Üstad Necip Fâzıl Kısakürek, “Bâbıâli” isimli eserinin girişinde, “küfür kilerinden ekmek yemektense, İslâm çilehânesinde aç kalmayı tercih etmeyi, en büyük şeref bildiğini” yazıyor.
Yaşadığı zaman diliminde, şiirin, sanatın, tefekkürün, dâvânın, mücâdelenin “zirve”si olan; inandığı yoldan tek derece sapmayan Üstad, “dâvâ ahlâkı”nın ve “kahraman”lığın ne olduğunu yaşayarak ispatlamış, bu uğurda zindan duvarlarını terletmiş bir insandır.
Tek Parti diktatörlüğünün, olanca şiddeti ile kendini hissettirdiği 1940’lı yıllarda, “Büyük Doğu” bayrağını açmış, zulme karşı, “tek kişilik bir ordu” gibi, şanlı bir direniş sergilemiş; eğilmez, bükülmez bir duruş ortaya koymuş ve “inanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diye sesini yükseltmiştir.
Herkesin sustuğu, susturulduğu bir devirdir, o’nun Hakk ve hakikât adına, zulme karşı sesini yükselttiği devir. Eski çevresinin, “sabık şâir, sanatına, şiirine yazık etti. “Büyük Doğu” büyük şâir Necip Fâzıl’a mezar oldu!” dediği bir hengâmede agoraya, meydan yerine çıktı ve şöyle haykırdı: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” Gök gürültüsü gibi bir sesti bu ses…
Devrin kodamanları, Tek Parti şefleri, CHP kalemşörleri, şaşkına döndüler. Dün ona “bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter!” diyenler, “Türkiye’nin Bodler’i” diyenler, “Kaldırımlar şairi” diye yere göğe sığdıramayanlar, onu susturmak, sesini kısmak, yokluğa mahkûm etmek için üzerine çullandılar… “Süper mürşid” diye, alaya aldılar. Onu gözden düşürmek, sesini kısmak için başvurdukları tezgâhların hiçbirisi etkili olmadı. Büyük mücâdelesinin, büyük dâvâsının bayrağı Büyük Doğu Mecmuası’nı, asılsız bahânelerle kapatıyorlar, kendini zindana koyuyorlar fakat onu, bir türlü susturamıyorlardı. Hapishâneden her çıkışında, dergiyi her çıkarışında, sesi daha gür çıkıyor, tesiri daha büyük yankılar yapıyordu.
1950’lerde, 60’larda, 70’lerde, Büyük Doğu’nun tesir halkası, bütün Anadolu’yu kuşattı… Van’dan Edirne’ye, Erzurum’dan Kütahya’ya; Afyon’dan Sivas’a; Konya’dan Kayseri’ye; İstanbul’dan Maraş’a, Antep’e kadar Büyük Doğu rüzgârı estiriyordu Üstad, konferanslarıyla…
“İman ve Aksiyon”, “Sahte Kahramanlar”, “Özlediğimiz Nesil”, “Yolumuz-Hâlimiz-Çâremiz”, “Hesaplaşma”, “Dünya Bir İnkılap Bekliyor” gibi konferanslara, Anadolu insanı ve bilhassa gençlik, büyük bir alâka gösteriyordu.
Peş peşe yazdığı kitaplar, elden ele dolaşıyor; resmî ideolojinin “kızıl sultan” diye yaftaladığı Abdülhamid Han’ın, “Ulu Hakan” olduğu, “vatan hâini” diye yaftalanan Sultan Vahdeddin’in, “Büyük Vatan Dostu” olduğu anlaşılıyordu…
Şapka kanununun bir zulüm kanunu olduğu, harf inkılâbının milletin bütün mukaddeslerini unutturmak için yapıldığı anlatılıyordu…
Milletin gözünden düşürmek için suçlanan âlimlerin, birer “büyük mazlum” olduklarını anlatıyordu konuşmalarında ve yazdığı kitaplarda.
Üstad Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu teknesinde, din, dil, tarih ve mukaddesat düşmanı “chp küfür ocağı”nın, “on yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” şeklindeki şişinmelerine mukâbil, millî ve yerli değerlere bağlı, unutturulmak istenen “mukaddes emânetler”imize sâhip çıkan yepyeni bir nesil yoğurdu.
Allah ve Resûlü’nün yolunu “tek ve değişmez yol” bilen yeni bir neslin yetişmesinde, en büyük pay, Üstad’ındır. O şiirleriyle, sanatıyla, estetiğiyle, dâvâ aşkı, vecdi ve heyecanı ile, gözükaralığı ile, adanmışlığı ile, yeni bir nesle maya tutturdu. Sanat anlayışını, şu “noktalama”sıyla çok net bir şekilde ortaya koydu:
Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.
1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, bu neslin önünü kesmek, bu dâvânın rüzgârını tesirsiz kılmak, sesini boğmak için yapıldı. “Zafer, biraz da hasar ister” kavlince, bu askerî darbelerin, unutulmaz hasarlar verdiğini, ciddî yaralar açtığını bilenlerdeniz. O günleri yaşayarak geldik. Ancak, kervan, yoluna devam ediyor ve kervan, yoluna devam edecek.
Üstad, her darbe sonrası, yetiştirdiği gençliğe hep umut aşıladı. Yılmadı, korkmadı, susmadı, geri adım atmadı. Sesinin en gür tonuyla şöyle haykırdı:
Mehmedim sevinin başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir.
Dâvâya gönül verenleri, şöyle şevklendirdi:
Kırılır da bir gün bütün dişliler,
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.
Gökten bir el yaşlı gözleri siler,
Şenlenir evimiz, barkımız bizim.
Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze,
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze,
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerle farkımız bizim.
Şu mısralarla, azim ve gayret aşıladı:
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylân koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Zaman zaman, dâvânın “lâfını” edip de, çilesini yüklenmekten kaçınanlara sitem ettiğini de biliyoruz:
Lâfımın dostusunuz, çilemin yabancısı,
Yok mudur, sizin köyde, çeken fikir sancısı?
Üstad, çilesi çekilmeyen, uğrunda şehâdet göze alınmayan dâvânın hedefine varamıyacağını en iyi bilen bir dâvâ adamıydı ve bizzat bunu, yaşayarak öğretti bizlere… Mukaddes dâvâ yolunda, “düşmansız”olun(a)mayacağını da ondan öğrendik:
Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın.
Buyurunuz, O’nun yarım asır evvel yazdığı (1970) şu şiirle bitirelim:
G E L İ R
Pervane dediğin, çerağa gelir;
Sular, kıvrım kıvrım ırmağa gelir.
Bülbül kovuldu mu dil bahçesinden,
Gak gak, karga, vak vak kurbağa gelir.
O yön ki, ezelle ebed arası,
Ne sola kıvrılır, ne sağa gelir.
Gam çekme hiç, böyle gitmez bu devran,
Nihâyet sonuncu durağa gelir.
Hasretle beklenen gelir mutlaka;
Sultan fikir, şanlı otağa gelir.
Yırtılır güneşin kapkara zarı,
Dünyamız yepyeni bir çağa gelir.
Füzeler kağnıya döner ve nöbet,
Işıktan da hızlı Burağa gelir.
Gökyüzü, yeryüzü, helâlleşirler,
Nur, kaçtığı yerden toprağa gelir.
Birleşir, kupkuru dalla yanık kök,
Yemyeşil bir ışık, yaprağa gelir.
Kal’anın burcunda çakar işaret;
Millet, dalga dalga bayrağa gelir.
Muzaffer Doğan, Aylık Baran Dergisi, 16. Sayı,