29 Kasım 2014 günü Haliç Kongre Merkezi’nde “Adalet Mutlak’a; Yaşanmaya Değer Hayat İçin” başlıklı bir konferans düzenlenmişti. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı ve iki buçuk saat süren konferans, gazeteler, sosyal medya ve TV’lerde çok ses getirdi ve buna bağlı olarak konferans hakkında haberler, yorumlar, tenkitler oluştu. Tabiî olarak herkes ve her kesim kendi zaviyesince ve dünya görüşüne nisbetle tenkitlerini dile getirdiler… Bu yazımızda, Salih Mirzabeyoğlu’nun teklif ettiği “fikir sistemi”ne nisbetle insan ve toplum meselelerine dâir birçok ölçülendirmeyi-ipuçlarını anlattığı konferansa dâir yapılan bazı seviyesizce yaklaşımlardan bahsedeceğiz.
 
“Seviyesizce” kelimesine dikkat çekiyoruz. Burada tenkid'i ötelemek niyetinde değiliz; bilakis, bizler “insanda her şeyden önce var olan tenkid (kendini diğerlerinden ayırma) şuurudur” diyen bir fikir sistemine bağlıyız. Bu açıdan bakıldığında konuşmak, ifade etmek, fikrini izah etmek, tenkid-eleştiri getirmek bakımından Büyük Doğu-İBDA fikir sisteminin zengin bir kültür birikimine sahip olduğu eserlere bakıldığında rahatlıkla görülebilir; tabiî ki, böyle bir kültürden gelmekle böyle bir kültürü yansıtabilmenin, bunu ifade edebilmenin ayrı hususlar olduğunun farkındayız. Bunun yanı sıra, Büyük Doğu-İBDA fikir sisteminin diğer “ideolojik” yapılanmalara nazaran hem muhteva ve hem de teşkilatlanma bakımından esastan gelen bazı farklılıkları vardır ve bu farklılıklar tabiî olarak fikriyata uzak kimselerce bir anda anlaşılabilir-özümsenebilir hususlar değildir. Her dünya görüşü yeni bir dildir ve o dilin kendine mahsus anlamları, getirdiği bakış açıları vardır. Bu açıdan bakıldığında herhangi bir dünya görüşüne doğrudan intibak edebilmek bir anda mümkün değildir. Fakat bir şeyi anlayamamak başka bir şeydir, anlayış çabasına girmek daha başka ve anlayamadığını kendi kapasitesince anlamlandırıp kendi görüşü çerçevesine hapsetmek ve dar kalıplar içinden aforizma savurmak bambaşka bir şey!
 
Problem de burada başlıyor! Günümüz fikir-edebiyat dünyasına bugün hâkim olan başıboşluk rüzgârları sosyal medyada “fikrini beyan etme” sarhoşluğuyla birleşince önüne gelenin, her önüne aldığı mevzu hakkında atıp-tutması gibi bir manzaraya yol açıyor. Yani, “fikir hürriyeti”nin var olmasının hakikati başka bir şey, herkesin her mevzuda fikrini beyan etmesi daha başka bir şey; böyle olunca da, bir manavın fizik mevzuu hakkında yahut bir fizikçinin manavın mesleğinin incelikleri üzerine konuşması, “fikir beyan etmesi” sanki tabiî bir hâl gibi algılanmaya başlıyor. Oysa her mevzu kendi esas, usul, kuralları içerisinde ele alınır. Mesela, bir İETT otobüsüne binen yolcular otobüs şoförüne ne yapması gerektiği hususunda “fikir” beyan etmez, ulaşacakları yere gittikleri müddetçe kendi sınırlarını bilip şoföre müdâhil olmaz ve bu mevzuun tabiî akışı içinde bunu böylece kabul ederken, yine aynı yolculuğu yapanlar arasında bulunan ve aynı ilişkiler ağı içerisinde hareket eden bazı kimseler, bir otobüs şoförüne bile biçtikleri tabiî sınırı bir fikir adamına, bir ressama yahut bir politikacıya biçmezler ve “dilin kemiği yok” esprisi içerisinde ha babam de babam “fikir” beyan ederler! Oldu mu şimdi? Bir otobüs şoförüne karıştığı andan itibaren bile tabiî bir şekilde gelişecek olan hâdiseler silsilesini hesap edebilen mantığın, mevzu insan ve toplum meselelerine dâir fikrini beyan eden bir mütefekkire geldiğinde hiçbir mantık zincirini tanımaması, alabildiğine coşması, yerli-yersiz yakıştırmalarda bulunması, ayar verip yer biçmeye kalkması ise şuurun sosyal medya hastalığına bulanmış bir şekilde ne dediğini, niye dediğini, neleri söylemesi gerektiğini bilmediğiyle izah edilebilir ancak!
 
