İsmail Müftüoğlu 1939’da Trabzon’un Of ilçesinde doğdu.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Çapa Yüksek Öğretmen Okulu mezunu. 1969 Bağımsızlar Hareketinde,Sakarya Bağımsız milletvekili adayı oldu. Milli Nizam Partisi kurucusu. Milli Selamet Partisi Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 1973 seçimlerinde Sakarya'dan milletvekili seçildi. 1975-1977 yılları arasında Adalet Bakanlığı görevini üstlendi. Aynı dönemlerde İçişleri Bakanlığına da vekalet etti.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında, Cenevre'de akdolunan konferansa, 2 dönem siyasi müşahit olarak katıldı. Bir müddet öğretmenlik, uzun yıllar avukatlık yaptı. 1971 yılında Milli Nizam Partisinin Anayasa Mahkemesinde görülen davalarına avukat olarak katıldı. 1980 ihtilali sonrası Milli Selamet Partisi ve yetkilileri aleyhine açılan davalara da, tamamının vekili olarak katıldı.
Refah Partisi 4. dönem Adalet Bakanlığı görevini üstlenmiştir.
Milli Gazete, Vakit, Zaman, Cuma Dergisi’nde yazıları yayınlandı. İngilizce, az miktarda İtalyanca ve Yunanca bilmekte. Halen Saadet Partisi GİK üyesi olarak siyasi faaliyetlerim devam etmektedir ve 2011 seçimlerinde Saadet Partisi İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı’dır.
Ayrıca Üstad Necip Fazıl’ın avukatlığını da yapmıştır.
Söyleşimize şöyle bir sualle başlamak istiyorum
Önce ben sorayım Salih Bey nasıl?
Kendisi yaklaşık 10 yıldır tek kişilik hücrede ağır bir tecrit altında yaşamaktadır. Ayrıca kendisine elektro manyetik dalgalarla Telegram işkencesi uygulanıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatları aracılığıyla sizlere selamı var. Rahmetli Necmettin Erbakan vesilesiyle size başsağlığı diliyor.
Aleykümselâm. Sağolsunlar, teşekkür ediyoruz. Hepimizin başı sağolsun. Hepimize ağabeylik yapmıştır rahmetli. Bu bakımdan birbirimizi teselli kabilinden kabul ediyorum ben bunu… Yoksa hepimizin başı sağolsun. Neticede bu milletin yetiştirdiği ender evlatlarından biridir. Salih Mirzabeyoğlu’na benim selamımı söyleyin, bize de dua etsin.
Aleyküm selam.
Ana gibi yar olmaz, dava adamı gibi dost olmaz. Bir mazluma bu kadar kahpelik yapılmaz. Aslında o mazlum değil, İslâm için yattığı için padişahtır. Allah onu yüksek mertebelere eriştirmek için bunları çektiriyor.
Sizinle bir sene kadar önce yaptığımız mülakat okuyucunun yoğun ilgisini çekmişti. Sizin de telefonlarınız kitlenmiş ve bir günde 100’ün üzerinde telefon geldiğini belirtmiştiniz. Birçok genç okuyucumuz da sizin, Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı olduğunuzu yeni öğrenmiş… Saadet Partisi’nin Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluklara karşı tavrı açısından mevzuya girebilir miyiz ?
Öncelikle biz bir hukukçuyuz ve pek tabiî kanun dışı tüm uygulamalara karşı tavrımız bellidir. Ama Türkiye’deki uygulamalar maalesef hukukun ölçülerini aşan, daha ziyade idarenin baskısı ile süregelen bir görüntü sergilemektedir. Dolayısıyla bu nevî görüntülere bizim yaklaşım tarzımız, hiçbir surette hukukî olduğu noktasında değil, tamamen gayri hukukî bir takım çalışmaların sonucu olduğu kanaatindeyiz.
Siyasî amaçla… Salih Mirzabeyoğlu 28 Şubat sürecinde ceza aldı ve ona yapılan işkencelerle ve darb edilmiş vaziyette mahkemeye çıkarıldı. Bu, o süreçte Müslümanlara verilen bir göz dağı idi.
