İnsan için en faydalı olan hukuk sistemidir. İslam hukuku da insan için en faydalı olan hukuk sistemidir. Dolayısıyla gerek ferdin gerek toplumun maslahatını en iyi gözeten hukuk sistemi İslam hukukudur. Bu itibarla en doğal hukuk İslam hukukudur.
Mehmet Akif Can kimdir?
Mehmet Akif Can, 1979 yılında Siirt’te doğdu. İslami İlimler alanında tahsil yaparak bu alandaki birikimini geliştirdi. Hâlihazırda İslam Hukuku doktoru ve avukat olarak meslek hayatını sürdürmektedir. Aynı zamanda İlahiyat ve Hukuk fakültelerinde öğrenim gören öğrencilere İslami İlimler üzerine dersler vermekte, bu alanda yeni nesillere rehberlik etmektedir. Üsküdar’da kurduğu kütüphanede, halka açık dersler düzenleyerek bilgi paylaşımını topluma taşımakta ve kütüphaneyi halkın istifadesine sunmaktadır. Temel uzmanlık alanı İslami İlimler olan Mehmet Akif Can, meslekî ve ilmî birikimini paylaşmaya devam etmektedir.
Toplumumuzda malum sanal kumar, içki, uyuşturucu, gayri ahlâkî işler, sapkınlıklar, yolsuzluk, cinayet, intihar ve benzeri vakalar arttı. Bu neyin habercisi? Türkiye nereye gidiyor?
İsra suresinin 16. ayetinin Allah Teala buyuruyor ki: “Bir memleketi helâk etmek murad ettiğimiz vakit ise onun devletlerine (itaat) emrederiz, onlar itaat etmez de orada fısk yaparlar, bunun üzerine o memleket aleyhine hüküm, hakkolur artık onu tedmir eder de ederiz.” Yani bir toplumun helâkı demek, bir deprem olması değil veya altının üstüne gelmesi değil. Helak dediğimiz şey toplumun içtimaî işlevini, Allah Teala'nın insana vermiş olduğu misyonu insanın yerine getirememesi ile gerçekleşir. Bir toplum kendi içinde garibanına, mazlumuna sahip çıkmıyorsa, zalime veya insanların hakkını yiyenlere toplumda hak etmedikleri bir yer veriliyorsa bu da toplumun helâkı anlamındadır. Eğer siz bir toplumu yönetmek ve o toplum tarafından sorgulanmak istemiyorsanız toplumu basit, malayani şeylerle meşgul edersiniz. Allah Teala Kur'an-ı Kerimde Firavun için “Kavmini hafife aldı ve ona itaat ettiler.” diye buyuruyor. Kavmi hafife almak demek onları basit şeylerle uğraştırmak demek. İnsanları çalışmayla, üretmeyle değil kısa yoldan zengin olmakla motive ederseniz; dizilerinizle, programlarınızla, haberlerinizle insanın ömrünü bir çırpıda harcarsanız, o zaman insanlar Tiktok çekerek, kumar oynayarak, küçük paralar yatırıp büyük paralar kazanmanın peşine düşerler. Böyle işler peşinde olan insanlar politikayla ilgilenmezler, ülkedeki dinî, ahlâkî vaziyetle ilgilenmezler. Tek dertleri bir an önce daha müreffeh, dünyevî zevklerini daha iyi tatmin edebilecek bir hayatın peşinde koşmak olur. Böyle olduğunda da toplumun sorunları onları ilgilendirmez olur. Fakir olanlar onları ilgilendirmez, zalimler onları ilgilendirmez. Tek dertleri kendi şehvanî heveslerini, isteklerini tatmin etmektir. Toplumun götürüldüğü yer burasıdır. Bu toplumlar daha kolay idare edilir. Onun için o tarafa doğru sürüklenir. Tabii bu Türkiye'ye, bizim toplumumuza özel bir şey değil. Dünyada güdülmek istenen toplumların götürüldüğü yer burasıdır. Ama şunu da üzülerek söylemeliyiz ki devletimiz bu konuda alması gereken koruyucu tedbirleri almakta zayıf davranıyor.