Mevzuun bilinmemesi noktasından bile ele alacak olursak, burada, “bilmemek” bile başlı başına bir erdem olarak parıldar; çünkü “bilmemek” bilinmediğinin farkına varıldığının bir göstergesi olmak bakımından “bilme”ye yönelik bir hamle gerektirir! Sanıyoruz maksadımız anlaşıldı.
İBDA ve Salih Mirzabeyoğlu Hakkında Bir Kaç Hatırlatma
Salih Mirzabeyoğlu, 59 cilt eserin müellifi. En mühim özelliği ise Necip Fazıl’ın Büyük Doğu davasının İBDA hareketi ile yürütücüsü… Kendi ifadesiyle "YÜRÜYEN BÜYÜK DOĞU"... Yani, karşımızda sadece bir “yazar” olarak görebileceğimiz birisi yok; aynı zamanda kendi fikir hareketinin aksiyonunu da sürdüren, birini birinden ayırmayan bir idealist var. Eserinin, fikrinin kavgasını veren, bedelini ödeyen bir adam… Neredeyse yarım asırdır davasının mücadelesini her şartta yürütmeye çalışıyor. Bizim çok satan ve yok satan karmaşık dünyamız her gün, her hafta alt-üst olurken, Salih Mirzabeyoğlu ideali uğruna -hem de bütün insanlık adına- karınca misali çalışkanlığıyla arzuladığı nizam peşinde mimarisini örgüleştirmeye bugün de devam ediyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu konferansında bir televizyon muhabirinin kendisini nasıl tanımladığını anlattı. O sözleri önemine binâen paylaşalım: "Salih Mirzabeyoğlu, ezber bozar ama bunu sadece ezber bozmak için değil, insan ve toplum meseleleriyle ilgili bir dünya görüşü sunmak için yapar. Sanıyorum ki bu, bilhassa rahatsız edici olandır". Bu tanımlamadaki "insan ve toplum meseleleriyle ilgili bir dünya görüşü sunar" sözlerini tekrar vurgulamak istiyoruz; çünkü Mirzabeyoğlu'nun fikir dünyası, günümüz dünyasının çarpık çıkar ilişkileri içinden değerlendirilmeye tâbî tutulduğu andan itibaren orada olan Mirzabeyoğlu ve fikriyatından başka her şeydir. Neden? Çünkü Salih Mirzabeyoğlu, yine kendisinin günümüz literatürüne kazandırdığı bir yükseklik içinde "fikirde seviye fikirdir" ölçüsü içerisinde insan ve toplum meselelerini ele alır eserlerinde...
 
Fikrinin tutarlılığını eserleri boyunca hesaba çeken, sonunda "Bütün Fikrin Gerekliliği" diyerek bunun verilerini sosyal, siyâsî, psikolojik açıdan izah eden, izâh edilemediği yerde ise niçin izâh edilemeyeceğinin izâhını getiren; ardından bütün bunları kendi örgüleştirmemiş gibi bir tevazu içerisinde hâlâ nefsini hesaba çeken, konferansında kendi fikrini ortaya koyup her kesimi kendini izaha davet eden, 16 yıllık cezâevi hayatının ardından sonra ise "fikirse fikir, kavgaysa kavga" diye meydan okuyan bir fikir adamı var karşımızda. Fikir ve aksiyon adamı!
Kitaplar ve Mirzabeyoğlu
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu anlamaya çalışmak bir yönüyle kitap okumaya da benzer. Kitap okumanın, elde edilen bilginin tasnifi ise çetin bir iştir; çünkü “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!” esprisi içerisinde düşünürsek, yığılmış olan bilgileri belli bir düzen içerisinde tasnif zorunluluğu vardır. Muhakeme işte bu tasnif içinden doğar yahut muhakeme bunları bir tasnife sokar… Aksi halde Nasreddin Hoca Hazretleri’nin bir kıssasında işaret ettiği üzere “ben yaptım oldu”culuk seviyesinden öteye gidilemez. Salih Mirzabeyoğlu değerlendirmeye tâbi tutulduğu andan itibaren, onun söylediği, getirdiği ve teklif ettiği sisteme, “sistem teklifi”ne nazaran fikirler ileri sürmek ve en azından davet ettiği fikrî atmosfere göre şekil almak icap eder. Nasıl ki “kitap herkesin kendi meselesini veya kendi idealinin tespit ettiği muayyen bir sınırı doldurmak için değerli bir vasıta” (1) ise Mirzabeyoğlu gibi fikir adamları da aynen bu şekilde “herkesin kendi meselesinin veya idealinin tespit ettiği muayyen bir sınırı” keşfetmesi için hafiyelik yapan, Fransızların tabiri ile avant-garde- öncü’lerdir.
 