Tabiî… Diğer taraftan biz sadece muayyen kişilerin değil, bir toplumun bütününün dertlerine devâ olmak için ortadayız. Haksızlıklara karşı olduğumuz için partilerimiz devamlı kapatılmıştır. Yani Mirzabeyoğlu’na yapılanların bir başka versiyonu millî görüşün partilerine yapılmıştır. Sizin de bildiğiniz gibi, Millî Nizam, Millî Selamet, Refah Partisi ve Fazilet partisi kapatılmıştır. Bütün bunlar yapılanların ardında kim var? Arka planda Siyonistler ve ABD var. Ve onunda ötesinde Türkiye’de maalesef bunlarla işbirliği yapan silahlı kuvvetlerimizin bazı üst kademelerini deruhte edip şimdi emekli olanlar var. Dolayısıyla gerek 28 Şubat’ın oluşumu, gerekse Türkiye’deki uygulamaların arka planında mutlaka emperyal güçlerin tesiri var. Bu bakımdan bizim yaptığımız çalışmalar da perdelenmektedir. Netleştirilememektedir. Türkiye’deki basını da biliyorsunuz, işine gelmeyeni asla vermez. Yahut da onların onaylamadığı bir insanı müdafaa sadedinde vâki olacak açıklamaları da gündeme taşımaz. Biz şuna inanıyoruz; inanan insanlar kardeştir ve kardeş olduğumuza göre cezaevindeki bir kardeşimizin derdi ile dertlenmememiz mümkün değil. Doğudakinin derdine koştuğumuz gibi batıdakinin de derdine koşmak istiyoruz; çünkü biz bir bedenin uzuvları gibi, fonksiyonlarını icra eden üniteleri gibiyiz. Bir tarağın dişlileri gibiyiz.
Bir duvarın tuğlaları gibi…
Evet… Yani bu konuda herhangi bir kardeşimizin haksızlığa uğramış olması muhakkak onun kadar bizi de rahatsız eder ve bu rahatsızlığı gidermek için de yapılması gereken düzenlemelerin mutlaka zamanı geleceğine inanıyoruz. Günümüzde siyasetçilerin birçoğu hala 1980 anayasasının tesiri altında uygulamalar yapmakta ve bizim beklediğimiz hak ve hürriyetleri tahdit eder mahiyette yeni kanun ve düzenlemeler yapılmaktadır. Bunlara misal verecek olursak en basitlerinden bir tanesini söyleyeyim; evvela bizim tabanımızda hoş karşılanmayan, manevî yapımıza ters olan birtakım uygulamalar çıktı. Bunlardan misal kabilinden domuz etinin serbest bırakılması, domuz çiftliklerine kredilerin verilmesi, bunun yanında yapılan ceza kanunu değişikliğinde zinanın teczîye edilmemesi ve onun tecziye dışında tutulması, çocuğuna din dersi öğretmek isteyen bir babanın, çocuğa ders verdirdiği için ceza görmesi üstelik verenin de alanın da ceza gördüğü bir uygulama… Bu nevî uygulamalar tabanımızı rencide ettiği hâlde taban manipüle edildiği için farkına varmıyor ve hâlâ bir yanlışın peşinden koşmaya devam ediyorlar. Oysa bizim vazifemiz: meşru hukuk içerisinde dikkat ederseniz merî demedim, herkese fiili nisbetinde ceza vermeyi öngören bir anlayışımız var. İdeolojik anlamda ceza vermelere karşı, her zaman tavırlı olduk.
Yani bu mevzuda Saadet Partisi’nin daha da güçlü olması gerektiğini; fakat zayıf kaldığını düşünüyorum.
Ben tam aksini söylüyorum… Dikkat ederseniz biz bütün Anadolu’da konuşmalarımızdaahlâk ve maneviyatımızın mücadelesini veren herkesi baş tacı ediyoruz. İnançlarımıza saygı duyan ve bunların mücadelesini veren her insanı alkışlıyoruz. Mücadelesini takdirle karşılıyoruz; ama bir siyasî partinin uzanabileceği ve uzanamayacağı yerler vardır. Bu meseleye bu noktadan baktığımız zaman, biz hukukî açıdan bu mağduriyetlerin giderilmesi noktasındayız…
Hukuk demişken Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölgeler isimli romanında “Fahişe Adalet Hanım” başlığı altında şöyle bir mesele var: “Adalet hanım, belli başlı prensiplere nispetle değil, kendisine sahip olmaya muktedir herkesin kendi öz prensiplerine göre elde edilebilmiş bir fahişedir…” diyor. Bu cümlenin ışığında sormak istiyoruz, Türkiye’de hukuk?