Son birkaç senedir yeni anayasa tartışmaları gündemde. Fakat bu hususta somut çalışmaları göremiyoruz. Buna dair bir bilgi de yok. Aydınlarımız, sosyologlarımız, yazarlarımızın buna dair önerileri de neredeyse yok hükmünde. Nasıl bir anayasa olmalı ki, toplumu da içine düştüğü vaziyetten çıkarsın?
Şimdi birincisi Türkiye'de halkın ihtiyacını karşılayacak aynı zamanda halkı devlete karşı koruyacak olan bir anayasanın düzenlenmesi için gerekli ortam da yok. Bunu hazırlayacak kalifiyede hukukçu da yok. Ama biz toplum olarak güçten hoşlanan, otoritenin ezici gücünü meşru gören, dolayısıyla demokrasinin aslında kendimize bir gömlek fazla geldiğine inanan bir toplumuz. Yani günümüzde devlet yetkililerinin dahi kanunu ezmeleri, kanunu yok saymaları bizim halkımızın hoşuna gidiyor. Mesela sen bizzat bunu yaşadın. Bir haksızlıkla karşı karşıya kaldın. (Ahmet Bostancı’nın Mustafa Kemal’e kafir demesi sebebiyle, hukuksuzca tutuklanıp cezaevine atılması hadisesinden bahsediyor.) Fakat bu haksızlık kanunu uygulama yetkisi elinde olan insanlar tarafından uygulandı. Geçen aylarda yine bir arkadaşımız “Atatürk'e hakaret”ten içeri alındı. Ceza alması halinde bir gece bile yatmayacak olan bir adam tutukluluk sürecinde 30 günden fazla cezaevinde kaldı. Bu da devlet yöneticileri tarafından teşvik ve tavsiye edilen bir durum. Şimdi siz bu durumda özgürlükçü, eşitlikçi, devlete karşı halkı koruyan, gücü halka yayan bir vaziyette sosyal bir anayasa yapmak istiyorsanız bu yaklaşımlarla yapamazsınız. Hem yapsanız hem de uygulayamazsınız. En son bunu Cumhurbaşkanlığı protestosunda 9 kişinin göz altına alınması olaylarında gördük. Gözaltına alınsalar dahi, “müsait bir zamanınızda buyurun karakolda bir ifadenizi alalım” denmesi gereken insanlar yine birkaç gün tutuklu kaldılar. Bu esnada fizikî ve psikolojik şiddete maruz kaldılar. Burada anayasa yapsanız ne olur yapmasanız ne olur? Kanunlar biraz da uygulayıcılarla alakalıdır. İslam hukukunun uygulandığı ülkelerde bile eğer kanun uygulayıcısı veya şeriatın uygulayıcısı gaddarsa veya baskı kurmanın peşindeyse İslam hukukunu dahi buna alet edebilir. Anayasanın bu anlamda mevcut uygulayıcılar açısından değişmesinin pek bir anlamı yok.
Aslında İslam hayatımızın her alanında bizi ilgilendiriyor. Haliyle İslam hukuku ile yeni anayasa arasında nasıl bir ilişki olmalıdır?
İslam'la yönetilmek gibi bir derdi olmayan bir toplumda, -ki bizim toplumumuz böyle bir toplum- bugün referandum yapılsa “İslam hukuku ile yönetilelim” şeklinde bir sonuç çıkmaz. Bunun İslam hukuku olarak adlandırılması taraftarı değilim. Bizim şöyle bir handikapımız var veya Müslüman hukukçuların şöyle bir çıkmazı var. İslam hukuku veya İslam'ın emrettiği hukuk diyoruz ve bunun üzerinden gitmeye çalışıyoruz. Onu şöyle yapsak nasıl olur? Mesela bugün bir ilaç versem size, “Her ilaç fazla kullanıldığında zehirdir. Her zehir de az kullanıldığında ilaçtır” diye bilinen meşhur bir tabir vardır. Ben desem ki: “Siz hastasınız, size şu zehirden az dozda vereceğim.” Bunu almak istemezsiniz ama “Şu ilaçtan az dozda vereceğim” dersem alırsınız. Halbuki ikisi aynı maddedir aslında. Toplumun İslam'la, İslam hukuku ile ilgili doğru