Baran Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Kâzım Albayrak başta olmak üzere dergimiz yazarlarından Yakup Köse’nin de aralarında bulunduğu 32 kişiye geçtiğimiz sene, “Bandırma Cezaevi İsyan Davası” kapsamında toplamda 228 yıl ceza verilmişti. Bu “ceza”lar esasında herhangi bir “cezaevi isyanı” dolayısıyla değil, 28 Şubatçıların “Noel Baba” operasyonları kapsamında yaptıkları saldırı neticesiyledir; yani, “Müslüman” olmaları ve lâik Kemalist rejimi benimsememeleri sebebiyle DGM’lerde yargılanıp hapse atıldılar… Sonrasında ise “devlet” kendilerini öldürmek için operasyon düzenledi ve bunu bahane göstererek “isyan ettiniz” deyip ceza verdi; hâdise özetle bu…
Siyasî meselelere az-çok alâka duyanların garipsemeyeceği ve Türkiye şartlarında çok görmeyeceği bir hâdise… Elbette “sıradan” değil; ama tekraren ifade edersek “Türkiye şartları”nda bugünkü hukukun delik deşik görüntüsüne bakarak haklarında idam kararının çıkmayıp 228 yıl ile kendilerini frenlemelerine nerede ise sevineceğiz. “Yetinmek” herhalde bu cümledeki ve memleketimizdeki en esrarlı kelimelerden... Çünkü kimin ne yaparsa yapsın yanına kâr kaldığı bir düzen-sistem içerisinde, Müslümanların hakkı gaspedilmesin diye kurulu düzene karşı duranlara verilen cezalar hiçbir hukukçunun, gazetecinin özel alâka alanı olarak gündemde yer bulmadı ve konuşulmadı. Tâ ki, “cemaat” denilen yapı, “paralel örgüt”, Ak Parti hükümetine savaş açana kadar… Böyle bir “savaş” başladığında ise Ak Parti’nin, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “canını yakmak” için yapılan ilk hamle, günü geldiğinde hesabı görülmek üzere raflarda tutulan İBDA’cılarının dosyalarının alelacele indirilip cezalarının onaylanmasıyla gerçekleşti. Hükümetin “Salih Mirzabeyoğlu tahliyesi”yle köklerini aramaya çıkmasını ve kendini “Büyük Doğu’yu 76 milyon hep beraber inşâ edeceğiz” tavrına karşılık, Amerikan patentli paralel yapı, Baran Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Kâzım Albayrak’a en üst sınırdan olmak üzere Yakup Köse ve 30 arkadaşına cezalar verdi. Üstüne üstlük Yakup Köse, anormal diyebileceğimiz bir polis operasyonuyla tutuklanırken “cemaatçi” polisler “Tayyip Erdoğan gelsin şimdi seni kurtarsın” dediler.
Demek ki, ortada “suç ve suçlu” diye ayırt edebileceğimiz kavramlar değil, “taraflar” var; böyle olunca da, önümüze aldığımız bu mesele her ne kadar “kanunî” bir mesele gibi gözükse de, esasında kuralların dışında tezahür eden bir çarpışmanın, savaşın olduğunu gösteriyor. Meseleye böyle baktığımızda, mevcut hukukun keyfiyeti ayrı mesele, bu çarpışmada hukukun moda tabirle “araçsallaştırıldığını”, hukukun adalet için değil de “hesablaşma” için kullanıldığını görüyoruz. En azından iktidarın mevzuun böyle bir tarafa çoktan kıvrıldığını fark etmesi gerekiyor. Paralel örgütün hiçbir gerçek hukuk kâidesine dayanmaksızın her türlü ayak oyununu kendisine mübah gördüğü bu vasatta, yani bu olağanüstü mücadele şartlarında “olağanüstü hukuk kâideleri”ni işletebilecek bir hareket kabiliyetine bürünmek zarureti kendini dayatıyor. “Hukuk, nizam demektir”* ve nizamın olmadığı yerde “hukuk” değil, herkesin çıkarına göre mevzuatı işlettiği orman kanunları geçerlidir. Bu türlü bir karışıklık içerisinde ve karşı tarafın hiçbir hukuk kâidesini tanımadığı “olağanüstü” şartlarda, o şartlara uygun olağanüstü mücadele ve hukuk kâidelerini işletebilmek; bütün espri burada!