Biraz evvel kısmen temas ettim. Tabiî ki Türkiye’deki hukuk sistemi ithal malıdır. Bünyemize uygun, bünyemizden neşet eden bir sitem değildir. Ceza ve usûl kanunu İtalya’dan, ticaret kanunu Almanya’dan, medeni kanun İsviçre’den gelmedir. Hülasa yamalı bohça gibidir.
Gerçi hepsi değişikliğe uğradı; ama özünü hâlen muhafaza etmektedir.
Tabiî yine batı temeline dayalı gûya yeni birtakım açılımlarla değişiklikler yapıldı; ama asıl olması gereken, milletin beklentilerine ve yapısına uyum sağlayabilecek tarzda değil.
“Fahişe adalet hanım” değişmiyor yani… Muktedir olan yine kullanmaya devam ediyor.
“El adlü esasülmülk ve zulmü fesadül mülk.” Yani “temel olan adalettir; ama geciken adalet de zulümdür.” Dolayısıyla biz zulmün olmaması noktasında adaletin dakik işlemesi ve daha önce bahsettiğim gibi milletin onayını alan anlamda düzenlemelerin yapılması sonucunda meydana gelirse o zaman bu tâbir kullanılmamış olur. Bunlar yapıldığı zaman, adalette “kılı kırk yarmak” tabiri geçerli olur ve hiç kimse haksızlığa uğramaz; çünkü herkes fiilinden sorumlu olacak. Eğer adalet yoksa, içlerindeki hâkimler de sorumludur tabiî…
Malum seçimlerde yaklaştı. İsterseniz Saadet Partisinden bahsedelim. Amaçları, plan ve programları nelerdir partinizin?
Saadet Partisi tabiî belki tam anlamıyla ifade edemediğimiz için veya bizi dinleyenlerin iyi dinlemediği için bir mutabakat sağlanamamış durumdadır. Oysa Saadet Partisi’nin parti anlamında görüntüsünün ötesinde, bir de muhtevası vardır. Bu muhtevayı ben, her zaman şöyle ifade ediyorum: Mili görüş nedir sualine “tariki müstakim” diyorum. Tariki müstakim en doğru olan, en iyiye yönelen, çirkinden uzak olan demektir. Dolayısıyla milleti, bayrağı, milletin değer ve inançlarını sevmek demektir. Sevmenin yanında onları yaşamak demektir. Dolayısıyla milletin bu meseleleri tam kavrayabilmesi için, birtakım merhalelerin geçmesi gerekiyor. Bundan evvelki seçimlerde nasıl olsa mevcut AKP hükümeti ve partisi milli görüşün bir uzantısıdır tarzında bir anlayış sergilendi. Ve millet de o istikamete kanalize oldu; ama artık millet de bunu gördü ki, milli görüşün partisi olan gerek Refah, Fazilet ve gerekse Saadetin millete bakışı ile onların bakışı arasında muazzam farklar var. Bunlar ekonomide, manevi alanda, dış politikada ve iç barış noktasında bulunan büyük farklılıklardır. Çözüm getiren projeleri olan bir siyasî bir kadrodur. Dolayısıyla millet bunu zaman geçtikçe, uğramış olduğu haksızlıkların farkına vardıkça daha da belirgin bir hâle gelen yönelişe başlanmıştır. Tabiî ki bugün her ne kadar partilerin aday listeleri açıklanmış üç partiden bahsediliyorsa da…
Bu arada siz de İstanbul 1. Bölgeden aday oldunuz. Hayırlı olmasını diliyorum.