bilgilendirilmediği, dezenformasyonun çokça tedavül ettiği, manipülasyonun çokça yapıldığı bir ortamda laik olduğu iddia edilen bir devlette “İslam hukuku anayasanın üzerinde nasıl etkili olsun?” derseniz yola baştan hatalı çıkmış olursunuz. Onun için çok da dini hassasiyeti olmayan bir toplulukta İslam'ın hükümleri ile ilgili konuşurken “İslam hukuku” lafzından ziyade “doğal hukuk” lafzını kullanırım. Çünkü doğal hukuk insan için en faydalı olan hukuk sistemidir. İslam hukuku da insan için en faydalı olan hukuk sistemidir. Dolayısıyla gerek ferdin gerek toplumun maslahatını en iyi gözeten hukuk sistemi İslam hukukudur. Bu itibarla en doğal hukuk İslam hukukudur. Ben derim ki doğal hukuk üzerinden gidelim. İyi bir hukukçular topluluğu bir araya gelsin; insanımız için en faydalı olan hükümlerin ne olduğu üzerinde gerekirse bütün hukuk sistemlerini masaya yatırıp tartışsınlar. Aklı selim insanların varacağı nokta zaten İslam hukukudur. Peygamber Efendimiz’in hukuk sisteminde söylemiş olduğu hadislerin ciddi bir kısmı evrensel hukuk sisteminde temel külli kaideler haline gelmiştir. Bu bile aslında İslam hukukunun ne kadar evrensel ve doğal hukuk olduğunun kanıtıdır ama bizim İslam hukukçumuz bile bunun farkında değilse bunu sen nasıl anayasaya sokabileceksin? Önce bunun şuurlara oturtulması gerek.
Toplumlar dinlerden arındırılarak seküler bir hayat tarzı empoze ediliyor ve bunun kalıcılığı için de başta ahlâk olmak üzere her şeyin izafi olduğu şuurla kazılıyor. Özellikle ahlâkın belli normlar ışığından çıkarılıp bu şekilde ferdin tercihine bırakılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Biliyorsunuz ahlâk kuralları bağlayıcılığı olmayan kurallardır. Ahlâkı aslında bir toplumun örfü-adeti belirliyor. Biz Peygamber Efendimiz’in hayatında, hadislerinde bunu görüyoruz. Bir toplum içinde saygısız sayılmayan veya ahlâk kuralı nsayılmayan bir şey, başka bir toplumda ahlâk kuralı sayılabiliyor. Bugün bile biz fıkıh okurken bu konuda farklı görüş ve işaret edilen hadislerden bahsettik. İslâm hukukunun şöyle bir hukuk sistemi olduğunu kabul etmek lazım; İslâm hukuku temel iskeleti sabit olan fakat o temel iskeleti dışında kalan kısımları son derece esnek, değiştirilebilir, yenilenebilir, insanların maslahatına uygun bir şekilde tekrar formüle edilebilir şeylerdir. Bu itibarla; ahlâkın değiştiği ve İslâm'ın temel hükümlerine aykırı olmadığı bir yerde İslâm hukuku artık o ahlâk normudur. Ama “ahlâk normları tamamen ortadan kalksın” meselesine gelince bu biraz toplumun kendisiyle alâkalı bir durumdur. Mesela Avrupa'da kuzen evlilikleri neredeyse ensest gibi kabul ediliyor. Ahlâkî açıdan bir zaaf olarak kabul ediliyor, bunu yadırgamıyorum. Fakat İslâm'a aykırı olan ve ahlâk formu altında gösterilen ahlâksızlıkların özellikle pompalandığını, empoze edildiğini görüyoruz. Yani empoze edilen şey İslâm'a ve insanın fıtratına aykırı olan bir davranış. Çünkü yönetmek isteyenlerin temel gayesi aslında fıtratı bozmaktır. Fıtratı bozduğunuzda muhatabınız daha yönetilebilir, daha kontrol edilebilir hale gelir. Şimdi de insanı da bozmanın peşindeler. Ahlâktan, değerlerden, dinden arındırarak insanı beli bir kalıba sokmanın peşindeler.