Bütün memleket el birliği ile 28 Şubatçı zihniyeti lanetlerken, 28 Şubatçı zihniyetin verdiği kararları işletmeye çalışan ve bu yolla seni zayıflatmayı uman Amerikan tandanslı Fetullahçı yargı mensupları “Adalet Sarayı”nda bacak bacak üstüne atıp gevrek gevrek gülebiliyorsa, bu zafiyeti doğuranlar, o zafiyetin önüne geçmeyenler bundan mesuldürler.
“Ak Parti yapar, onlar konuşur”… Slogan güzel; ama ne kadar gerçekçi? Başörtüsü özgürlüğü için mücadele verenlerin hapiste olduğu bir zaman diliminde önce bu Müslümanları dışarı çıkartacaksın, yani “gereğini” yapacaksın, sloganı sonra vereceksin. Yoksa bu meseleyi bahsettiğimiz şekilde kökünden halletmedikçe “onlar konuşur” demek “içi boş bir balon” olmaktan öteye geçemez.
Hukukun “kurucu, koruyucu ve yönlendirici” rollerinden hiç birisinin işletilmediği ve kanunların “paralel yapı” denilen Fetullahçı hâkim, savcı ve polisler eliyle kendi zihniyetlerine göre uygulandığı yerde “hukukun üstünlüğü” ve buna benzer sloganik ifadelerle mücadele etmeye çalışmak, kim ile hangi alanda ve o alan içindeki hangi şartlarda savaşıldığını bilememektir.
Adamların “hukuk benim istediğim” diyerek mevcut hükümete karşı Amerikancı paralel örgüt kurmaktan tutuklu 75 kişiyi tahliye edebilecek kadar gözünü kararttığı yerde her şeyi 7 Haziran seçimlerine bağlamak, mevzunun dehşetinin kavranılmadığını göstermektedir. 7 Haziran’da Ak Parti seçimlerde istediği neticeyi alamazsa hepimiz boynumuzu büküp “hukuk buraya kadar” mı diyeceğiz? “Hukuk” hiçbir partinin seçimi kazanması yahut kaybetmesine bağlı ve önüne gelenin kendi çıkarına göre işlettiği kepaze bir kaideler silsilesi değil, bilakis bir an evvel kanun yoluyla işletilmesi gereken “nizam belirtici” bir müessesedir.
Bandırma Davası vesilesiyle ve tam da mevzûmuz ile alakalı önemli bir hususu Baran Dergisi’nin 366. sayısında şöyle ifade etmiştik:
“1977 yılında Yüksek İslam Enstitüsü’ne başörtülülerin alınmaması sebebiyle “okula girmeme” üzerine kurulu bir protesto (boykot) başlamış ve memleket çapına yayılmıştı. O vakitler bu boykotun, sahici duruşun başını çeken isim bugün dergimizin Yayın Kurulu Üyeliğini yapan Kâzım Albayrak’tı… Nesilden nesile aktarılan ve anlatılan Türkiye’deki İslamcı Mücadele Tarihinde, 70’li yıllardaki ilk toplu direnişlerden olması bakımından bu boykotun sosyolojik açıdan da incelenmesi gerekmektedir. Bunu da bir not olarak ekleyelim.
