Mürid, murattır. Gerçek talebe ustasını atölyesinde taklit eden değildir. Ustanın elinden çıkmış sanat eserine dönüşebilendir. Mirzabeyoğlu, Üstad’ın elinden çıkmış sanat eserine dönüştü.

Sohbet-Mülâkat: Yayın Kurulu Üyemiz Kâzım Albayrak, Üstad Necip Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na sürekli yakın bulunmuş, Kumandan’ın “kadim dostu” Mevlüt Koç ile sohbet havasında bir mülakat yaptı. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Üstad Necip Fazıl ile Büyük Doğu-İbda fikriyatının konuşulduğu fikir ziyafeti tadındaki bu mülakatı alaka ile okuyacağınızı düşünüyor ve dikkatinize sunuyoruz.

(Not: Bold kısımlar Kâzım Albayrak, normal kısımlar Mevlüt Koç’un sözleridir.)

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ile yarım asırlık bir beraberliğiniz var. Yanılmıyorsam, 1971’den itibaren, 47 yıllık sırdaşı, kadim dostusunuz. Bize Salih Mirzabeyoğlu ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız?

Öncelikle, hürmeten selâmlamak istiyorum kendisini… Aynı zamanda da rahmet diliyorum. Yüce Rabb’im rahmetini eksik etmesin.

Amin.

Hemen şurada tanıştık, kafede (Kandilli’de deniz kenarında bir mekân)… Eskiden orası mahallenin kahvesiydi. Kendileri buradan bir ev tutmak istiyordu… Eve bakmak için gelmişti, rahmetli Yalçın Turgut Balaban ile Kaya Balaban da burada oturuyordu. Onların yanına gelmişti, ev meselesinde yardımcı olacaklardı. Yalçın ve Kaya vesilesiyle tanıştık. Yaşamayı Deneme isimli romanında Yalçın’dan şikâyet bâbında bahseder. Evi tutması uzadı… Bizim de kopuk bir dönemimiz oldu o zaman, birkaç aydı herhalde. Yakınımızda elektrik idaresi vardı. Para yatırmaya gittim. Kaya iki kız ile beraber önden yürüyor, o da arkalarından… Bir taraftan da Kaya’ya söyleniyor… (Mevlüt Koç burada eskiyi yâd ederken hatıralar canlanıyor ve tebessüm ediyor.) Beni gördü, tanıdı… “Siz Yalçın’ın arkadaşıydınız değil mi?” dedi, “Evet!” dedim. Oradan Kandilli’ye kadar beraber geldik, 500 metre kadar bir yol. Konuştuk yol boyunca, burası o zamanlar da yazlık çay bahçesiydi. Sonra oturduk buraya, uzun bir sohbete daldık. Sonraki günlerde muhabbetimiz devam etti, ilk tanışmamız bu şekilde oldu!

Ne güzel, kırk yıl önceki mekânda şu an bu mülâkatı yapıyoruz.

Öyle… Ne yazık ki, her yerde olduğu gibi burada da mahalle yerleşikliğini yitirdi. Dünya insan fıtratına aykırı bir hızla değişti, çevremize yabancılaştık. Gençlere bakıyorum ne hafızaları var ne de hatıraları. Konuşacak bir şeyleri yok, aynı binada karşılıklı oturuyorlar, ama beş dakika bile paylaşabilecekleri bir şeyleri yok! Her biri sinek gibi telefona yapışıyor, güya beraber yemek yemiş, sohbet etmiş oluyorlar!

Allah gençlere İslâm, iman, Kur’an nasip etsin. Salih Mirzabeyoğlu’na da rahmet etsin, fikirlerini uzun ömürlü kılsın.

Âmin. O da çok sevdi bu mahalleyi, ben de öyle. 1964’ten beri aynı mahalledeyim zaten… Evini barkını satıp gidenler bin pişman, bana “hepimizden akıllı çıktın, hâlâ oradasın” diyorlar. Ben de “sizden iki sefer akıllıyım, evlerinizi sattınız gittiniz, ben kiracı olarak burada kaldım!” diyorum. Onlar da “doğru” diyorlar. Burada oturanlar oturdukları yerin kıymetini bilemediler. Tek şikâyetleri de, burada postane yok, pastane yok, eczane yoktan ibaretti.

Kumandan ile 1971’de mi tanıştınız?

Doğru. Ruhen ve bedenen güzel bu insanla 1971’in yaz aylarında tanışma şerefine erdim.

Salih Mirzabeyoğlu, Eskişehir’den İstanbul’a üniversite okumaya geldi değil mi?

Tabiî, hukuk fakültesinde talebeydi.

Eskişehir ile bağlantısı devam ediyor muydu yerleştikten sonra?

Ediyordu, aile olarak burada değillerdi. Hafta sonları, tatillerde ve saire gidip geliyordu.

Eskişehir’de Millî Nizam Partisi’nin gençlik kollarında görev aldı, çok faaldi. Civar illere giderdi. MSP’nin de gençlik kollarında işleri yürüten kişiydi. Orada bir arkadaşı, ekibi vardı. O dönemde hem orada hem de buradaydı. Üniversitedeydi değil mi?

Evet, öyle. Üniversiteye giderken de hep İslâmî kesimin hâli pür melâlinin acısını içinde duyarak gidiyordu. Sol revaçta idi, ülkücüler de örgütlenmişti. İslâmcı kesim de hâlâ bıyığının teliyle, pantolonun paçasıyla falan uğraşıyordu! Müslümanların bu hâline; rahatsızlık verecek derecede rahat olmalarına üzülüyordu. Onlar adına utanıyordu! Tüm bu olumsuzlukların bir birikimi olsa gerek; İslâmî kesimin içinde bulunduğu pejmürdelikten duyduğu rahatsızlık, belki de Gölge dergisinin çıkarılma sebeplerinden bir tanesidir.

“Aradığımız ses buydu: Gölge!”

Evet, o dönemi hatırlıyorum; babalarımıza Allah rahmet etsin, selâmet versin. Paçalarımızın uzunluğuna bakar idi, ideolojik bir şey vermezlerdi. Saçım uzun muydu, kısa mıydı? O dönem ideolojik şuurumuzu Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten aldık! Sonra Gölge’nin çıkışıyla beraber, “Aradığımız ses buydu!” dedik ve Akıncılar sahne aldı.

