Dil ve mânâ toplayıcılığı dili de yaşatmaktadır. “Dil mesele konuşarak yaşar” tesbiti çerçevesinde Türkçeyi de ancak mânâ dili konuşanların yaşatacakları bir gerçek. Dil, bir candır. Onu ancak hayatın nabzını tutan, fert ve toplum meselelerine parmak basan bir tefekkür yaşatabilir. Böyle bir fikir, hem dile hizmet eder, hem de dilini doğurur. Kelimelerin aslı-kökü ne olursa olsun onu kendi mânâ kalıbına dökebiliyorsan, o kelime senindir. Yoksa ne kadar bu kelimenin aslı Türkçedir desen bile mânâ diline hâkim olamıyorsan o kelime senin olmaktan çıkar veya ruhsuz ceset gibi kalır. (Kâzım Albay 1992)

“Bizim gibi”, akşam âlim yatıp, sabah uyandığında başka bir dille konuşmak zorunda kalan toplumlarda dil büyük bir sorun ve toplumunun büyük bir kesiminin genellikle dilden anladığı; dilin dışımızdaki gerçekliği yansıtan alelâde, fonksiyonel bir alet, sözler topluluğu ve dil bilgisi kurallarından ibaret olduğu şeklindedir. Bir de bunun bizde; erken cumhuriyet döneminde, tüm faaliyeti Arapça-Farsça kelimelere uydurukça karşılıklar bulmak olan ve dil meselesini sadece kelimelerden ibaret gören, Türk Dil Kurumu diye bir versiyonu vardı ki, evlere şenlik!..

Görüş: Ruhumuzu teknolojiye giydirmek Görüş: Ruhumuzu teknolojiye giydirmek

Oysa “âlem, Allah’ın lisânlarından bir lisândır.” Ve “dil insana verilmiş bir kâinat plânıdır.” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) Bu ölçüler ışığında meseleye, farklı anlam dünyaları bakımından dilin etkinlik alanına konma biçimi, düşünce dünyamızın sığlığı-derinliği ve bunların dile yansıması açısından bakarsak; dil, dışımızdaki gerçekliğin belirli bir şekilde kavranmasına ve temellendirilmesine dayanan bir inşadır. Dahası, eşyanın Hakk’ın hangi ilahî isminin hükmü altında bulunduğunu keşfe; Martin Heidegger’in nitelendirmesiyle, “sözün bir ve aynı olana sürekli bağlanması”na yönelik bir ibdadır. Fakat her halükârda, yine de altta bir yerlerde, şuur seviyesinin her değişiminde yeniden üretilmeyi bekleyen, “varlığın ve varoluşun kökünde bulunan, sonsuz ve sınırsız bir keşfe mevzu” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) derin bir sırlar âlemi yatacaktır.(Mevlüt Koç, 2015)

Dil bahsine böyle bakıldığında dilin ruha bağlı bir canlılık gösterdiği ve fikir dünyasını da ancak bir dünya görüşü etrafında zenginleştirdiği aşikar. Dilimize harf inkılabıyla darbe vurulsa da Üstad Necip Fazıl'ın kullanmış olduğu dil, tam da bu millete, hafızasını tazeletecek ve geçmişini hatırlattığı gibi, geleceğine de yön tayin edecek.

Bir dünya görüşü (Büyük Doğu-İbda) etrafında şekillenmeyen dil, içine ister istemez uydurukçaları da alacak, gelen yabancı kelime seline karşı da müdahale edemediği gibi onu hazmedemeyecek.

İşin ruh tarafı bu iken, biz teknik tarafındaki fecaati Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun'un yazısıyla misallendirelim: 

Ah Şu Uydurukça

Ortaokulda İngilizceyi yeni öğrenmeye başlayan çocuklar olmadık hatalar yaparlar; İngilizcenin kaşını gözünü yararlar; “the” kullanılacak yerde “a“, “will” kullanılacak yerde “shall” kullanırlar. Uydurukçayı yeni öğrenen nice ünlü yazar ve profesörlerimiz de bunlara benziyorlar. “Uydurukça” denen yeni dili öğrenirken olmadık yanlışlar yapıp Türkçenin kaşını gözünü yarıyorlar.

