Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesiyle beraber aslında tüm dünyanın farkında olduğu fakat kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği yeni bir dünya düzeninin eşiğinde olduğumuz gerçeği daha sık konuşulmaya başlandı. Bilhassa Amerikan Başkanı Biden’ın yıkılmakta olan ve insanlığa acıdan başka hiçbir şey getirmeyen dünya düzeni sanki Batı patentli değilmişçesine ve bu düzenin son hâkimi olan ABD tüm dünyayı kana bulamamışçasına yaptığı “Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve buna bizim önderlik etmemiz gerekiyor.” minvalindeki açıklamasının ardından tüm dünyada daha da hararetlenen yeni dünya düzeni tartışması, memleketimizde de artık konuşulur oldu.

Esasında Biden başta olmak üzere bu tartışmaya dahil olan herkes “yeni dünya düzeni” derken, mevcut Batı merkezli anlayışın hakimiyetini sürdürmesi, mevzu anlayış üzerine yeni müesseselerin bina edilmesi ve bazı aktörlerin tasfiye edilmesi düzleminde hadiseye yanaşıyor. Oysa ki dünya bu büyük buhranı, dinin tüm alanlardan tecrit edilip vicdanlara hapsedildiği, ruha karşı maddenin hâkim kılındığı, ferdin dünyanın merkezine yerleştirildiği ve herkese birbirinin gözünü oymak için fırsat kollaması gerektiğini vaz eden Batı merkezli düşüncenin hakimiyeti sebebiyle yaşıyor. Dolayısıyla fertten cemiyete oradan da cemiyetin genişliğine meydana getirdiği en şümullü müessese olan devlete kadar, dünyanın yaşamış olduğu buhranın temel sebebi, düzenin Batı tarafından inşa edilmiş olması ve Batı düşüncesinin dünyanın her köşesinde makes bulmasıdır. Köhnemiş düzen yıkılırken yerine muadilinin ikame edilme uğraşı ise aynı problemlerin tekrar yaşanmasına yol açıcı bir ölüyü diriltme çabasından başka bir şey değildir.

Bu söylediklerimiz, sürekli yapıldığı üzere “Batı öyle kötüdür, böyle berbattır!” minvalinde bir “edebiyat” gibi anlaşılmasın; görünen köy kılavuz istemez. Açık bir “değişim” sürecinin içerisindeyiz ve mukayese kabul etmeyecek derecede zayıf görünüyoruz; fakat o zafiyetten doğan bir kudretin de bünyemizde mahfuz olduğunu unutmamak icap eder.

“Modern sistem” kodları

Bugün yaşadığımız modern/postmodern dönemin temellerinin Batı tarafından hangi süreçlerden geçilerek atıldığı sıklıkla üzerinde durduğumuz bir mesele… Ortaçağ’ın sonlarından itibaren Batı’da, hemen hemen her sahada yaşanan gelişim ile birlikte yeni bir paradigmanın doğuşuna zemin hazırlanır. Rönesans ile beraber bir anlayış zemini oturtan Batı medeniyeti, Reform ile Kilise’nin taassubundan kurtulma hamlesine girişirken Vestfalya, İngiliz Devrimi, Fransız İhtilâli ve Sanayi Devrimi gibi gelişmeler siyasî, içtimaî ve iktisadî bakımdan “yeni dünya”nın, başka bir ifade ile modern kapitalist sistemin nüvelerini ihtiva eder. Modern devlet ve toplum da yaşanan gelişmelerle birlikte parçaları birbirine eklemlene eklemlene gelişen bir sistemin ve krizleri fırsata çevirerek kusurlarını örten kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasının bir neticesidir.

Avrupa’da Katolikler ile Protestanlar arasında yaşanan Seksen Yıl Savaşları ve Otuz Yıl Savaşları’nın ardından imzalanan; modern devletler sisteminin ve ulus-devlet modelinin kendisine dayandırıldığı Vestfalya Anlaşması, her ne kadar sınırları belirlenmiş ve o sınırlar içerisinde hâkimiyet sahibi devletin doğuşuna zemin hazırladığı yönünde bir anlatımla yüceltilse de bundan ziyade dini siyasetten tecrit etmesi-sekülerizme yol açması bakımından ehemmiyet arz eder.