Yazılarımda birkaç sefer yazdım bunu. Muhafazakâr denilen kesim aslında muhafaza etmeyi bilmeyen kesim. Şimdi baktığın zaman, herkes muhafazakâr… Solcusu da, sağcısı da, ateisti de… Sen şimdi neyi muhafaza ediyorsun? Senin muhafazakârlığında belirleyici olan ne ki! Gölge’nin çıkışından devam edecek olursak, o dönemki İslâmî kesimin durumundan rahatsızlık duyuyordu rahmetli Mirzabeyoğlu. Hem muhafazakâr ama muhafaza etmeyi bilmemelerinden, hem de kendi iptidai anlayışını İslâm ahlâkıyla özdeşleştirmelerinden ciddi biçimde rahatsızlık duyuyordu. Yâni ne karşı olduğu şeyi tanıyor, ne taraf olduğu fikri… Bunlar hep birbiriyle örtüşen şeyler. “Küfrün kaynağını bilmeyen tam imânda olamaz” diyor ya İbn-i Arabi Hazretleri… İslâmî kesim değil küfrün kaynağını bilmek, karşı çıkmanın da tanımanın bir başka biçimi olduğundan bile habersizdi!

“Müslüman böyle olmalıydı”

İlk tanıştığınızda sohbetinizde hangi meseleler yer aldı?

Birincisi, o güne kadar hiç alışık olmadığım bir Müslüman tipiyle karşılaşmıştım. Cumhuriyet döneminin kanıksanmış Müslüman modelinden çok uzaktı. Benim de özlemini duyduğum yüz bu yüzdü. Çok cezbediciydi. Yüz insanın en şerefli organıdır. Merhumun da Allah’ın mesh ettiği bir yüzü vardı. “İşte, Müslüman dediğin böyle olmalı!” dedim kendime… Her şeyiyle, insanı Allah’a, Resûlü’ne çekip götüren bir gücü vardı… Ve olgunlaştıkça bu gücü hep artarak devam etti. Konuştuklarımıza gelince… Ruhen ve bedenen güzel bu insan, muhatabını bulunca sevginin o her şeyi başaran gücü diline de yansıyor, harika şeyler söylüyordu. Necip Fazıl’ı tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de, “Birkaç konferansında bulundum, Konya’da okul yıllarından…” dedim. Allah rahmet eylesin vefat ettiyse, sağ ise de Allah selâmet versin; Hacı Ali diye bir öğretmenimiz vardı, Büyük Doğucuydu… Rahmetli Üstad’dan şiirler okurdu. Kaldırımlar, Sakarya, Çile’yi okurdu. Oradan bir tanışıklığım vardı Üstad ile. Hepsi bundan ibaretti… Anlattım rahmetli Mirzabeyoğlu’na bunları. Sonra kaba kaba, “Onu oku, şunu yap” gibi şeyler söylemedi hiç. Söyledikleri cezbediciydi, beni Necip Fazıl’a yönlendiren de bu oldu. Okudukça da sevdim… İmanın ne olduğunu Soren Kierkegaard’dan öğrendim diye hep anlatırım ya… O paradoks gibi görünen hâlin, imânî hâl olduğunu vurgular, “Korku ve Titreme”de… Hazreti İbrahim’in Hazreti İsmail’i kurban etme hâdisesinde… O saçma, paradoks gibi gözüken şeyin tam imânî hâl olduğunu oradan öğrendim. Ondan sonra da rahmetli Kumandan’ı oturuşu, duruşu, kalkışıyla, konuşmasıyla ve her şeyiyle gördükten sonra “Müslüman böyle olmalı” diye düşündüm. Buralarda oturduk, kalktık. Birlikteliğimiz devam etti. Şu çay bahçesinde sık sık görüştük. O günlerden itibaren birbirimizi sevdik, dostluğumuz da artarak devam etti. Bir seferinde sana şunu anlatmıştım herhalde: Topluluktaydık, bir eksiklik görmüş olmalı ki, “Bak, bunca yıldır beraberiz, Mevlüt ile birbirimizin hiçbir çirkin tarafını görmedik!” dedi. O topluluktaki konuşmalardan rahatsızlık duymuştu sanırım. Nezaket ve zarafetiyle hissettirirdi bazı şeyleri… Tabiî ki, hissettiren kadar hissedecek olanın da bir şey olması gerekir, söz muhatabını bulsun, maksat hâsıl olsun…

Telkinci bir durum… Tesir ederdi, kalbe hitap ederdi.

Evet. Dil dediğin kalbin tercümanıdır. Kalpteki duygular güzelse, dile de yansır. Büyüklerden gene İbn-i Arabi Hazretleri sanırım şöyle söylüyor: “İçimize aldığımız her nefes niteliksizdir. Kalpteki duygulara göre şekil bağlar ve öyle çıkar.” Hani bir ölçü var ya: “Güzel söz Allah’a ulaşır, çirkin söz ulaşmaz!” İnsanın kafasındaki fikirler, kalbindeki duygular aklın nurlarından bir nurdur, insan hayrı irade ettiğinde akıl onun sebeplerini hazırlayıp sunar, şerri irade ettiğinde de aynısı olur.

Komünizm ve faşizm arasında sıkışan mukaddesatçı gençliğin, kendi ismiyle zuhur etmesi, kendi teşkilatını bulması için, düzenin istediği “Müslüman tipi” değil de, olması gereken ve önder olarak da Allah Resûlü’nü, Sahabe Efendilerimizi örnek alan nesil için Gölge dergisini çıkardı Salih Mirzabeyoğlu. Sene 1975!

Evet… 1970’li yıllar hem sol hem sağ açısından verimsiz itiş kakışların yaşandığı yıllardı. Kemalizmin fideliğinde yetişen Türk solu hiçbir zaman militarizme dayanmayan bir sol hareket de olabileceğini aklına getirmedi. Taşra kültürü üzerinden yürüdü. Üzerinden yürüdüğü kültür varacağı yer üzerinde de belli oldu. Varoş kültüründe karar kıldı. Devrimcilikten dem vururken, “Her an yeni bir yaratış içinde olan” Hakk’ın devrimci yanını göremedi. Ülkücü kesim de sadece “yumruk” düzeyinde kaldı. Çok kötü bir biçimde iyi bir Müslüman olmaya çalışan İslâmî kesim, ancak Gölge dergisiyle uykusundan uyanabildi. Bunu başaran da tek başına Salih Mirzabeyoğlu oldu. Sanırım 1975 yılında Kandilli’den taşınmak üzereydi … “Taşındı”dan kastım şu, ailesi Üsküdar’a taşınmıştı. Mirzabeyoğlu da bekârdı. Ailesiyle birlikte yaşamayı tercih etti. O vesileyle buradan gitti.