Okumanın kendisi de gaye değildir; buradaki asıl unsur bu bilgilerle “elde edilecek olan mütalaanın hedefi, dünya hakkında umumi bir fikre ve görüşe sahip olmaktır.” (2) Aksi halde elde edilen her şey “bilgi salatası” olmaktan öte bir mânâ belirtmez. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinde devamlı hatırlattığı bir husus olarak “kuru bilgi” ile “irfan davası” arasındaki fark!..
 
Fikir adamlarının bir yönüyle iyi kitaplara, her okuduğumuzda bize yeni fikirleri ilham eden, başka başka ufuklara çağıran kitaplara nasıl benzediği sanırız anlaşıldı.
 
İnsanların beyinlerindeki bilgi tortularının hiçbir elemeye tutulmamış halleriyle bütün bir fikrin parçalarını anlamaya çalışırken düştükleri yanılgıları kim mazur görmez?
 
Yazımızın girizgâh bölümünde hatırlattığımız üzere, anlayamamak başka, anlayamadığı hakkında anlama çabasına girmeden ileri geri konuşmak, bir de üstüne üstlük “pislik” yapmak başka bir şey.
 
Üstad Necip Fazıl’ın kendisi hakkında edepsizlik yapmaya yeltenen birisine söylediği şu söz meşhurdur “ucuna sivrisinek kondu diye 35’lik top ateşlenmez.” (Necip Fazılla Başbaşa, s. 27) Bu veçheden olmak üzere bu üç sivrisinek tabiatını kötüye emsal ve seviyesizliğin de bir seviyesi var kaabilinden ele alacağız.
Parsacı Avanak Avcıları
Salih Mirzabeyoğlu ve fikriyatını bir anda kavramak elbette mümkün değil ama hiç olmazsa bir-iki kitabına bakarak onun hakkında, fikri hakkında konuşmak fikir namusu adına bir seviye belirtir. Hâlbuki sanki konuşmasının ardından birkaç sivrisineğin vızıldayacağını bilir gibi konferansının başlangıcında "adam tanımak surat tanımak değildir!" diyerek bu durumu belirtmişti; fakat cücelerin magazin haberlerini aratmayan dünyasında hiçbir şey değişmemiş belli ki, bunlardan bir kaçı Mirzabeyoğlu konferansı sonrası "bir kaç avanak avlarım" hissiyatıyla ve ucuzların ucuzu parsa toplama hevesiyle belirdiler. Bütün dünyaca tanınan bir haber ajansı konferans haberini "Mirzabeyoğlu her toplumun hafızası, lügatinde topludur. Herkes kendi dilini hakikaten, sahici olarak izah edebilse millet, birbirini zenginleştirir" diye enfes bir seçicilikle haberleştirirken, bir elin parmaklarını geçmeyen sayılarıyla üç farklı açıdan söylenenler, algıda seçiciliğin nerelere kadar düşebildiğini göstererek, ucuzculuğun hâlen bir piyasası olduğunu hatırlattı. "Efendim madem bu kadar ucuzlar, bunlara böyle uzun tiradlarla laf söylemek onlara ehemmiyet vermek anlamına gelmez mi?" diye suâl edilse doğrudur; fakat burada bir nüans vardır ki o da şu:
 
Hem fikri ve hem de aksiyonu ile kendini isbat etmeye ihtiyacı olmayanın fikir hürriyeti ve namusu adına fikrini serdetmesi ve bu fikrin yüksekliğince herkese söz hakkı tanımasından mütevellit münazara başka, birisinin fikir namusu adına kendisini izah edişini anlayamamak bir yana anlayamadığıyla beraber cahil cesaretiyle ayar vermeye yeltenmesi ve kendi gezindiği ucuzluk pazarı seviyesinde yer biçmeye davranması başka bir şey!
 