Düşünün ki, haftanın beş günü belirlenen saatlerde uyanıp, belirli bir yere giderek çalışıyoruz ve sadece hafta sonları toplumun dayattığı sınırlar içinde eğlenmeye çalışıyoruz. Adeta bir ahırda yaşayan, sabahları çıkan ve akşamları geri dönen, belirli saatlerde 'sağılan' hayvanlar gibi bir hayat sürüyoruz. Vergilerimizi ödüyor ve toplumun belirlediği kurallara uyuyoruz. Sosyal bir varlık olma zorunluluğu ile karşı karşıyayız, bu sebeple akşamları publarda, kafelerde sosyal etkinliklere katılım göstermemiz bekleniyor. Toplum tarafından kabul görmek adına belirli kıyafetler giymeli ve belirli davranışlar sergilemeliyiz. Burada artık ahlâk meselesi değil, insanların nasıl yönlendirileceği ve kontrol edileceği meselesi ön plana çıkıyor. Toplumun bize dayattığı bu kalıplar içinde nasıl bir varlık göstermemiz gerektiği sürekli olarak vurgulanıyor.
Mesela “Eğitim şart” sloganı meşhurdur. Eğitimin telkini kadar ahlâkın telkini yapılmıyor. Eğitim mecburi ama ahlâksızlık serbest. Bu hususta müfredat ahlâka dair yeterli olmuyor mu?
Türkiye'deki müfredat hiçbir alanda yeterli değil. Ancak Kemalizm’in propagandasında yeterli. Hatta haddinden fazla yapıyor bu işi. Onun dışında müfredatın insanlara sağladığı tek bir fayda görmedim. Eğitimi, -ki aslında öğretim- ahlâksız insanlara verirseniz bu zulüm aracına dönüşür. Toplumun ihtiyacı olan şey aslında güçlü ve çok şey bilen insan değil başlangıç itibariyle. Ahlâklı ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyen insana ihtiyacımız var. Onun için Kur'an-ı Kerim'de iyi insandan bahsedilen ayetlerde zenginliği veya eğitimi görmeyiz. Bunlar önemli değil demiyorum ama öncesinde ahlâk, edep, haya, saygı ve anlayış gelir. Allah Teala imandan sonra malını, severek ve isteyerek paylaşmaktan bahseder. Bu zekât değil, zekâtın dışında bir şey. Zekât daha sonra gelecek. Namazdan sonra zekâttan bahseder. Sonra sözünde durmaktan bahseder. Sonra da sıkıntı zamanında sabreden yani şükreden insanlardan bahseder. Şimdi paylaşmayı alırsanız insanların elinden. Bakın bu ahlâkla doğru orantılıdır. Çünkü ahlâklı insan, kendi ihtiyacından fazla olanı, ihtiyacı olan ve ona ulaşamayan insanlarla paylaşır. Ahlâk bunu gerektirir. Ahlâklı insan, hayatını bir düzene sokar. Toplumla ilişkilerini aynı eksende maddî açıdan, kültür açısından, örf açısından aynı eksende buluşmama ihtimali olan insanlarla aynı mescitte zaman geçirerek, onların sıkıntılarını dinleyerek geliştirir. Sözünde durarak iyi Müslüman örneği ortaya koyar, sıkıntılı halinde de Allah'a şikâyet etmez, sabreder. Bunlar aslında ahlâkî erdemlerdir. Şimdi siz bunları alıp ahlâk yerine doğrudan “Hayatında hiç kullanmayacağı bir bilgiyi edinsin ama toplum içinde kendisine biçilen vazifeyi yerine getirmeye yarayacak olan donanıma sahip olmasa da olur. Temel amacı güçlü ve zengin olmak olsun” derseniz, 12 çocuğu öldürebilecek canavarlar yaratırsınız. Veya Suriye'deki gibi iktidarı devam ettirmek için on binlerce insanı yeraltı zindanlarına tıkan insanlar olurursunuz. Guantanamo'da veya Ebu Garib'de insanlara işkence eden Ortadoğu'daki tiranlığını perçinlemek isteyen çok güçlü, çok kuvvetli, çok muktedir bir zalim Amerika inşa edersiniz. Ama bizim ihtiyacımız o değil. Bizim ihtiyacımız adaletli, ahlâklı ve iyi insan yetiştirmek. Bunun için eğitim şart diyoruz. Bunun eğitimini vermek şart. Bunun eğitimi de okulda olmaz. Bunun eğitimi sosyal çevre içinde aileyle başlar. Düzgün bir cami çevresinde veya bizim klasik tekke usulünde olur. Aslında hayatın her yerinde, her sahasında olur. Babamla ilgili bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Sekiz veya on yaşlarındayken, babamla birisiyle konuşurken aralarından geçtiğimde beni durdurarak, "Arkadan dolanarak yürü, iki kişinin arasından geçme," dedi. Bu davranışı bana okulda öğretilmemişti, babamdan öğrenmiştim. Başka bir hatıramda, üniversite öğrencisi olduğum dönemde, babamla ders çalışırken babamı arayan bir kişi, babam derste olduğu için telefonu açmadı. Aynı kişi hemen sonra beni aradı ve babamla konuşmak istediğini söyledi. Babam telefonu alarak konuşmayı yaptı ve sonrasında bana dönüp "Nun harfini biliyor musun?" diye sordu. Arapça öğrendiğimiz için harfi bildiğimi söyledim. O da, "Nun harfindeki nokta Nun'un yanında mı yoksa Nun noktanın yanında mı?" diye sordu. Babamın bu sorusu üzerine, "Nokta Nun'un yanında," diye cevapladım. Bunun üzerine babam, "O zaman sen nasıl 'Nun'u noktanın yanına koydun? Oysa gerçek şu ki ben babamın yanındayım," dedi ve böylece bir ders vermiş oldu. Bu anekdot, babamın bana öğrettiklerinin ne kadar derin ve düşündürücü olduğunu gösteriyor.