Gölge dergisinin yazı işleri müdürlüğünü ilk altı ay siz yaptınız. Bunun hikayesini kısaca anlatır mısınız?

Sonradan öğrendiğim kadarıyla birçok kimseye teklif edilmiş, rahmetli Yalçın vardı baskı, matbaa işlerinden anladığı için… Sonra birkaç kişi daha teklif edilmiş. Şimdi isimleri önemli değil. Hiç kimse de kabul etmedi. Bana sordu… O gün de Üsküdar’da anne-babasının oturduğu evdeydik.

Gölge’nin birinci sayısının sayfalarını da bu vesileyle önünüzde aralamış olayım…

Yâni, ayrı bir odada oturuyorduk kendi evlerinde… Başkalarının işi kabul etmeyişinin sebebi de belli; hiç kimsede bu cesaret yoktu. Derginin ikinci döneminde de zaten birkaç sayı hem sahip hem yazı işleri müdürü olarak kendisi görünür Mirzabeyoğlu’nun.

Gölge’nin tesirinden bahsedebilir misiniz kısaca? Çok çarpıcı kapakları var mesela… İlk bakışta göze çarpıyor.

Alışılmamış, İslâmî kesimin alışık olmadığı bir tarzı var. Dil, diyalektik olarak da çok farklı. Üslub olarak da, “malzeme”nin işleniş tarzı itibariyle de kendine has bir özelliğe sahip.

Estetik ve aksiyoner tarafı da güzel. Düşmana yönelik bir tavrı var… Hitabı, duruşu bambaşka.

Derginin Müslüman bir insanın saklı nefret ve öfkesini yansıtan bir dili var. Salih, samimi Müslüman insanlar ümmî de olsa bayıldılar dergiye… Ama o okumuş, kendi kibrinde boğulan, başkalarının bilmediklerini “biliyor” olmanın trajik asaletinde boğulan tipler de Gölge’nin bu orijinal dilini yadırgadı! Hiç alışık olmadıkları bir dili vardı Gölge’nin. Meseleleri meselenin istediği seviyede ele alan, farklı bir formda gördüğü fikri tanıyıp kendi malı kılan bir dil ve diyalektiğe sahipti Gölge.

Kalbî safiyetini kaybetmemişler dergiyi sahiplendi.

Müslüman Anadolu insanı büyük rağbet gösterdi… Kendi hazinesinin dilencisi konumunda yaşayan insanlar büyük mutluluk yaşadı. Çamlıhemşin diye bir yeri bilmezdim o zamanlara kadar, oradan gelen mektuplar bana o yeri öğretti. O kadar samimi, o kadar sahih mektuplar geliyordu ki. Saklayamadığım için hâlâ içim sızlar.

Neler yazıyordu mektuplarda?

Dualar, yardım etme arzuları, temsilcilik isteyenler… “Allah sizden razı olsun, bugüne kadar Müslümanlara böyle şahsiyet veren bir dergiyi ilk kez görüyoruz” diyenler, “Şahsiyet sahibi kıldınız bizi” deyip “İnsanlara bu dergiyi ulaştırmaya çalışıyoruz, gösteriyoruz” diye övenler… Abone ücretlerini mektupların içine koyup bile gönderiyorlardı.

Gölge ismi niçin koyuldu?

Tam olarak bilmiyorum, ama rahmetli Mirzabeyoğlu özellikle Eskişehir yıllarında gölge ismini kullanmaya başlamıştı. Broşürler ve duvar yazılamaları yapılmıştı. Gölge dergisinin tanıtımı yapılmıştı…

“Murad edilenin gölgesi kabul edilirsek, buradayız! Dava çilekeşinin hamurkârlığını yaptığı gençliğe” diye Necip Fazıl’ı kastederek, Büyük Doğu’nun gölgesi olmak, aslı gibi olmak niyetiyle çıktı.

“Hedefimiz aslı gibi olmak!” evet… Asıl, Allah’ın ve Resûlü’nün bildirdikleridir. Bu açıdan bakınca Büyük Doğu da İBDA da gölge hükmündedir. Bir ve aynı “bütün”ün iki kanadı biri ahlâk, diğeri de akıl buudu. Nasıl ve niçin sorularının cevabı.

Yâni, Gölge derken “asıl” kastedilen Büyük Doğu… “Biz de onun Gölge’siyiz!” şeklinde anlıyorum ben.

Dediğim gibi “asıl” İslâm’dır ve şeriatın dışında hakikat yoktur. Rahmetli Kumandan’ı hem kimlik hem kişilik olarak yakından tanıdığım için burada büyük bir zarafet ve nezaketin yattığını söyleyeyim. O tanıtım yazısında büyük bir vefa duygusu vardır. “Aslın gölgesi kabul edilirsek” diyor ya… “Hedefimiz aslı gibi olmaktır” derken hem vefa borcunu ödüyor, hem de bu davranışıyla zarafet ve asaletin birlikteliğindeki ihtişamı sergiliyor. Bu büyük sese seda olmak istiyor.

Büyük Doğu’ya nisbeti Gölge’nin birinci ve ikinci sayısının takdiminde var… Ondan sonra dördüncü sayıda bir yazıda mevcut… İkinci sayının takdiminde, “Büyük Doğu çizgisinde yeniden Büyük Türkiye ideali için savaşacağız, çağımız buhranda çaremiz İslâm’da” deniliyor. Dördüncü sayıda ise bir başka yazıda Büyük Doğucu olduğu açıklanıyor. On birinci sayıda da Büyük Doğucu olduğu tafsilli bir şekilde açıklanıyor. Sanki böyle Büyük Doğu’yu çok göze sokmak istenmiyor gibi bir intiba edindim. Sanki nezaketten, “amacımız budur” diyor ama davul zurnayla Büyük Doğu’dan bahsedilmiyor, “layık olur muyuz?” diye bir endişe var gibi. Latiflik yâni… Yoksa nisbetini ilk sayıda ifâde ediyor.

Tabiî. Kendi hâlinden emin de, kendisinden başka kimse de yok ortada! Görünenler de sadece, buna ben de dahil, bir figür olarak varız… İşin ehemmiyetini kavramış, ona göre faaliyette bulunacak insan yoktu. Ama Gölge’de nezaket yönü var. “Başkası olmadan, başkası için olmak” diyoruz ya, işin o yönü de var. “Nasıl buudu ile, niçin buudu” diyoruz ya… Büyük Doğu “nasıl”ın izahı ise, İbda da “niçin”in izahıdır. İşte onun izahını da ben yapıyorum der Rahmetli Mirzabeyoğlu. İki kanat var ya… Her şeyde denge önemli. Teoriyle politika arasındaki o hassas dengeyi tutturamadığınız zaman savrulursunuz…

Şurada zaten şöyle bir şey diyor: “Nasıl ve niçin mevzuunu anladım. Büyük Doğu ‘nasıl’, İbda da bunu yürüten ‘niçin’ kanadı…” Mesela şu da var: “Büyük Doğu’nun üslup zevkine kapılmış, hakikatine de erilmemiş. Böyle durgun bir kitle de var.” diyor.