İşte Ulusal Kültür Dergisinden örnekler. Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun “Çocuk Tiyatrosu Sahne Uygulaması Üzerine Düşünceler” adlı yazısından aldığımız şu cümleye bakınız: “Çocuk ayaklanmasının ilk devresinde hareketlerini hep dairesel bir oylumda yapar” Okuyucularımızın anlayabilmesi için cümleyi Türkçeye çevirmemiz gerekmektedir: “Çocuk, ayaklanmasının ilk safhasında hareketlerini hep dairevî bir hacimde yapar.” Uydurukçanın mucitleri, “oylum” kelimesini “hacim” yerine uydurmuşlardır.

Özdemir Nutku’dan öğreniyoruz ki daire bir cisimdir, alanı değil hacmi vardır. Acaba dairenin hacminin hangi formül ile bulunduğunu da Nutku bize lütfederler mi? Prof. Dr. Nutku, psikolog William Stern’e de inciler döktürtmüş. Ondan tercüme ettiği bir cümle şöyle: “Her insan, kendini çevresinde oylumun merkezi varsayar ve bu oylumu adım adım tanır“. Tabii ki Stern böyle bir cümle kurmaz. Okuyucularımız Nutku’nun bir cümlesini (?) Türkçeye çevirmeye çalışıp eğlenebilirler.

Bir cümle daha: “Yine bu yaşlarda topluluk duygusu ya da bir arada oluşun duyarlığı artar ve çocuğun çevresine olan çabaları genişler.” “Duyarlık” yerine “hassasiyet“, “çaba” yerine “gayret” koyup cümleyi tekrar kurunuz. “Çevresine olan gayretleri genişler” ne demektir? Nutku, hangi dille yazıyorsunuz? Bu dili öğreten kitaplar, okullar varsa bize de tavsiye ediniz; öğrenelim ve yazdıklarını anlayalım.

“Bu yaştakilerde adalet duygusu ön düzeydedir” diyorsunuz. “Düzey” “seviye” yerine uydurulmuştur. Seviyenin önü arkası olur mu? Yoksa üstü ve altı mı olur? Yürümeye yeni başlayan çocukların dairevî şekilde hareket ettiklerini ve çevrelerini adım adım tanıdıklarını sizin yazınızdan öğrendik. Ama tekrar o çağlara dönüp çevremizi yeniden tanımaya; daire ile kürenin, seviye ile plânın farklarını yeniden öğrenmeye lüzum var mı?

“Dikkate alınması gereken bir nokta da, oyun yerinde az sayıda büyük olması, olanak varsa hiç olmamasıdır” cümlesindeki “olma, olanak, olmama” kelimelerinin tekrarlanması sizi hiç rahatsız etmiyor mu?

Acaba büyüdükçe, öğrendiğiniz kelimeleri birer birer atarak, tekrar çocukluk çağlarındaki kelime hazinesine dönmek, böylece çocuğun dünyasına daha rahat nüfuz etmek niyetiyle bu işi bilerek mi yapıyorsunuz?

Öyle anlaşılıyor ki bu yolla çocuğun dünyasına iyice girmiş ve onun düşünüş tarzını tamamen benimsemişsiniz. Tıpkı bir çocukta olduğu gibi mekân duygusu kaybolmuş; daire ve küre, seviye ve plân birbirine karışmıştır. Yine çocuklardaki gibi “sebep-netice” münasebeti de ortadan kalkmıştır: “Drama, sözcük kökünde yapmak anlamına geliyorsa, çocuk da oyun sırasında bir şeyler yapmak etkisi içindedir.“

Ö. Nutku: Çocuk, piyesi sadece seyretmemeli, oyuna bizzat iştirak etmelidir, diyor. Çocuk da oyuna katılmak ve bir şeyler yapmak ister; çünkü “drama” kelimesi “yapmak” mânâsındaki bir fiilden türemiştir. Yani Nutku’ya göre “drama” “yapmak“tan türemeseydi, çocuk da bir şeyler yapmak ve oyuna girmek arzusunu duymayacaktı.

Doğrusu Sayın Özdemir Nutku tebrike lâyıktır. Çocuk Tiyatrosu ile ilgili bir yazıyı onların seviyesine inerek yazmakta büyük bir başarı göstermiştir. Tabii ki bu başarıyı sağlamasında en büyük pay, uydurukça kelimelere düşmektedir.