Bu söylediklerimiz hâdisenin bir yönü idi. Devamı ise şöyle: İşte bu bahsettiğimiz soylu direnişi o günlerde kırmaya çalışan bir isim var ki, bugün o isim Uluslararası Şirketin Müdürü gibi hareket ettiği artık herkes tarafından bilinen Fetullah Gülen'dir…
O günlerde İzmir’de bulunun F. Gülen ise bir fetva vererek boykot yapılmaması gerektiğini söyler. Bu haklı direnişi, bu meşhur boykot eylemini memleketin birçok yerinde kırmaya çalışır ve başarılı da olur bazı yerlerde. Ana kale İstanbul'da ise, bu fetva ile hareket ederek (içten) boykotu kırmaya çalışan ve özellikle enstitüye yollanan grup tekme-tokat dövülerek hak ettiklerini (nush ile uslanmamanın cezasını) alırlar.
Bu mevzuyu anlatmamızın sebebi, kamuoyunca bilinen “17 Aralık savaş”ında hükümeti yıpratmak için hareket eden yapının ayaklarından birisi olan Yargıtay 9. Cezâ Dairesi’nce 33 Müslüman’a, İbdacıya toplamda 228 yıl ceza verilmesi ve 70’li yılların boykot-direnişinin başını çeken Yayın Kurulu Üyemiz Kâzım Albayrak’ın da ceza verilen gönüldaşlarımız arasında olması.
Demek ki, Kâzım Albayrak fikrinin ve fikriyatının yanında dururken, aynı şekilde, cemaatleşen, cemaatini, tıyneti gereği, tırnak içinde “cemaat” hâline getiren ve bugün bir şirket müdürü gibi Uganda’dan rafineri alım-satımı yapan F. Gülen de kendi fikrinin, “Ilıman İslam”ın yanında durmuş-durmaktadır.
Bu mevzudaki ilginç anekdot ise, F. Gülen’in vaizlikten “Cemaat”e, cemaatten müdürlüğe giden bu yolda eski Lâik-Kemalist yapı tarafından olduğu gibi, bugünkü mevcut yapı tarafından da beslenmiş olması, semirmesi, evrilmesi, büyümesi… Ve tabiî ki, bugün itibariyle “devrilmesi” gereken bir noktaya gelmiş olması. …
… Allah indinde İslâm’a göre bugün CEO olup Amerikan ideali güdenlerle, İslâm dâvâsı uğruna hapiste ömürünü geçirip “pişmanlık uğramadı semtimizden” diyenlerin yeri bellidir; fakat ya sağcısı-solcusu, Müslümanı, kâfiri ile şu hakikatleri görmezden gelmenin yeri acaba neresidir? (1)
Şimdi aynı soruyu bugün bir daha soruyor ve yargıda istediği gibi at koşturan bu zihniyete “dur” demenin sloganik ifadelerden ve (palyatif) tedbirlerden öte bir noktada olduğunu, “olağanüstü hukuk”u gerektirdiğini söylüyoruz.
Bu soysuzların istediklerini istedikleri gibi tahliye etmeye cüret ettiği şu şartlarda hiçbir suçu ve günahı olmayan ve on yıllardır hapislerde yatan Müslümanların tahliyelerini gerçekleştirebilecek iki tane kanunu olmayan, kanunda yoksa yerine bunları tesis etmeyenden ne beklenir? Bir TV dizisindeki hayâli karakter olan “Büyük Hilmi”nin bile kendine göre kuralları olduğu yerde koskoca bir memlekette iki tane düzenleme yapmaktan çekinmek, korkmak ve gerçek adaleti tesis etmek için siyasî dengeler kollamak da ne demek?
Madem “hukuk, nizam demektir”, o halde mevcut yönetim, karışıklığı gidererek hukuku tesis etmekle mükelleftir. Sen bunu tesis et, ondan sonra bak bakalım yargıda kaç tane paralelci kalacak? “Bi de böyle düşün.”
*Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı - Nizam ve İdare Ruhu-
1) Fatih Turplu, Baran Dergisi 366. sayı “Zaman’ın Müdürü Fetullah Gülen, Kurtuluş Yolu İBDA ve Bugün Yaşananlar”
Baran Dergisi 434. Sayı