Doğru… İnanmak anlamaktır. Anlamadığınız bir fikri layıkıyla temsil edemezsiniz.

Necip Fazıl’ı, süslü-edebî güzel şiirler yazan biri olarak alkışlarken, Büyük Doğu’nun İslâm’a muhatap anlayış davasının niçin ve nasılını ortaya koyduğunu bilmemek gibi bir durum söz konusu.

“Niçin ve nasıl”ı derken, yanlış değerlendirildiğinin, nasıl anlaşılması gerektiğinin izahıdır İbda. Hâdiseye yanaşan şuurun aklî ve ahlâkî boyutuyla yanaşması ve bu şekilde kavranmasının gerekliliğini işaret eder.

Peki, Gölge’nin diğer kesimlere nasıl baktığına dair bir soru yöneltsek size?

Gölge, sağa da sola da kendi zaviyesinden bakar, insanîdir… İnsancadır, âlemşümuldür. Ufacık bir katkısı bile olan bir insana büyük değer verir… 1970’lerde sağ ve sol arasındaki verimsiz itiş kakışları gördükçe, “olan”la yetinen “olması gereken”i umursamayan insanların hâlini gördükçe üzülürdü.

İbda’nın ilk filizlerinin ilk bu dönemde ortaya çıkışını gözlemlediniz mi? Salih Mirzabeyoğlu neyi, nereye, nasıl koyuyor?

İbda; mübdiinden kitap dizaynına, fikrine, diline, diyalektiğine kadar ismiyle müsemmadır, yani her şeyiyle eşsiz-benzersizdir. İbda için şunları söyleyebilirim, Salih Mirzabeyoğlu’nun bâtınî yönüne de şahitlik ettiğim yıllara denk gelir benim için, İbda yılları. İbda külliyatının da özü şudur: Mübdiî’nden etkilenip İbda’ya iade etmek. Yani yaratıcıdan etkilenip yaratmayı tekrar etmek. İbda’nın özü budur. Çünkü sen yeryüzünde Allah’ın halifesisin. Mübdîini ne kadar tanıyor ve biliyorsan İBDA’yı iade etme şansın da o kadardır.

“Ben insanı yeryüzünde eşyaya ve hadiseler tesir etmesi için yarattım” hitabını kendine muhatap almış bir harekettir İBDA. İbda Diyalektiği eserinde İBDA’nın tanımı için “Doğru Yol-Kurtuluş Yolu” diyor Salih Mirzabeyoğlu.

Evet. İbda’nın her şeyi orijinaldir, hiçbir şey tesadüfi değildir, İbda dil ve diyalektiğinin önemi de bu noktada şudur: Batılı felsefecilerden alınmış bir şey yoktur. Ancak istifade edilmiştir. “Hakikat mü’minin yitik malıdır.” Bunlar da kendi malı kılınarak yapılmıştır zaten. Ayrıca etkilenmek büyük ruhlara has bir melekedir. Baltayı kütüğe istediğiniz kadar vurun kütükten hiçbir ses gelmeyecektir.

Sistemini nasıl oluşturdu? Dışarıya bakarak içeriyi sıfırlayarak bir sistem kurmaya çalıştı mı?

Yok, hayır. Bu düşünce bizde yapılan en büyük hatalardan birisi olmuştur. Fikir adamı ya da entelektüelin, dışarıya bakarak içeriyi sıfırlayıp bunun üzerine sistem inşa etmesi abesle iştigaldir. Bu mümkün bir şey değil ki. O zaman sen İslâm’ın evrensel olduğu mesajını Batılı formlar içerisinde yeniden üretmiş oluyorsun. Bunu İslâmî zannetmenin hamakâtinden kurtulamazsın.

Liberal İslam, Ilımlı İslam, İslam Sosyalizmi ve türevi sapkınlıklar da buradan çıkıyor.

Dinin siyasallaşması, siyasal İslam gibi ifadeler de bu düşüncenin bir ürünü. İlahiyatı olmayan siyaset olabilir mi? Daha önce de yazmıştım bu konuyu, Pierre Clastres’nin bir sözü var; “Sosyal olan her şey siyasiyse (ki öyledir) siyasi olan her şey de dinidir.” En ufak ve somut olanından en soyut ve girift olanına kadar bu böyledir diyor.

Biz bu Batılılaşma aslında modernleşme sürecinde “Mümin gözlerde yuvalanmış nuru kaybettik.” Büyük Doğu-İBDA da bu nurun o gözlerde yeniden yuvalanmasını temin etmenin sistemidir. Hem hayata hem hadiselere hem de İslam’a bakışın yenilenmesidir. Göz yenilenmez bakışı yenilemek lazım diyor ya Üstad. Bakışı yenileyecek olan da ibadettir. Bu nedenle Müslüman’ın her sözü ve davranışı ibadet hükmündedir. Abdulkadir Geylani Hazretleri ibadetin sanat olduğunu ifade ediyor. Üstad da sanatı Allah’ı aramak olarak tanımlıyor. Âlem nasıl her an varsa insan da her an yaratılış içerisindedir. Her an yeni olan âleme bakışı yenileyecek olan da ibadettir. İbadet de sanattır. Sanat ise Allah’ı aramak.

Evet, Salih Mirzabeyoğlu bize imân nuru, idrak nuru vermek istedi. Külliyatın özeti de bu aslında. Gölge birinci dönem ve Gölge ikinci dönem arasında 2 sene 3 ay gibi bir dönem, bu sırada Kumandan’ın ne yaptığını söyler misiniz?

Gölge’nin 1. dönemi ile ilgili şunu söyleyebilirim; ta o zamandan başlayarak Salih Mirzabeyoğlu’nun etrafında yükseltilen sükût senfonisinin tek sebebi vardır, lehte ve aleyhteki korkaklık. Lehte olanlar da korkmuşlardır, aleyhte olanlar da korkmuşlardır. Yalnız bırakılmasının tek sebebi budur. Haklı nefret ve öfkesini anlayamamışlardır. Böyle bir “Büyük Gerçeklik”e inanacak cesaretleri olmamıştır.