Büyüklerle konuşurken anlamadığınızda "Anlamadım galiba" demek yerine, "Anlatamadım galiba" demek daha uygun olur. Mesela, henüz 13-14 yaşlarımdayken Arapça bir ibare olan "Ela Tera"yı okurken babam, "O 'Ela Tera' olarak okunmaz, görmez misin?" diyerek düzeltti Yani kör müsün demekmiş. Ve "Ela Yura, görünmez mi ki?" şeklinde okumam gerektiğini söyledi. Böylece hayat boyu süren bir öğrenme sürecinde edebi nasıl öğrendiğimizi anlıyoruz. Okulda ise, yaşından başka bir sebeple saygı gösterilmesi beklenmeyen öğretmenlerin karşısında durup, ayağa kalkarak ve sabahları andımızı okuyarak geçen eğitim, gerçek anlamda bir fayda sağlamaz. Eğitim, bu tarz ritüellerden çok daha fazlasını içerir. Eğitim insanın nefsani arzularını nasıl, ne zaman gemleyeceğini bilebileceği, kendisini frenleyebileceği ihtiyaçlarını toplumun ihtiyaçlarıyla eşit düzeyde karşılayabileceği, daha fazlasında gözü olmayan bir terbiye haline sokmaktır. Buna isterseniz bir noktada “zühd” deyin, bir noktada paylaşımcılık deyin ama bizim ihtiyacımız olan bu. Bizim ihtiyacımız olan, oturup yetimlerle ilgili 5 saat konuşmak değil. Bir yetim çocuğun yanına gidip onun başını okşamak. O yetimle orada muhatap olmak. Anlaşılıyor ki İslâm içtimaî bir dindir, sosyal bir dindir ve yaşanarak tahakkuk eder. Yoksa cuma hutbesinde okunarak değil.
Said Alpsoy ile yaptığımız bir röportajda “Kemalizm'le Yahudiler arasında ontolojik bir bağ var” demişti. 7 Ekim'den itibaren Türkiye olarak sınıfta kalışımızı siz nasıl yorumluyorsunuz? İki kesimin de Gazze karşısındaki vaziyetini yorumlar mısınız?