Nitekim 1648 yılında imzalanan bu anlaşmanın ardından bugünkü mânâda bir ulus-devletin varlığından bahsedilemez. Kesin sınırlar, münhasır hâkimiyet ve “ulusallık” gibi hususiyetleriyle, bugün ulus-devlet dediğimiz model ancak 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında, bilhassa I. Dünya Savaşı’nın ardından ve daha sonra gelişen bağımsızlık hareketlerinin akabinde tüm dünyada hâkim model hâline gelmeye başlar. Zira 20. Yüzyılın başında, bugün Birleşmiş Milletlere üye olan devletlerden (toplam 193 devlet) sadece 15’inin mevcudiyetinden bahsedilebilir. (Heywood, 2016: 165) Dinin siyasetten tecrit edilmeye başlandığı Vestfalya’nın yanında, aynı dönemlerde İngiltere’de gelişen model ise modern devletin diğer sac ayaklarını oluşturur. Alman akademisyen Benno Teschke’ye göre; modern devlet, hakimiyeti siyaset ile sermayenin birlikteliğini yansıtır şekilde kapitalist niteliğiyle parlamentoya dayandırması bakımından İngiltere’de doğmuştur. (Teschke, 2004: 51) Siyaset ve sermayenin uzlaşısı neticesinde ortaya çıkan bu düzen görünürde iktidarın kaynağını halka dayandırsa da yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere oligarşiye dayanır. Bugünkü “modern” hâliyle ortaya çıkışı ise yukarıda da belirttiğimiz üzere I. ve II. Dünya Savaşı sonrasını bulur.

Fransız İhtilâli ve sonrasında yaşananlar da “milliyetçilik” akımının ortaya çıkışı ve dine karşı savaş çerçevesinde önemli bir yere sahiptir. Batı dünyasında “dinsizleşme-dinsizleştirme” gayesiyle Kilise’ye karşı açılan savaş, insanın inanma ihtiyacı ve istidadı dolayısıyla ilahî olan her şeyin beşerîye aktarımı ve beşerî olanın (aklın, insanın, tabiatın vs.) ilahlaştırılması gibi bir neticeyi beraberinde getirir. Üstelik bu öyle alttan alta değil, her şeyin göstere göstere icra edildiği bir süreçtir. Bu bahsi çok uzatmak istemesek de meselenin daha anlaşılır olması bakımından müşahhas bir misal verebiliriz:

Fransa’da 1793 sonbaharından itibaren 3000 rahip giyotine gönderilerek bütün kilise topraklarına el konulur. Bu dönemde sadece Katolikler değil, Protestanlar ve Yahudiler de hedeftedir. Çünkü bayramlarıyla, mitolojisiyle, azizleri ve tapınaklarıyla yeni bir din doğmaktadır. “Resmî olarak” 10 Kasım 1794’te ilan edilen akıl dini, Notre Dame Katedrali’ndeki “akla tapınma” ayiniyle zirvesini yaşarken Hıristiyanlığı taklitten de geri durmaz. Ondan boşalan kutsal alanlara kendi argümanlarını yerleştirir; teslis, vaftiz, aforoz gibi Hıristiyanlığa has uygulamalardan boşalan alanlar onun benzeri sivil ve siyasî uygulamalarla doldurulur. (Atalay, 2019: 25-26)

Aklın putlaştırılması tabiî olarak kendisini kâinatın merkezinde gören insanın da ilahlaştırılmasına varır. Kıta Avrupa’sındaki gelişmeler ve bilhassa İngilizlerin öncülüğünde inşa edilen bu yeni dünya, dinin hayatın tüm sahalarından tecrit edilerek vicdanlara hapsedildiği ve sermayenin yükseldiği dönemdir.

Bu yeni dünyada insanın nefsine hitap ederek menfi yönlerinin açığa çıkarılması esastır, bu bakımından insanı süflilerin en süflisine götürecek biçimde ve insanın arzularına hitap etmesi bakımından fıtrata en uygun şekilde inşa edilmiştir. Varlığını yüzyıllardır sürdürebilmesinden de gördüğümüz üzere karmaşık olduğu kadar da muhkem bir yapıya sahiptir. Şartlara göre kendisini güncelleyebilmesi ve hiçbir sabitesi olmaması dolayısıyla bu düzeni “şeytanî” olarak nitelememiz zannediyorum ki yanlış olmayacaktır.