Maalesef hâlâ 28 Şubat’taki gibi devam ettirenler var.

Evet, bunları kaç defa yazdım. Gölge döneminde Kumandan ile beraberdik. Lehteki ve aleyhteki korkaklıkların tümüne şahitlik ettim.

Sirkeci civarında Free Shop’ta çalışıyormuş sanırım o dönemde.

Evet, Free Shop’ta çalışıyordu.

Çok büyük bir kâinat muhasebesine girişmiş durumda kendisi. Yerinde duramıyor bir şeyler yapması gerekiyor. Çektiği çileleri bana anlatıyordu, ben de dinliyor ve hissetmeye çalışıyordum o dönem çektiği ıstırapları. Çok büyük bir ıstırabı var.

Bir sistem, bir fikir önce mübdiînin, yaratıcısının kafasında şekillenir. Bu bazen aylarca bazen yıllarca sürer. Fikir ortaya konduğu zaman da doğum gerçekleşmiş demektir. Yayılması için yapısal formlara ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan bir fikir yayılamaz. Bunu gerçekleştirecek olan da o fikrin elitleridir.

Ben iki dönem arasında tanışmıştım kendisiyle ve o dönem daha çok “Bütün Fikir” üzerinde duruyor Kumandan. İkinci dönem de daha çok “Bütün Fikrin Gerekliliği” üzerinde çalışmalarını yapıyor. İlk Gölge’de daha çok aksiyon üzerinde duruyor ve aksiyonsuz fikrin öleceğini, aksiyon içinde fikrî inşanın olması gerektiği söylüyor.

İslamî kesimin halini düşünün ki hem yazı işleri müdürü hem de sahibi kendisi, bunu yapacak, yükünü üzerinden alacak tek bir kişi bile yok. Durumun vahametini bir düşün.

Peki Akıncı Güç? Üstad’ın da bu dergiye ve Kumandan’a bir övgüsü bulunuyor. Kumandan’ın tepkisi ne oldu bu övgüye?

Çok sevindik. Özellikle Üstad’ın “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” şeklindeki ifadesi bizi oldukça sevindirdi, Kumandan da çok mutlu ve motive olmuştu. Gerçek bir aydın olan Üstad da Akıncı Güç’e gerekli desteği vermişti. Birçok kişi görmezden gelip “kurtuluş”u kaçmakta bulurken, rahmetli Üstad aydın olmanın gerekliliğini yerine getirip, entelektüel bir davranış sergilemişti.  

İkinci, üçüncü sınıf anlamazken ya da anlayıp göz ardı ederken, Üstad gibi zor beğenen birisi Akıncı Güç’te Büyük Doğu’ya kuru bir övgüden öte sahici bir fikirle olan aşkı görünce gerekli övgüyü yapar. Mirzabeyoğlu 14-15 yaşında Büyük Doğu ile tanışıyor ve varlık muhasebesine giriyor. Necip Fazıl’ın edebî üslubunda kalmıyor, farklı bir noktaya gitmeye çalışıyor. Salih Mirzabeyoğlu dirayeti, feraseti, kuşatıcılığı ile bize yetebilecekken bize durmadan Necip Fazıl’ı anlattı.

Her iki “Büyük Sanatkâr” bizleri bütünleyen, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durmamızı sağlayan “bütünleyici”lerdi. Necip Fazıl’ı anlatırdı, çünkü her ruh müşahede ettiği şeydir, ona dönüşür, lâkin müşahede marifete tâbidir.

Nefsi davransa kendisini anlatması yeterli olurdu.

Mürid, murattır. Gerçek talebe ustasını atölyesinde taklit eden değildir. Ustanın elinden çıkmış sanat eserine dönüşebilendir. Rahmetli Mirzabeyoğlu, Üstad’ın elinden çıkmış sanat eserine dönüştü, diğerleri gibi taklit düzeyinde kalmadı.

Çünkü bir ruh derinliği yaşıyordu.

Tabii. Ödülün de cezanın da tesirini gösterebilmesi için öncelikle bunu kabul edecek bir bünyenin olması gerekir. Olmadığı zaman iş havaya entari giydirmekten farksız bir hâl alır. Entari havaya tutunamaz. Bunun için Üstad çevresinde çok insan olmasına rağmen, bu işin Mirzabeyoğlu’nda tecelli etmesi, onda bu bünyenin var olduğunu gösterir.

Gönüldaş Yayınları var 12 Eylül döneminde sıcağı sıcağına çıkmış olan.

Ben o yıllarda askerdim. Sadece izine geldiğim zamanlarda görüşebiliyordum. Üstad o dönemde birlikte çalışmak istiyordu. “Ben peşlerinden koşacağım” sözünün anlamında bu birlikte olma arzusu yatar. Kumandan da genç ve işin altından kalkabilecek kabiliyette. Ancak sonra nasıl oldu, nasıl gitti…

Raporlar çıktı ardından. Burada “Necip Fazıl ve Yeni Dostları” diye Salih Mirzabeyoğlu yazmaya başladı. Yedinci kitap ila on ikinci kitap arasında yazdı Mirzabeyoğlu. Ardından da 1983 yılında Üstad’ın vefatı oluyor. 1986 yılında Tavır dergisi, 1990’da Nokta dergisine Mirzabeyoğlu’nun kapak oluşu.

Nokta dergisi meselesiyle alakalı olarak da; o dönemin de sonraki dönemlerin de ana akım medyasında şöyle bir tavır vardı; İslâmî kesimden eğer biri sivriliyorsa, farklı olan, alışılmadık olan bir tip hemen kendilerine devşirip pasifize ederlerdi. Nokta dergisinin kapak yapma sebeplerinden biri buydu. Ayrıca solun söyleyemediklerini Kumandan söylüyordu. Soldan da bunun farkına varanlar oldu. Ruşen Çakır bundan dolayı alıştığımız Müslüman tipinden çok farklı, daha çok solcu lider tipi var, der Kumandan hakkında. Mümkün olsa kendi içlerinde eriteceklerdi. Bunun olmayacağını anladılar.

Elini üzerimden hiç eksik etmedi

Maksatları farklıydı ama ters tepti bu. Peki 1991 yılında Körfez savaşında yurt çapında ABD’yi protesto eylemlerini organize etmekten dolayı siz de dahil Salih Mirzabeyoğlu ve beş arkadaşı Sağmalcılar cezaevinde 3 ay kadar yattınız. Bunla ilgili birkaç şey anlatır mısınız?

