Biz ‘Kürt meselesi’ diye bilinen meselenin ne önünde ne arkasında, ne ötesinde ne berisinde değiliz. Bunu derken de ne Kürt’ün ne Türk’ün ne de başka bir kavmin problemlerini göz ardı edici, görmemezlikten gelici ve yok sayıcı bir strateji güdüyoruz. Aksine bu yönde temayül sahiplerinin ‘kavmiyetçilik’ ile elde edeceği refah ve huzurdan daha fazlasını ve daha âdilini Kürd’e de, Türk’e de, Arab’a da, velhasıl her kavme verilmesini hak gören bir ideolocyanın ‘canla başla’ mücadelesinde ve davasındayız. Bu bile aslında kim olduğumuza ve meselemizin ne olduğuna dâir yeterli bir işarettir. Ancak ifade etmekte fayda var ki, bugün gelinen nokta Kumandan’ın onlarca yıl önceden vurguladığı “Kürt’ün Meselesi ne olmadır?” noktası, FİKİR durağıdır. Haddinden fazla vakit kaybı olduğu kesin. Lâkin ‘sır idrâki’ çerçevesinde ve ‘zamanın ânların toplamı olduğu ve aslında tek bir ânda yaşıyor oluşumuz’ dikkate alındığında, ilahî takdire teslim olduktan sonra ‘gereken yerde gerekeni yapma şuuru çerçevesinde; “demek şimdi gereken bu” iradesi ile bir kez daha hakkı dillendirmekte ve seslendirmekteyiz.
Önce yazımıza mevzu olmuş haber ve ardından zarif bir fıkra. Son yıllarda ‘Kürt açılımı’ diye şöhret kazanmış yüzyıllık bir mesele, “karşılıklı birbirlerine tetik çekmeme” anlamına gelecek şekilde ‘SİLAHLARIN BIRAKILMASI’ ile noktalandı yahut noktalanmış gibi yapıldı.
Diğer taraftan Kürtlerin yaşadığı Suriye ve Irak’ın da içinde bulunduğu, İran ve Türkiye’yi de kapsayacak bir fırtınanın kopmakta olduğu gün gibi aşikâr. Ve bu fırtınada kimin ne olacağı, hangi geminin batmadan ve nasıl yol alacağı ise malûm. Gelen İslâm dalgası önünde artık hiç kimse duramaz. Bu görünenler ve sancılanmalar gelenin “BİZ” olduğunun işaretleri. Ve Batılı tarafından üretilen sahte devrimler ise gerçek İslâm inkılâbına engel olmak ve asılın önüne geçmek için üretilen projelerdir.
Batı batmakta ve olanca gücü ile bölgeyi silahlandırıp patlamaya hazır fitili çekilmiş bomba haline getirmeye çalışmakta. Bunun aksi yönde hareket edenler ve gerçek anlamıyla bölge insanını düşünenler ise şu veya bu şekilde ayrıştıran noktaları bırakıp yakınlaşmayı hızlandırmakta. Her ne kadar bölgenin asli unsurlarının yani İslâmî bir endişe ve yerli bir kültürle hareket eden ve her çeşit yabancı işgale karşı çıkan unsurların devre dışı bırakıldığı bir yakınlaşma söz konusuysa da, yine de Kumandanımızın hikmet bildiğimiz ‘provokasyonlar da bize yarar’ sözünden mülhem gelişmeleri ‘olumlu’ buluyoruz. İçerisinde seçim atmosferinin getirdiği propaganda unsurları barındırmasına, seçim barajını aşması için HDP için üretilmiş bir proje şüphesi taşımasına, ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerine piyadelik görevi yürüten PKK vb. örgütlerin ABD ve İsrail ile yakınlaşmasının derinlerde nasıl bir tehdit içerdiğinin TC unsurlarınca anlaşılmasına rağmen yine bu yakınlaşmanın 90 yıllık Kemalist “travmayı” kıracağını düşünüyoruz.