Buna ister Siyonizm deyin, ister Deccalizm deyin. Her ülkede farklı bir formda ortaya çıkar. Mesela siz “dana etinden burger” diye bir hamburger zincir market açamazsınız. Orada onu farklı bir şekilde reklamını yapmanız, isimlendirmeniz gerekir. Karadeniz somonunu Norveç'te pazarlayamazsınız. Onu kim ne yapsın? Her bölgenin kültür kodlarına dayalı bazı şeyleri kabul etme ve reddetme refleksi vardır. Bu itibarla Siyonizm özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında Türkiye'de en az komünizm kadar muhtemelen sakıncalı kabul edilebilecekti. “İsrail, Yahudi” vesaire, bu kavramlar dışlanacak şeylerdi. Bu tür durumlarda ne yapılır genelde? O zehri de bal suretinde verirler. O zehir verilecekse eğer bal şeklinde sokulur yine verilir. Bu şekilde sokuldu. Bu şekilde sokulması için de bu topraklarda en uygun olan şey, severek ve isteyerekmiş gibi gösterilen ama aslında kerhen, zorla bu millete yutturulan Kemalizm hapıdır. Kemalizm hapı onun Türkiye formudur. Türkiye versiyonudur. Türkleştirilmiş halidir. 7 Ekim'den beri şunu söylüyorum: Bir Siyonist Yahudi’nin gösterdiği tepki ile bir Kemalist’in gösterdiği tepki hemen hemen birbirinin aynısıdır. Bir fark yoktur. İkisi de güce tapar. İkisi de gücün kendisinde olmasını ister. Diğer halkların tamamını ikinci sınıf, yönetilecek ve sömürülecek insanlar olarak görür. Ama ilginç bir şekilde bizim en güçlü muktedirlerimiz veya en güçlü muktedir olarak gördüğümüz insanlar bile bunların gücüne boyun eğerler. 20 sene iktidarda kalmış birilerinin hala Kemalizm’i bu ülkenin mayası olarak adlandırmaları, Kemalizm’e bu muameleyi yapmaları veya Kemalizm ile arası iyi olmayan insanları Kemalizm ile barıştırma çabası içinde olmaları başka türlü nasıl açıklanabilir ki? Eziklik kompleksi, aşağılık kompleksi falan diyeceğim. Elbette Said Alpsoy Hoca’nın bu tahliline de katılıyorum.
Son zamanlarda 10 Kasım ve benzeri Kemalizm dayatmaları daha da ayyuka çıktı. 5816'dan ceza alanlar çoğaldı. Hatta çok basit sebeplerden dahi cezalar verilir oldu. Bu despotluk neyin habercisi? Müslümanlıkla laiklik birbirine mi sentezleniyor, “Türkiye Yüzyılı” denirken “Yeşil Kemalizm” mi doğuyor?
Bir düşünüre ait olduğunu tahmin ettiğim bir söz var: “Türkiye geleceği çok parlak bir ülkedir ve devamlı öyle kalmalıdır.” O parlak geleceğe asla ulaşmamalıdır ama hep şunu söylemelidir. “Beş sene daha.”
Dikkat edin, mevcut hükümet her seçime "Bir dönem daha verin, bitti, hallettik. Bir dönem daha, ölüm kalım meselesi..." gibi sloganlarla giriş yapıyor; bu süreç hep böyle devam ediyor. Türkiye'nin karşı karşıya olduğu en büyük engellerden biri, toplumun düşünce yapısını ve hayat tarzını iğdiş eden, insanları günlük zevklerin peşinde koşmaya teşvik eden ve bu sayede toplumu 70 yıl boyunca güden Kemalizm'dir. Dolayısıyla bu milleti kendine getirecek, tekrar kodlarına çevirecek olan şey bu en büyük engelin ortadan kalkmasıdır. Bu engelin ortadan kalkmasını istemeyenler onu engel olarak gören insanlarla onu barıştırırlarsa amaçlarını devam ettirirler. Mevcut olan iktidar projesinin de aslında en fazla hizmet ettiği şeyin bu olduğuna inanıyorum. Müslüman halkı Kemalizm’le barıştırarak Kemalizm’i bu ülkede sadece Kemalistlerin değil, Müslümanların ortak değeriymiş gibi lanse etmek ve bundan sonra Kemalizm’i sadece Kemalistlerin değil, Müslümanların da savunmasını sağlamak. Anıtkabir'in önünde sadece dip boyası gelmiş sarışın bir CHP'li ablanın değil, başını örten bir genç kızımızın da “Atam izindeyiz” diye paylaşmasını sağlamak. Mesela asfalt çatlar ve ona bir dolgu malzemesi konulur. O dolgu malzemesi en fazla