Alınışı falan gibi konuları İşkence kitabında anlatır Kumandan. Gözaltına alındıktan sonra önce MİT’e götürüyorlar, bir gün sonra siyasî şubeye teslim ediyorlar. Ocak sonu, şubat başı gibi bir zamandı. Ben de Kumandan’dan bir gün sonra alındım. Boş bir hücreye attılar, orada bir mazgal deliğinden gördüm ki iki işkenceci Kumandan’ı yürüyemeyecek halde kollarına girmiş hücresine getiriyorlar. eziyet ediyorlar. Kumandan beni tanıdı göz kırptı. Yürüyemez halde, kollarda ilerliyor. 15 gün kaldık orada. İhtiyaç için çıktıkça görüştük kendisiyle. Toplam 17-18 kişi o dönem içeri alınmıştı.

Sağmalcılar cezaevinden hatırladıklarınız neler?

Alınmamam gerekiyorken alındığım için üzülüyordu Kumandan. Koğuşun bir kısmı mescitti, orada konuştuk. “Benim için üzülüyorsunuz ancak üzülmeyin ben ilklerden olmaktan kıvanç duyarım” demiştim. Bana dua etti bunun üzerine. Hz. Zekeriya’nın bir duası vardır Kuran’da da geçer “Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın (Enbiya/89)”. Ondan sonra beni kendi başıma kendi halime bırakmadı. Elini üzerimden hiç eksik etmedi. Bunun mutluluğunu her zaman duydum.

Zarafetinden ve asaletinden zerre kaybetmedi

Bir mürşit gibi terbiye edici olduğunu söyleyebiliriz.

Evet. Başta da söyledim, İBDA’ya geçiş döneminde bâtınî yönlerine şahitlik etmeye başlamıştım. Benim içimden geçirdiğim, dillendirmediğim şeyleri okuduğunu görüyordum. Bir tanesini de anlatayım. 163’ten yargılanıyoruz o dönem, 163 kalkınca tahliye kararı verildi hakkımızda. Orada içimden “bu adamlarla işimiz var, Konya’da iki ev var bahçe içinde, biri ona biri bana yeter” diye geçiriyorum, o arada kendi aramızda konuşuyoruz… Herkes ne yapacağını anlatıyor. Sıra Kumandan’a gelince, “biz Mevlüt’le Konya’ya yerleşeceğiz bahçe içindeki evlerden birinde ben diğerinde o oturacak” dedi. Sadece gülümsedim.

O tek kişilik hücrede 10 yıla yakın yattı. Birinin bir senesi bir diğeri için on senedir. O bilgi birikimindeki bir insanın hapiste tutulması hiçbir eziyet yapmasan dahi başlı başına bir işkencedir. Buna bağlı olarak şunu söyleyeyim, şimdi biz rahmetlinin önemini, ne yapmaya çalıştığını, bağlıları da dahil Türkiye’de hiç kimse kavrayamadı. Ama dış güçler ne yapmak istediğini anladı, kavradı. Bunu gerçekleştirdiği takdirde nelerin değişebileceğini, çok iyi görüyorlardı, biliyorlardı. Onun için de Telegram işkencesine tâbi tuttular. Buna sebep olanlar, bunun bedelini nasıl öderler bilemem… 22 Temmuz 2014’te çıktı cezaevinden, bundan bir sene önce ben de 2013’ün Kasım’ında ziyaretine gittim. Her hafta da avukatlara, gidip gelenlere soruyordu beni, yazılarımla ilgileniyordu, görüşlerini iletiyordu. Ben de meraktan saçı beyazladı mı, kilo aldı mı, durumu iyi mi diye ince ince sorardım. O da aynı şekilde beni sorardı. Her ruh müşahede ettiği şeydir, ona dönüşür ya. Onlar da neyin müşahedesindeyse onu görüyorlardı, yani benim muradımı kestirip ne istediğimi göremiyorlardı. Görüşe gardiyanların kolunda geldi ama buna rağmen nezaketinden, zarafetinden, asaletinden zerre kaybetmemişti. Bir kez daha hayran oldum kendisine. Orada birkaç mesele konuştuk, gayet rahat konuştu. Kilo almıştı, bundan da rahatsızdı. Orada anlatılır mıydı bilmiyorum ama Thomas Mann’in “Değişen Kafalar: Bir Hint Efsanesi” hikayesini anlattım. Bünyeyi kafanın şekillendirdiğini anlatan mitolojik uzun bir hikayedir.

İnsan olarak kalabileceğimiz bile şüpheli

Biraz önce dışarıdakiler onun farkındaydı dediniz.

Evet. Sadece İslâm’la barışık bir iktidar döneminde bile neler olabileceğini gördüler. Bu fikrin Türkiye’de tutması hâlinde, bunun tüm İslâm dünyasına sirayet edeceğini, hâlen beslendikleri sömürge ülkelerin ellerinden çıkacağını anladılar.

İbda başta Anadolu olmak üzere insanlık için ne ifade ediyor?

İbda sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık içindir. İçinde bulunduğumuz çağ, muhtemeldir ki yeni bir medeniyete, yeni bir kültür üst sistemine geçiş dönemi olduğunu gösteriyor. İnsan olarak kalabileceğimiz bile şüpheli. İnsan olarak kalabileceksek gelecek yeni kültür, kurtarıcı fikir-bütün fikir kültür zihniyeti ve insanının elinde gerçekleşmeli. İbda’nın diliyle söylersem; İslâm-Mutlak Fikir veya hiçbiri…

Necip Fazıl, “Eğer dünyanın sonu gelmediyse bu fikre ihtiyaç olacak, ki gelmediğine inanıyoruz” diyor.

Zaten bir kültürün zirvede olduğu, medeniyetin zirvede olduğu an, aynı zamanda düşüşe geçtiği andır. Rahmetli Üstad’ın tespitiyle bu bizde Kanuni devrine denk geliyor. Batı medeniyeti de 400 yıldır Rönesans, kapitalizm, modernizmden başlayarak -gerçek kasıtları bu muydu tam bilmiyorum ama- ister istemez yalanı dünya düzeni haline getirdi. Bir de bir medeniyet uzun süre din dışı temeller üzerine yükselemez.

Çöken bir dünyanın sonuna geldik diyorsunuz.

Evet, karanlık-bunalımlı bir çağdayız. Gelecek yeni kültür bu “Kurtarıcı Fikir”in, “Mutlak Fikir”in yol göstericiliği ve denetleyiciliğinde olmalı.

