da, Batı'da bir çok medeniyette izlerini görebilmekteyiz. Neticede, dediğimiz gibi, insan olma keyfiyetinde müşterekiz.