bir sene dayanır. Kemalizm’in dolgu malzemesi olarak da Müslümanları kullanıyorlar. Müslümanlar durumdan memnun gibi görünüyor. Çünkü genelde bu konuda kullanılmaya teşne olanlar aptal Müslümanlardır. “Biz bir yerde kullanılıyoruz” derken aslında o çukurun içinde ezilirler. Bir kar yağdığında su dolar oraya, hava soğuğunda donar ve o çatlak büyür. O çatlağın içindeki dolgu malzemesi yağmurla beraber akar gider. Bunlar ilk yağmurla, ilk selle beraber akıp gidecek olan çer çöptür. Bu millet ne ile barışacağını, neyle barışmayacağını aşağı yukarı bilir. Bu konuda yine de temelin ferasetli olduğuna inanıyorum. Ermeni tezleriyle ilgili hep şunu söylerdi devletimiz. “Ya dünyadan bağımsız tarihçiler bir araya gelsin. Osmanlı arşivleri Türk arşivleri, Ermenistan arşivleri, Fransız arşivleri hepsi açılsın. Oturup konuşalım, karar verelim. Ve bu bir kurul kuralım. Bu kurul ne söylüyorsa Ermeni tehciri mi diyelim, Ermeni soykırımı mı diyelim. Beraber söyleyelim. Makul değil mi?” Tamam, 5816 ile ilgili olarak da ilgili kanunu kaldırın. Bütün arşivleri çıkarın. Genelkurmay tutanaklarındaki gizlilik ibaresini kaldırın. Bu ülkenin tarihçileri hatta dışarıdan da tarihçiler getirin. Tarafsız bir kurul oluşsun. “İlgili zatın tasarruflarının şu, şu faydaları olmuştur, şu zararları olmuştur. Bu tasarrufları yaparken, bu devleti kurarken şunlardan destek almıştır, şunlarla savaşması gerekirken de savaşmamıştır. Şunlarla da savaşmaması gerekirken de savaşmıştır. Şurada kaçmıştır, şurada aşırı cesaret göstermiştir. Şunları şunlara teslim etmiştir, şuradan bunları söküp almıştır” desinler. Gerekiyorsa biz de barışalım? “Evet, adamın hakkını yemişiz” diyelim ve barışalım. Ama değilse de, bu ümmetin aleyhine bu kadar çalışmış bir insana da bizi tazim etmek zorunda bırakmayın.
Elimde 1928 baskısı, Osmanlıca, orijinal ıslak imzalı çok özel ve değerli bir Nutuk nüshası var. Oradan okuduğum bazı ifadeler gerçekten dikkat çekici. Örneğin, o dönem meclis kürsüsünden söylenmiş "şeriatçı adam" gibi ifadeler, bugün meclis kürsüsünden rahatlıkla söylenemez. “Bu durum böyle devam etmiş ve elde olmayan zorunlu sebeplerle bu kararlar alınmış. O dönemin şartları bunu gerektiriyormuş,” diyebiliriz biz de. Bazı “cübbeli” hocalarımız gibi düşünelim. Ya da “Bu bir dönem böyle yapılmış, halk kandırılmış fakat sonrasında halkın aleyhine pek çok zararlı işlem yapılmış. Halkın ahlâkının, örfünün ve bilgisinin yok edilmesi için ne gerekiyorsa yapılmış,” diyelim. Eğer hak ediyorsa saygı gösterelim. Etmiyorsa, milleti rahat bıraksınlar.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu toplumun yapması gereken şey; ihtilaflar üzerinde değil ittifaklar üzerinde durmak. Ayrıca muhakkak evlatlarımızı çok iyi yetiştirmeye bakmalıyız. Evlatlarımızı ahlâk ve iyilik ekseninde yetiştirmek gerek. Bugün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği var. Yarın bunun esamesi okunmayacak ama İHH gibi yapılar hep anılacak. Bizim Müslümanların iyilik ve takva hususunda yardımlaşması ve yarışması lazım. Bu sebepten iyi yetişin ve evlatlarınızı iyi yetiştirin. Biz Beni İsrail'in Tih çölündeki 40 senesi gibi bir 40 sene geçireceğiz. Ama o esnada çok iyi evlatlar yetiştirmemiz lazım. Yetiştirirsek, onların eli üzerinde çok acayip, çok güzel şeyler göreceğiz Allah'ın izniyle. Allah'ın vaadinin onların eliyle gerçekleştiğini görmemiz lazım. Bunu görmemiz için de onu yapmaya layık; bilgi, kültür, ahlâk, iyilik, insanlık ve din olarak o kapasitede gençler yetiştirmemiz lazım. Bunu tavsiye ediyorum.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 35. Sayı Ocak 2025