Buna paralel, Büyük Doğu-İbda fikriyatı ve hareketi Müslüman Anadolu’nun gerek itikadî gerek siyasi bakımından iç ve dış tehditlere karşı muhafazası adına nasıl bir rol oynadı ve istikbal için nasıl bir role sahip?

Bahsettiğim gibi, etrafında yükseltilen lehteki ve aleyhteki korkaklık hâlen devam ediyor. Fikir önce bir insanın kafasında şekillenir. Fikir adamı doğum sancıları çeker, bazen yıllarca sürer bu sancı. Fikir ortaya konulduğu an doğum gerçekleşmiştir. Şimdi doğum gerçekleşti. Bu fikir insanlığın elinde büyük bir imkân. Fakat bir fikrin yayılması için yapısal formlara ihtiyaç vardır. Yapısal formları olmadan fikir yayılamaz.

Anadolu’nun koruyucu çekirdeği, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun ektiği tohumlardır.

Tabii, o tohumların meyveye durmasıdır 15 Temmuz’da halkın direnişi durup dururken ortaya çıkmadı. Onların, mazinin bereketli toprakları üzerine ektikleri tohumun meyveye durmasıyla oldu.

Halk iktidarını sokakta kuruyorsa bunun adı ihtilâldir

15 Temmuz ile ilgili Salih Mirzabeyoğlu “Verdiğimiz emeklerin boşa gitmemiş olmasından memnunum” diyerek memnuniyetini izhar etmişti.

Kumandan’la o gece telefonda konuştuk ne olacak ne bitecek diye. Bildikleri de vardı ve hiç tedirgin değildi. Ertesi günü gittim yanına. Sorular sordu, ben de değerlendirmelerde bulundum ve değerlendirmelerimi olumlu buldu. Çok azı dışında aslında herkes bu işin içindeydi. Kimi kaçak güreşti, kimi açıktan. İşlerin gidişatına göre konumlarını belirleyeceklerdi.

Bu işin içindeydi derken kimleri kastediyorsunuz?

Askerin, polisin önemli bir kısmını, siyasî partileri. Yani sadece FETÖ’cü olanlar değil Kemalistler de bu işin içindeydi. İşin seyrine göre yön belirlediler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CNN’den canlı yayına bağlanması, halkı sokağa çağırması vs. bu yaşananların hiçbiri tesadüf değil. Bu işin seyrini bir anda değiştirdi. Yıllarca hor görülmüş, itilmiş; eğitimsiz, cahil bir kitle gözüyle bakılmış bir halk, ilk defa “irade benim” dedi, kendi iktidarını sokakta kurdu, dünyanın her yerinde bunun adı ihtilaldir. Şimdi bu ihtilalin peşinden inkılabın gelmesi gerekiyor.

Üstadın Kumandan’a olan teveccühünü gördükçe telaşa kapıldılar

Kumandan’ın Büyük Doğu ismiyle devam etmeyip İbda ismiyle, İbda markasını Büyük Doğu’ya eklemleyerek devam etmesinin sebebi nedir?

Bir bütünün iki ayrı kanadı olmasından kaynaklanıyor. Biri “nasıl” buudu, diğeri “niçin” buudu. Rahmetli Üstad’ın muradı da birlikte hareket etmekti. Fakat sonra ne oldu bilmiyorum. Kendisinden de bir şey duymadım o zaman. Fakat Üstad’ın çevresinde birtakım olumsuzluklar olduğu belliydi. Çünkü ellerinden gidecekti varlık sebepleri. Üstad’ın Kumandan’a olan teveccühünü gördükçe “varlık sebebimiz ortadan kalkıyor” diye telaşa kapılanlar oldu. Birlikte hareket etmek istemediler.

Bunun yürütücü kanatları olarak İbda’nın müstakil bir isim alması zorunluluk oldu.

Beraber de yürüyebilirdi tek isim altında, fakat mecburen bu şekilde oldu.

Bunun yanında İbda’nın Büyük Doğu’yu yürütmesi yanında müstakil olarak kendisi de bir sistem kurucu olması dolayısıyla kendi ismiyle markalaşması gerekliydi.

Başkası olmadan başkası için olmanın zirve şahsiyeti Peygamberimiz (sav)’dir. Şimdi rahmetli Kumandan da “Üstad” olmadan olabildiğinde Üstad için oldu. Kendisinden verebileceğinden çok fazlasını verdi.

Kumandan kendi çağının yenileyicisiydi

Kuru bir tekrar edici, kopyacı değil İbda. Bir marka, orijinal bir sistem. Sadık bir bağlılıktan öte nitelikli, sadık bir yorumcu.

Onun istediği düzeyde biriydi. Yıllarca neredesin ey genç adam diye seslendiği, aradığı “Büyük Ses”ti.

Bağlı olduğu eserlerini verip onları yaşatıp, ömrü boyunca o eserlere kendisini vakfedip koruyan değil de, bu eserleri tatbike dair yürüten, “niçin”ine dair yeni bir sistem koyup bunun hikemiyat tarafını daha da kuvvetlendirip örgüleştiren biriydi. Ayrıca aksiyon cephesini de örgüleştirdi. Yani sıradan biri olmadı.

Büyük Doğu’yu büyüten, genişleten, görünür kılan oldu. Nasıl bakılması, yaklaşılması, anlatılması gerektiğini gösterdi.

Orijinal bir usûl dahilinde bir diyalektik kurdu. Bir mektebin içinde öğrenim yapmak yerine, mektebin yanında o mektebe bağlı olarak bir mektep açtı. Mektebin yanında bir mektep açıyor fakat bütün zerresiyle o mektebe bağlı.

Evet. Zaten Büyük Doğu ismiyle devam etseydi yine böyle bir farklılık gerekecekti. Çünkü her devrin bir yenileyicisi vardır. Üstad kendi çağının yenileyicisi olduğu gibi, rahmetli Kumandan da kendi çağının yenileyicisiydi. Çağdan kastım sadece rakamlarla bölünmüş bir çağ değil, zihniyet değişimine bağlı İslam’a bakışı yenileyen biri olarak yenileyici. Yani kendi nesline hitap edecek dil ve diyalektiği kurarak değişen şartlara adapte etti.

Evet, “niçin” boyutuna daha çok ihtiyaç var, çünkü postmodern devirde “namaz nasıl kılınır”dan ziyade “niçin kılınır” daha çok soruluyor. Kumandan’ın da hikemiyat binasının kurucusu olması hasebiyle “niçin” boyutunda orijinal bir yenileyicilik vasfı var. Aynı zaman diliminde olsalar dahi, sizin dediğiniz gibi dönemlerinde de bir farklılık vardı; birinde “nasıl” ihtiyacı farklıyken bu çağda “niçin” ihtiyacı, hikmet boyutuyla tahkim etme ihtiyacı daha fazla.