Bu arada hatırlatmakta fayda var; ortada güle eğlene bir barış ortamı söz konusu değil. Alman istihbaratından Mossad’a, Rus istihbaratından İngiliz ve ABD istihbaratına kadar dünyanın en büyük devletleri bölgede istihbarat savaşı vermekte. Diğer taraftan da oluşturdukları koalisyon güçleri ile bölgeyi SÜNNÎ DEVRİMCİLERDEN VE GERÇEK VATANPERVERLERDEN temizlemeye gayret etmekteler. Hatta bu çerçevede “İkinci İncirlik” Barzani yönetimindeki bölgeye kuruldu. PKK’nın sıkıştığı noktada Kobani vesilesiyle havalanan ABD uçakları, Arap ve Kürt şehirlerini ve Müslüman Kürtlerin de içinde bulunduğu savaşçıları öldürdü. Elbette çelişkiler ve ittifaklar yumağı bundan ibaret değil; Türkiye dolaylı ve dolaysız olarak Suriye’de savaşan PYD ve YPG birliklerine yardım etti, yaralılarını tedavi etti, PKK’lıların TC sınırlarından rahatça girip çıkmasına müsaade etti. Şu oldu, bu oldu, vs. iş geldi TC’ye karşı kullanılan silahların susması meselesine. Sadece PKK üzerinden yürütülen bu ‘müzakere durumu’nun milyonlarca Kürdü rahatsız ettiği gerçeğini kenara bırakarak her iki tarafa da soralım: ŞİMDİ NE OLACAK?
Yukarıda anlatacağımızı söylediğimiz fıkranın tam zamanı; “Çin’de demiryolu yapılacak… Mühendisler kapılarının önünden demiryolu geçirecekleri aileleri ikna etmek için ‘1 ayda gittiğiniz yolu bundan sonra 1 günde gideceksiniz!’ şeklinde açıklamalar yapıyorlar… O zaman yaşlı Çinli şunu soruyor:
-‘Peki, geri kalan 29 gün ne yapacağım!’
Öyle ya!..” (Salih Mirzabeyoğlu, İstikbal İslâm’ındır, sh. 93)
Mesele ince ve oldukça düşündürücü… Ne mevcut Kemalist rejimi sürdürmekte kararlı yapının ne de motivasyonunu Kemalizm’den ve onun Kürtlere karşı gösterdiği kıyıcılıktan alan PKK’nın orijinal ve tüm meseleleri hal ve fasl edecek bir fikri var. Silahlar sustu. Eee, hadi konuşalım: Ne konuşacağız, nece konuşacağız, aramıza bir OSLO mu alalım yine? Dikkat!..
Fikirsiz ve aksiyonsuz hiç bir şey olucu değil, her şey bu mânâda bir sebebe bağlı. Öyle ki bazen en büyük aksiyon, ortaya bir ‘FİKİR’ koymak olabiliyor. Hâl böyle olunca denizde boğulma belirtileri gösteren kişiyi büyük çabayla kıyıya çeken adama ‘şimdi ne yapmalı’ dendiğinde ‘hiçbir fikrim yok’ demesi nasıl -güya kurtardığı sandığı- şahsı karada ölüme terk etmekse, içinde yaşadığımız süreçte yaşanılan da odur. İçinde yaşadığımız süreç tutarsızlıklarla dolu: Demokrasinin iyice eklektikleşip yamalı bohçaya döndüğü, çıkmaza girdiği günümüzde, kurtuluşu gene demokraside aramak, liberalizmin zulmünden yine liberalizme kaçmak, kapitalizmin zulmünden yine kapitalizme kaçmak. Kime niçin karşısın ve kime niçin tarafsın, belli değil. Belli bir ideolocya ve dil yok. Milliyetçi bir yapıda Marksist bir diyalektik kullanıyorsun ama emperyalizmle beraber kendi milletine, toprağına karşı ortaklaşa savaş yürütüyorsun. Hatta kültürde, dilde, tarihte şimdiye kadar yaptığın mücadeleyi boşa çıkarıcı bir yabancılaşma furyasına tutuluyor ve bunun gönüllü tatbikçisi oluyorsun. Bir savaş makinesi gibi hareket etmiş ve motivasyonu bundan alarak ilerlemişsin lakin iş gelip FİKİR bahsine düğümlenince tıkanıp kalıyorsun. Yukarıda işaretlediğimiz ve özde değil de sözde karşı olduğun sistemin dili ile FİKİR konuşuyorsun. Ne Kürt’e, ne Türk’e, ne Arab’a has olmayan bu bir nevi YABANCI DİL karşısında afallayıp kalıyorsun. ‘Halkım’ dediğin topluluk bile seni ve senin neden bahsettiğini anlamıyor. ‘Vatandaş Türkçe konuş’un yerini “VATANDAŞ ‘MARKSÇA’ KONUŞ” almış. Ve Kürt vatandaş dün İslam’ı ve Kürtlüğü terk edip Kemalist olmaya zorlanırken, şimdi de Marksist olmaya zorlanmakta. Sormak lazım değil mi; Kürt açısından değişen ne oldu?