"Çok mu haksızlık ediyoruz acaba?" diye sormak gerekiyor burada; çünkü, kendimizi nisbet ettiğimiz fikir bizi buna davet ediyor. Öyleyse bir bakalım kim bunlar ve ne demişler?
Allah’ın İhsan Etmediğini Sana Kim Versin?
İhsan Eliaçık… İhsan Eliaçık gizli din tahrifçiliği mezhebinin üçüncü sınıf kopyacılarından. Kurban kesmekten oruç tutmaya, iftardan teravihe kadar dinin emrettiği ne varsa karşı çıkan, bunları eğip bükmeye (!) davranan kendinden menkul birisi; aslında zatıyla varolmayan, ama bugünkü Ehli Sünnet düşmanlığı rüzgârı içinde çevresine üç-beş cahil genci toparlayınca “ben de bir şeyler biliyorum!” havalarında şahsiyetini “anti-karşı” olmakta bulan birisi.
 
Müslümanlara İslam’ı öğretmeye kalkan, kapitalizm ve sermaye ilişkisini çözerken “obezite” hastası olan sorunlu bir tip. Bütün ömrü bozuk düzenin kendine biçtiği pis alanda muktedirlerin arkasını yalamakla geçerken, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansının ardından onu “muktedirlerle işbirliği yapıyor” diye suçlayacak kadar kime ne söylediğinin farkında olmayan bir cahil.
 
28 Şubat’ta hangi fare deliğinde saklandığı kimse tarafından bilinmiyor, ama bu kapital düşmanının Fatih semti Atpazarı’ndaki nargile kafesinde dönen dolaplar herkesin malumu. Bu yazıda da yeri ancak bu kadar; çünkü bu söylediklerimiz bile, yaptığı ve yapacaklarının tümüyle beraber bütün şahsiyetine en büyük lütuf!..
Bugda Kalmış Bir Trend: Faşist, Sosyalist, İslamcı Bozacılar
Koza düşünce adı altında toplanan Kozacılar bir nevi boza gibi. Bir yandan Faşist söylemlerde bulunurlarken diğer yandan Sosyalist fikirleri savunuyorlar; öte yandan ise ayetler-hadisler, yazılar arasında uçuşmakta… Belli ki kafası karışık arkadaşlar.
 
Koza düşünce sitesinde ve dergisinde yer alan Muhammed Zahid Erdoğan’ın kaleme aldığı “Salih Mirzabeyoğlu ve Mazlumiyet Üzerine” başlıklı yazı İhsan Eliaçık’ın iş ve iç dünyası kadar renkli… Sosyal medya hastalığının, sosyal medya var diye illa fikir beyan etme hastalığının tipik misallerinden bir yazı. Belli ki İhsan Eliaçık’ın avladığı ve kıvama gelince İhsan Eliaçık’ı da beğenmeyen ve sonrasında ondan ayrılan taifeden yahut içten içe ona öykünen…
 
Hani TV’lerdeki tartışma programlarında rastladığımız meşhur bir Yahudi taktiği vardır. Önce lafa başlarken kılığı-kıyafeti düzgün üç beş kelime ederler ve sonrasında iyi bir laf edecek sanırsınız ya, bu da öyle. “Mirzabeyoğlu işkence gördü” diye yazıya başlayıp sonrasında ise İhsan Eliaçık gibi “iktidardı, muktedirdi, geldiydi, gittiydi” tarzında bir şeyler gevelemeye başlıyor. Bre ahmak! Yazının ilk cümlesinde Salih Mirzabeyoğlu’nun muktedirlere boyun eğmediğinden dolayı işkence görmesini yüceltirken, sonraki cümlede Salih Mirzabeyoğlu’nun tahliye olmasını muktedirlerle işbirliği içerisinde olmasına bağlamak ne demek? Yani bu kafası karışık arkadaşın idrak seviyesine göre; “Salih Mirzabeyoğlu zindanda çürüsün, ölsün, bitsin, mahvolsun, gitsin” yollu bir zihnî deformasyon ortaya çıkıyor. Oysa bu gibi totoşlar, Laik-Kemalist rejimin bütün nimetleri içerisinde ve demokrasi çayırının en nadide çiçekleri arasında şen sıpa misali hoplayıp zıplarken şu karşı çıkılması gereken “muktedirler” neredeydi diye kendilerine soracak kadar olsun akıl sahibi değildirler. Anlaşılan o ki bütün niyet, belli ki bütün mesele mevcut iktidarın zenginliklerinden pay kapamamalarında gizli!
Hem Solcu Hem Sağcı Hem Laik Hem İslamcı Hem Hümanist Hem Faşist: Savulun Gökçe Fırat geliyor!..
Ulusal Parti Genel Başkanı Gökçe Fırat, Türk Solu isimli bir dergi çıkarıyor. Salih Mirzabeyoğlu konferansı ardından o da bir yazı kaleme aldı. Gökçe Fırat’ın bazı tesbit ve tenkitleri esasında “doğru” olsa da kafası o kadar karışık ki, değerlendirmeleri içerisinde bu doğrular diğer yanlışlarla birbirine karışıyor. “Türk Solu” cephesi için, bu camia ve kişi için sol cenah ve diğer cenahlarda onun bir “operasyon adamı” olduğu herkesçe bilinen bir husus.
 