Bu düzeninin ideal insanı da müteale bağlılık duymayan, hiçbir sabitesi olmayan bir garip yaratıktır. Batı insanındaki hodbinlik fertlerin birbiriyle olan münasebetlerinden, dünyanın geri kalanıyla olan münasebetlerine kadar kendisini gösterir. Hudperestliğe varan bu anlayış, dünyada sadece kendileri yaşıyormuş ve kendilerinden başkası yaşama hakkına dahî sahip değilmiş gibi bir düşünceyi beraberinde getirir. Onların “öteki”leştirdiği herkesin fikri kıymetsizdir. Batı’da fert merkezli materyalist telakkilerin, her fikirden daha fazla itibar görmesinin ve de kendilerinden başka kimsenin problemlerini önemsememelerinin sebebi de bu olsa gerek.

Küreselleşme sürecinde sermaye, devlet ve toplum

20. yüzyılda, kendisine yeni bir beden bulan ve çok önemli değişimler geçiren kapitalist sistemde, henüz “yeni” denilebilecek kadar yakın bir tarihte ortaya çıkan ulus-devlet de sorunlar ve dönüşümler yaşadı. Askerî güce sahip olan siyaset ile maddî gücün sahibi olan sermayenin ortaklaşa inşa ettikleri sistem üzerinde bir güç mücadelesi dikkat çekti. Bilhassa 1970’lerle beraber ulaşım ve kitle-iletişim vasıtalarının gelişimi ile başlayan küreselleşme sürecinde, “Devletlerin kendi ekonomik kaderini kontrol edemediği bir dünyada ulus devletin geleceği var mıdır?” sorusu önemli bir tartışma mevzuu oldu. Gerçekten de bu süreçte sermaye, siyaset üzerinde tahakküm kurmaya başladı; fakat sermayenin önceden olduğu gibi 20. Yüzyıl boyunca da şiddet tekelini elinde bulunduran devletlere ihtiyacı sürdü.

Küreselleşme sürecinin, farklı kültürleri ve gelenekleri kaynaştırarak daha homojen toplumsal yapıların ortaya çıkmasına katkı sağlayacağı, bu bakımdan devletler için toplumu idare etmenin daha kolay olacağı da iddialar arasındaydı. Hatta, bu sürecin neticesinde sınırları belirli devletler varlığını sürdürse dahi tek bir akıl tarafından sevk ve idare edilen bir küresel dünya hükümetine yol açabileceği meselesi de sıklıkla tartışıldı. “Dijital faşizm”in yükselişiyle -toplumların homojenleşmesi sayesinde olmasa bile- insanların korkutularak sindirilmesiyle böyle bir plânın hayata geçirilmesi, sözü edilen “yeni dünya düzeni”nin de buradan doğacağı üzerine birtakım hesaplar yapılıyor da olabilir.

Fakat 21. yüzyılın henüz ilk çeyreği tamamlanmadan ortaya çıkan manzara uzun süreli hesapların tutmasının bir hayli zor olduğunu gösteriyor. Kendisinden başka hiçbir şeye bağı kalmayan insan (bilhassa Batı insanı) tabiî olarak devletle de bağlarını koparıyor. Belli bir ülkenin topraklarında yaşayan insanların, o devletin meşruiyetini kabullenme, yönetici kesimleri ve onların çıkardıkları yasalara gönüllü olarak boyun eğme arzusu gittikçe azalıyor ve halkın, şiddet kullanma tekelini elinde bulundurmasına rağmen iktidar karşısındaki tabiî itaati kaybolmuş durumda… Özellikle Avrupa devletlerinde yaşanan uzun süreli protestoları ve kitle eylemlerini devletlerin bastırmakta ne kadar zorlandığını hatırlayalım…

Sermayenin dolaşımın hızının artmasının ve devletin kendi vatandaşları üzerinde otorite kurmakta aciz kalmaya başlamasının yanında, insanların kitleler halinde hareketlenmesi de beklenenin aksine bir tesir uyandırdığından modern devlet açısından artık büyük bir tehdit oluşturuyor. Özellikle İslâm coğrafyasında yaşanan sorunlar insanların kitleler hâlindeki hareketliliğinin en önemli amili. BM’nin 2020 yılı göçmen raporuna göre:

-2020 yılında 26 milyon yeni mültecinin kaydı yapıldı. 55 milyon kişi ülkeleri içinde yer değiştirmek zorunda kaldı.