Öcalan açıklama yapıyor; “Emperyalist kapitalizmin ve despotik yerel işbirlikçilerinin tüm dünyaya dayattığı Neo Liberal politikaların yol açtığı kriz, bölgemiz ve ülkemizde çok yıkıcı olarak yaşanmaktadır. Halklarımızın ve kültürlerinin etnik ve dinî farklılıkları, bu kriz ortamında, anlamsız ve acımasız kimlik savaşlarıyla tüketilmektedir. Ne tarihî, ne çağdaş, ne de vicdanî ve siyasî değerlerimiz bu tabloya asla sessiz ve bigâne kalamaz. Bilakis acil müdahale, dinî inançlarımız, siyasî ve ahlâkî sorumluluğumuz gereğidir.” (A.Öcalan, 21 Mart Newroz açıklaması)
Dile, seçilen kelimelere ve üsluba dikkat ettiniz mi? Kürdistan’da da benzer bir değişim ve dönüşüm var. Ancak Batı ve yozlaşmış yerli Marksistler, bu değişimin önünde en büyük engel olarak duruyorlar. Çünkü kafalarındaki kemikleşmiş jargonun dışında düşünülsün istemiyorlar. Öyle ya! Hem fikir açısından koflukları hem de kendi halklarına karşı iki yüzlülükleri ortaya çıkacak. Yeri gelmişken Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan mevzûya tam mutabık bir iktibas yapalım. Ancak şurası unutulmamalı; bu metnin iktibas edildiği röportaj 1992’ye ait. Fakat göreceksiniz sanki bugünler görülüyormuş gibi söylenmiş. O diyor;
“Sanıyorum Marksist bir literatürle konuşuyorsa da, Kürt milliyetçiliği çizgisinde olduğunu da fısıldamış oluyorum; bu husus sizin sorularınız için de geçerli... Dikkat ediyorsanız, Abdullah Öcalan'ın bu ‘pragmatik’ yaklaşımının nitelendirilmesini yapmadım... Hoşgörüsü acaba İslâm’ı Kürt kültürünün parçası olarak gördüğü için mi, yoksa istismar gâyesinin maskesi mi?.. Bu meseleye biraz daha yakından bakarsak, PKK’nın yarını hakkında da bir takım tahminlerde bulunabiliriz... ‘Filistin ve İşkence’ mevzuunda 1988'de verdiğim konferanstan bir bölüm, meseleye ışık tutucudur:
- (Taarruz Batı'dan geldiği için, mücadelelerde İslâmî bir sistem anlayışı geliştirilemediği için, derhâl Batı’ya reaksiyon hâlinde bir takım örgütler türüyor ve bunlar kaynakta Marksist değildirler; reaksiyon olarak Marksisttirler... Aynı, Türkiye’de, İslâm’ı ırkçılıkla çorba ettikleri için, bir takım adamların Doğu bölgesinde bir takım haksızlıklara karşı olmak bakımından Marksizme kaymaları gibi... İzâh edebiliyor muyum?.. Bugünkü Filistin hareketinde görünen odur; iş halk hareketine döndüğü zaman, köklerindeki İslâmî niyetler ortaya çıkıyor... Anlatılanlardan, fikir zaafı, dünyadaki Müslümanların fikir zaafı kendiliğinden görünüyor... Daha önce de, Afganistan'da -Pakistan da olabilir- Müslümanların, ‘Müslüman Marksistler’ diye örgütlenmeleri gibi, bir sistem olmadığı ve hareketini bir sisteme dayanarak yürütme zarureti bakımından, Marksizm’e sığınmaları gibi... Şimdi bunun daha başka şekilleri tezâhür etti: Sovyetlerin işgalinden sonra bu sefer yine tam İslâmî bir hüviyet koyamamakla beraber, İslâmî niyetle ama yine pek ne istediğini, ne dediğini anlatamayan, savaşan insanlar... Biraz önce dikkat ettiyseniz, size bir söz söyledim; dedim ki, ‘dünyada size idealize edilecek ve gösterilebilecek bir örnek mevcut değil...’)