Kafasının çok karışık olduğu birçok demecinden anlaşılan Fırat, bu kafa karışıklılığının da ona verdiği cesaretle Mirzabeyoğlu’nun aslında “İslamcı olmadığı”, onun “anti-emperyalist olduğu için İslamcı olduğu” gibi değişik bir tesbiti var. Kendisi kadar şürekâsı ve oturup-kalktığı, yemek yediği insanların da Gökçe Fırat’ı yanlış bilgilendirdikleri çok açık…
 
Yeri gelmişken şu hatırlatmayı tek paragraf içerisinde yapalım:
 
İslâm, herhangi bir fikrin, fikriyatın, ideoloji’nin, izm’in antisi değildir; İslâm “tezlerin tezidir” ve bu veçhesiyle aslolandır; İslâm’a nisbetle diğer inanış biçimleri onun antisi olmak bakımından hayatiyet bulurlar. İslam “hak” olandır ve onun dışında kalan her inanış biçimi “batıl” kutuptadır. Yani, bir Müslüman Anti-Emperyalisttir ama bu, onun Emperyalizmin antisi olarak varlık bulduğu mânâsına gelmez; bir Müslümanın Anti-Emperyalistliği tabiîdir.
 
Gökçe Fırat’ın kafa karışıklığı yahut kafa karıştırmaya çalışması bununla da bitmiyor. Hemen ardından ise Mirzabeyoğlu’nun “anti-materyalist gibi gözükse de aslında bal gibi materyalist” olduğu gibi derin(!) bir analize kalkışıyor. Gökçe Fırat’ı tutabilene aşk olsun! Hemen ardındansa Mirzabeyoğlu’nun “aksiyoner” olmadığını, bugün itibariyle sadece bir “filozof” olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyor… Gökçe Fırat’ın yazısını okurken insanın içini, Veli Efendi Hipodromundaki bir at yarışını seyrediyor hissi kaplıyor; nasıl bu yarışlarda birbirini geçmek için jokeyler biteviye bir hırs içindelerse, Gökçe Fırat’ın beyin lobları da birbiriyle itiş kakış içindeler. Her söylenen “özlü söz” bir öncekiyle, hakikatiyle, sahtesiyle, sonrasıyla birbirlerini inkâr eden bir yarış halindeler. Gökçe Fırat son dörtyüz’e gelindiğinde bu sefer yeni bir sprinte kalkarak tertip heyetinin o gün için “güvenlik” olarak belirlediği isimlere göz dikiyor, sahnenin içerisinden gözüne kestirdiği birisini “yeni kumandan” olarak belirliyor İbda hareketine. Başta söyledik; Gökçe Fırat’ı tutabilene aşk olsun! Harekete yön verme atraksiyonları böyle devam ederken, iki buçuk saatlik konferans içerisinde Salih Mirzabeyoğlu’nun Sol kesime getirdiği eleştiriler içerisinden hiçbirine değinmeden yazısını bitiriveriyor. 
 
Yazımızı Adolf Hitler’in Kavgam isimli kitabında geçen bir sözü ve Nietzsche’nin bir şiiriyle bitireceğiz.
 
Hitler şöyle söylüyor:
 
“Okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da her hangi bir işe yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.” 
 
Niçe’nin bir şiiri ise şöyledir:
 “Beni ne ilgilendirir ki pazaryeri ve ayaktakımı
ve ayaktakımının gürültüsü
ve ayaktakımının uzun kulakları!
O kulaklara göre ağız değilim ben!”
 
1. Adolf Hitler, Kavgam
2. A.g.e.
Baran Dergisi 414. Sayısı