-Doğduğu ülke dışında yaşayanların sayısı 281 milyona ulaştı. Bu sayı 2019'da 272 milyon, 1990'da ise 128 milyondu.

-Türkiye dünyada en fazla göç alan 20 ülke arasında 12'inci sırada. Uluslararası Göç Örgütü'ne göre Türkiye'de 6 milyon 5 bin göçmen var ve bu sayı nüfusun yüzde 7.2'sini oluşturuyor.

Şehir devletleri dönemi

Ekonomik sıkıntıların ötekileştirici psikolojiyi kabarttığı, cemiyetlerin nesep-etnisiteden de daha dar zümrelere bölünmeye başladığı bir dönemdeyiz. Yıllardır süregelen sosyal adaletsizliğin ayyuka çıktığı bu dönemde, maddî gücü elinde bulunduranlar “Fakirlerin yükünü niçin taşıyoruz?” gibi bir soru etrafında, insan yerine koymadığı alt gelir grubundan kurtulmanın hesaplarını yapıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise, hayat şartları daha da zorlaşan alt gelir grubunun “Biz her geçen gün fakirleşirken birileri her geçen gün daha da zenginleşiyor, bu hayata mecbur muyuz?” sorusu aradaki zıtlıkları kuvvetlendiriyor. Cemiyetler etnik bölünmenin keskinliği kadar, sosyal bakımdan da keskin bir bölünmeyle karşı karşıya…

Böyle bir dönemde senelerdir konuşulan göçmen sorunu da artmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı bu bakımdan Batı dünyasına farklı bir tehdit daha oluşturuyor. Her ne kadar göçmen sayısının fazlalığı büyük bir problem olsa da, içtimaî bakımdan Batı’dan bariz farklılıklar arz eden Türkiye gibi bir ülkede bile sorun hâline gelen göçmenlerin, önümüzdeki dönemde Avrupa’da neleri tetikleyeceği açık. Bir de buna hâlihazırda Avrupa ülkelerinde kuşaklardır yaşayan yabancı unsurları eklediğimizde, özellikle Suriye gibi çeşitli İslâm ülkelerinde savaştıktan sonra Avrupa’ya giden, savaş tecrübesi olan Müslümanları da göz önünde bulundurduğumuzda, başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın önümüzdeki dönemde savaş alanı hâline gelmemesi için hiçbir sebep yok. Hatta neredeyse tüm Avrupa devletlerindeki ayrılıkçı hareketlerin mevcudiyeti ortadayken, kıtada şehir devletlerinin ortaya çıkmaması için de bir sebep yok. Belki de Batı devletleri böyle bir senaryonun gerçek olma ihtimaline karşı hazırlanıyordur.

Savaş stratejilerinin değişimi

21. Yüzyılın bir önceki yüzyıla nazaran en önemli farklarından biri de savaş taktiklerinde yaşanan büyük değişim. Savaş stratejileri çok önemli bir dönüşüm yaşadı; Müslümanlar, silah ve teknoloji bakımından zayıflığı dolayısıyla yeni bir savaş taktiği geliştirerek Batı’nın hâkim devletlerine kök söktürmeye başlaması, Batı halklarının savaşları sorgulamasını beraberinde getirdi. İlk olarak, girdiği yerden paçayı kurtarıp çıkamayan ABD, savaşı özel şirketler aracılığıyla (Blackwaters gibi) yürütmeye başladı (buna aynı zamanda devletin askerî güç kullanma tekelini de sermayeye kaybetmesi nazarıyla bakılabilir). Özellikle meskûn mahalde muharebe için özel şirketler kullanıldı. ABD’yi diğer devletler takip etti. Bunun yanı sıra devletlerin yerine yerel unsurların çarpıştığı vekâlet savaşları da ortaya çıktı. İslâm coğrafyası başta olmak üzere tüm dünyada savaşlar yaşanırken devletlerin doğrudan karşı karşıya geldiği savaş sayısı ise yok denilecek kadar az.