Harf devrimi oldu, bir gecede toplumun hâfızası sıfırlandı. Salih Mirzabeyoğlu’nun hitap ettiği kesimin zihin dünyası modernist bir ortamda şekillendi. Zihnimizi şekillendiren belirleyici kodlar Batı’nın kodları oldu. Üstad çok bozulmamış bir zihni yapıya hitap ederken, rahmetli Kumandan tamamen Batı kodlarının belirlediği zihinlere hitap ediyordu. Rahmetli Cevat Abi (Ülger) bize Batı’dan ve Doğu’dan bir eser gösterir ve hangisi güzel diye sorardı. Bizler de Batı’ya ait eseri seçerdik. Bununla Bizlere aslında zihnimizdeki belirleyici kodların Batı’nın kodları olduğunu ihsas etmeye, zihniyet değişiminin gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

İnanmak anlamaktır

Evet, ayrı bir dil ve diyalektik gerekiyordu ve fonksiyonunun anlaşılması açısından da ayrı bir isim alması daha doğruydu.

Evet. Bir de onun ötesinde “kul kurar kader güler” diye bir sözü vardır Zünnûn-ı Mısrî hazretlerinin, ayrıca “her şeyde bir hayır vardır”. Bu şekilde olması daha hayırlı oldu. Bitkilerin, çiçeklerin açması gibi fikirlerin de zamanı vardır. Vaktinden önce tahlile, tenkide mâruz kaldığında tıpkı erken açan yahut kıymetini bilmeyenlerin ellerinde ziyan olan nadide çiçekler gibi fikirler de erken solar, kaybolup giderler.

Kendisini ve eserlerini ne kadar doğru anlıyoruz, büyükleri anlayabilmek için neler yapmalıyız?

Birincisi inanmak anlamaktır. Anlamadığın bir şeye ne doğru düzgün inanabilir ne de doğru düzgün temsil edebilirsin. Anlamadığın bir şeyi nasıl temsil edeceksin. Onun için rahmetli Üstad’ın deyişiyle “anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var.” Kendimden de biliyorum eserlerini yeniden okudukça her defasında farklı bir güzelliğe şahitlik ediyorum. Zihnî referanslarının zenginliğine, bu kadar şeyi ortaya koyabilmiş olmasına hayranlık duyuyorum. Ve bunların tesadüfi olmadığına inanıyorum. Bizzat şahit olduklarım var, ortaya koyduğu eserlerin hiçbiri tesadüfi değil. Mürid muraddır dedik ya, bu işlerde de sadece seven olmak yetmiyor, aynı zamanda sevilen de olmak lazım, ki sevene bilmediği, anlamadığı şeyler de öğretilir, gösterilir. İnsan Allah’ı sevdiği için veli olmaz, Allah tarafından sevildiği için veli olur.

Mürid muraddır dediniz, Salih Mirzabeyoğlu eserleriyle beraber gençliği yetiştirmeye devam ediyor diyebilir miyiz?

Tabii ki, fakat yetiştiren kadar yetişecek olanın da bir şey olması lazım… Çok şükür ki, elimizde her biri eşsiz bir zevkin ürünü olan eserleri var. Bizde olup da henüz bizim olmayan faziletleri uyandıracak olan da bu eserler.

Onu bizzat görmemiş olanlar da olabilir. Eserleri zihin dünyamızı, duygu dünyamızı inşa edici ve bizi yetiştiricidir demek istiyorum.

En azından anlamadığını anlar. Bu şekilde bakarsa farklı şeyler görür ve “Bütün Fikrin” niye gerekli olduğunu anlar. Harvard’da zannedersem, “Bütün Fikrin” arayışında olan filozoflar var. Bunun ihtiyacını duyuyorlar. Rahmetli Kumandan diyor ya, “Parça parça, ayrı ayrı yoldan elde edilmiş hakikatlerle bütünlüğü temine çalışıyorlar. Yamalı bohçalarla bütünlüğü temin edemezsin. Bunlarla “Mutlak İdeal Değerler Ölçüleri”ne ulaşamazsın, hakikatleri bulundukları hâl üzere göremezsin.”

Mülakatımızın sonuna doğru geldik, zaten yukarıda da söylediniz. Kumandan’ın insanî yönüne dair son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanlar arasındaki farklılık sırf insan olmaktan kaynaklanan bir durum değil. İnsanî hasletlerin onlarda ortaya çıkışından kaynaklanır. İnsanı insan yapan hasletler… Ve bunların ortaya çıkışı… En zor zamanlarında, çektiği işkenceleri, zorlukları biliyoruz. Ömrü zorluklar içinde geçti rahmetli Mirzabeyoğlu’nun. O zamanlarda bile insanlığından, nezaketinden, zarafetinden hiçbir şey kaybetmedi. Birebir bunlara şahidim, hepsine. Hangi büyük söylüyordu bilmiyorum: “Allah, evliyasını gazabının şiddeti içinde kuşatır!” diyor. Salih Mirzabeyoğlu, Hakk’ın bu şekilde kuşattığı Allah ehli bir büyüktü. İsmiyle müsemma Hakk’ın Salih kuluydu.

Büyüklerin çilesi de büyük olmuştur, onu kastediyorsunuz değil mi?

Tabiî tabiî… İlminin, fikrinin büyüklüğü nisbetinde çilesi de büyük oldu. İnancının büyüklüğü nisbetinde iddiaları da büyüktü.

Peygamberlerin, Ehl-i Beyt’in, Sahabe’nin, büyük velilerin… Çilesi büyük olanın da derecesi büyük olur.

Öyle… Fikirlerinin büyüklüğü nisbetinde imtihanları da zordur. “Dar Kapı”lardan sâlimen geçmek gerekir.

Çok teşekkür ederiz, vakit ayırdınız. Salih Mirzabeyoğlu’ndan bir nebze yansıttınız… Rüzgârından bize verdiniz…

Ben de teşekkür ederim… Hem rahmetli Kumandan’ı hem de rahmetli Üstad’ı yâd ettik… Yüce Rabb’im onlara rahmet etsin, onları şimdi bulundurdukları yerden daha güzel bir yere yerleştirsin. Büyüklerden biri bunu söylüyor: “Dua ederken, rahmet dilerken, bu şekilde dileyin” diyor. İnşallah dualarımız kabul olur.

Amin…

Aylık Baran Dergisi 6. Sayı, Ağustos 2022