Söz konusu konferansımdan işaretlediğim dâvanın, Şark'ta sadece PKK'nın değil, diğer sol örgütlerin de durumuna değinir yanı var... Öyleyse tahminimi bildireyim: Abdullah Öcalan, pragmatik biçimde İslâm’ı değerlendirirken, bunun kuru bir istismar olduğunu sanmıyorum... Ayrıca, zamanla ortaya çıkan bu durum, bütün Marksist edebiyata rağmen hareketin halk katılımına döndüğü yerde ‘Müslüman Kürt halkı’ realitesinin göründüğünü de ifşâ ediyor; halkla temas yoğunlaştıkça, halk motiflerinin sirâyeti hâdisesi... Dini kullanıyorum derken, dindarlaşacak bir çizgi...” (S. Mirzabeyoğlu, Adımlar, sh. 175)
Nereden nereye? Dünden bugüne hem teşhis hem tedavi içeren tesbitler... Fikir konuşmak, mesele konuşmak her kişinin harcı olmadığı gibi her dünya görüşüne de mahsus değil. Neyin varsa söyle. Silahlar sustu madem, işte sana zemin…
Yıllardır “Kürt sorunu, terör sorunu, gençlik sorunu, uyuşturucu sorunu, kültür sorunu” başlıkları altında asıl sorun gözlerden kaçırılarak sömürü siteminin devamı sağlanmakta ve Müslüman Türk de Müslüman Kürt de hem fikirde hem aksiyonda pespayeleştirilmektedir. Bugün gelinen noktada ise -işin hakkını vermek icab ederse- eskiye göre bayağı yol kat edilmiş durumda. Bu ilerleyişe katkı babında ve asıl mevzuunun ne olduğunu işaretlemek açısından, Öcalan’ın PKK’ya SİLAH BIRAK çağrısına binaen 1990’lı yıllardan günümüze ışık tutan bir tesbitle İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’ndan bir iktibas daha: “…PKK'nın yarını ile Abdullah Öcalan’ı birlikte değerlendirmek istiyorum... ‘PKK'nın uyguladığı savaş politikası, politikasının tamamı ve siyasî önderliğin mâhiyetidir’ dedim; PKK, geçtiği yolları ve konacağı tepeleri kollayan canlı bir savaş makinesi olarak, bu niteliğine uygun bir amelî-pratik siyaset içindedir... Buna bağlı olarak üzerinde duracağım meselelerden birincisi: ‘Savaşmana gerek yok, buyur, gel ve al!’ dendiğini farzet; hangi fikirle neyi gerçekleştireceksin?.. Bu soruda ‘hangi fikirle?’ derken, ‘ortada fikir demeye lâyık ne var?’ kasdı ve ‘neyi gerçekleştireceksin?’ derken, ‘gerçekleştirebileceğin bir şey yok!’ mânâsını da murad ettiğimi belirtmeliyim...” ( S. Mirzabeyoğlu, Adımlar, sh. 174)
Aslında sadece Kürt’e değil her kesime teklif açık; Neyin varsa, dök ortaya gel konuşalım.
İbda Mimarından yaptığımız bu iktibasla yazımızı noktalamış olalım. Baran Dergisi 428. Sayı