Burada Taliban’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Kuşkusuz Taliban’ın, devletsiz gücün en önemli örneği olarak dünyanın teknolojik bakımdan en ezici üstünlüğüne sahip olan Amerikan ordusunu, son derece kıt imkanlarla stratejik bir deha ve daha da önemlisi şeksiz imandan gelen çelikten iradesiyle mağlup etmesi bu yüzyılın en önemli hadiselerinden biriydi. Ve ABD tüm çabalarına rağmen bu mağlubiyeti tatmak zorunda kaldı. Taliban’ın bu başarısı, büyük ehemmiyetine mukabil teknolojik üstünlüğün her şey olmadığını göstermesi bakımından dünya savaş tarihine geçti. Savaşma azim ve iradesinin teknolojik üstünlüğün önüne geçtiği, devletlerin yükünü kaldıramayacağı uzun süreli, lokal çarpışmalar devrinin kapısını araladı.

Öte yandan Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’nin gönüllü savaşçıları Rusya’ya karşı savaşmak için davet etmesi, ABD ve Avrupa devletlerinin (özellikle Almanya) savaşa katılmak konusunda insanını hareketlendirmesi, belki de Avrupa devletlerinin meydana gelmesi muhtemel iç çatışmalar için kendi insanını diğer etnik ve dinî unsurlara karşı hazırlaması maksadına hizmet ediyordur. Fakat gönüllü olarak savaşlara katılıp savaş makinesine dönüşenlerin ülkelerine döndüklerinde sorun çıkarmayacak bir psikolojiye sahip olacağının garantisi var mı? ABD’nin Latin Amerikalıları, Avrupa’nın Afrikalıları bu alanda kullandığı ve dolayısıyla bu kişilerin mevzu devlet ve milletlerle ünsiyet kesb etmemiş olması düşünülürse bu mesele bir hayli tartışılır…

Türkiye’nin tek çaresi

 “Batı düşüncesinin ulaştığı her yer Batı” olduğundan, ne yazık ki bizim insanımız da Batı anlayışından nasibini aldı. Müslümanların vaziyeti pek iç açıcı görünmese de modernizme karşı yalnız İslâm’ın -Allah’ın vadettiği üzere- ayakta kalması, müntesiblerinin rüzgâra kapılmış görüntüsüne mukabil tam anlamıyla Batılı olamamasını da sağlıyor. Her ne kadar zaman zaman problemler çıkıyor olsa da, halkımızın başta Suriyeliler olmak üzere Müslüman göçmenlere bakışı müsbet ve Batılılara karşı çok farklı. Bu dahi iddiamızı isbata kâfi…

Zaman zaman göçmen meselesi etrafında sorunlar yaşanması ise devletin kimliği ve ulus-devlet yapısıyla alakalı… Esasında Kürt meselesi etrafındaki sorunların kaynağı da aynı… Nüfusun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu memleketimiz, artık ikinci en büyük etnik grup olan Kürtlere ek olarak milyonlarca Suriyeli Arap’a ve binlerce Afgan vs. insana da ev sahipliği yapıyor.

Malûm olduğu üzere saydığımız tüm unsurların müşterek paydası İslâm… Türkiye nüfusu her geçen gün daha kozmopolit bir hüviyet kazanırken devletin de kimliğini buna nazaran güncellemesi-değiştirmesi acil bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Aksi takdirde Kürt meselesi başta, nesep merkezli çatışmaların, Türkiye’nin şu an elinde olanı da kaybetmesine sebep olmaması muhal.

Türkiye’nin ulus-devlet kimliğini terk ederek içerideki tüm unsurları İslâm müşterek paydasında birleştirmesi, içeride kurtuluş için tek çare iken dışarıda da Türkiye’ye çok geniş bir hareket kabiliyeti sağlayacaktır. Biraz evvel Batı’da ortaya çıkması muhtemel bir manzara resmettik; böyle bir manzara içerisinde “İslâm” kimliğine sahip bir Türkiye’nin Avrupa’da ne kadar nüfusu harekete geçirebilme kabiliyetine sahip olabileceğini düşünün. Bir de üzerine İslâm ülkeleri için Türkiye’nin bir cazibe merkezi hâline geleceğini ve savaş stratejilerinin değiştiği günümüzde, ÖSO gibi, Taliban gibi güçlerin Türkiye ile işbirliği içinde olması ihtimalini de ekleyin…

Neresinden tutarsak tutalım çıkan sonuç aynı olur:

Devletin kimlik değiştirmesi beka meselesidir!

Aylık Baran Dergisi 2. Sayı, Nisan 2022