Sağolun… Teşekkür ediyorum… Şimdi bu 3 partinin adaylarına bir bakın. Bu demin saydığımız ölçülerle bunu tarttığınız zaman bunların hepsi kefenin altında kalır. Yani ağırlık taşımayacak olan anlayış, tavır ve tarzları var. Ama buna mukabil biz 1973’de siyasete Milli Selametle devam ederken, millet “canım bunlardan bir şey olmaz, reyimizi zayi etmeyelim”, “aman ha, reyi sağa sola verip de Adalet Partisi’nin dışında Cumhuriyet Halk Partisi gelmesin, komünistler gelmesin” tarzı propagandalarla millet avutulmuştur. Aynı avutma şimdi AKP tarafından millete manipüle edilmektedir. “Aman şuraya rey verin, başka yerlere rey vermeyin. Eğer verirseniz CHP gelir…” gibi yanlış bir mantıkla hareket ediliyor. O zaman da yanlış hareket edildi; ama millet bunu dinlemedi. Hakikaten 2 aylık mücadeleden sonra biz 1973’de, 48 milletvekili ve 3 senatörle parlamentoya ulaştık. Şimdi aynı zamanı yaşar gibiyiz.
Peki, AKP ile farkınız nedir?
Bizim AKP ile benzer tarafımız yok ki farkımız olsun.
Ama çok zayıf muhalefetler oluyor. Ben bir Müslüman olarak bunu söylemek zorundayım. Şöyle bir baktığınızda sanki AKP’ye koltuklara ulaşamamanın verdiği bir psikolojiyle muhalefet yapılıyor. Hâlbuki muhalefeti daha temelli yapmak gerekiyordu. Sizin de bahsettiğiniz kültürel ve ideolojik bir temel…
Bizim zaten muhalefetimiz öyledir. Biz hasede dayalı bir muhalefet yapmayız. Bu hasedin ne anlama geldiğini bilen insanlarız biz… Yanlışı düzeltme adına muhalefet ederiz ve doğru yolu da gösteririz.
Ben zayıf kalmadığını; ama medyanın bize bakışının şaşı olduğu için maalesef bizim söylemlerimiz, millete aktarılmıyor. Yoksa biz ekonomide, dış politikada, sanayileşmede, ziraat ve hayvancılık ve emperyalizmin Türkiye’deki tahribatlarına karşı yapılması gerekenleri dillendirmek adına milletin önünü açıcı projeler sunuyoruz.
Türkiye’de ABD’nin desteklediği, Fethullah Gülen’in eliyle yürütülen “ılımlı İslâm projesi” uygulanmaktadır. Bu proje, bizde yükselen İslâm’ı önlemeye yönelik batı tarzı uydurma bir İslâm anlayışıdır. Bu meseleyi özelleştirmek istemiyorum; fakat siz genel olarak “ılımlı İslâm” ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Biz hep şunu söylüyoruz. Allah indinde İslâm tektir, ziyade değil... Dolayısıyla “üçlü din” anlayışına da karşıyız; çünkü Allah indinde tek dinin İslâm olduğuyla ilgili açık ve net ayet var. Diğer dinler İslâm değil midir? Muharref olmayanlar zaten İslâm’ı anlatıyor. Muharref olanlarla bir araya gelinmenin çabaları gösteriliyor ki, biz buna da karşıyız; çünkü biz vahyî olana inanan insanlarız. Teferruata ve geleneksel yaklaşımlara da karşı olan bir anlayışımız var. Allah’ın muradettiği de budur. Şimdi bazı ekollerin ve eşreflerin Türkiye’ye dayattıkları bir takım uydurma kavramlar var. Bunlar da biraz evvel ifade ettiğiniz gibi İslâm’ı nasıl yozlaştırırız; evvela üçe bölelim. “Ilımlı İslam” dediğimiz ABD menşeli, “euro” dediğimiz Avrupa menşeli, bir de hoşgörü, diyalog vesair gibi kavramlarla İslâm’ın bizatî özünün dışındaki geleneksel yapıyı taşıyan bir başka İslâm arayışlarının olduklarını görüyoruz. Bunlar tabiî Kur’an’ın buyurduğu, Allah Resulü’nün bize intikal ettirdiği esaslara uygun olduğu kanaatinde değiliz ve taşkınlıkları, tavır ve davranışları bunu göstermektedir. Bazı emre dayanan meseleler füruat olarak vasıflandırılıyor. Filan yerlerde okumak için filan şeylerden feda edebilirsiniz tarzında açıklamalar yapılabiliyor. 28 Şubat sadece Refah Partisi’ne yapılmış bir şey değil, milletin kendisine yapılan bir darbedir. Bunu idrak etmeyip bu meselenin yükünü Refah Partisine yükleme adına açıklamalar yapanlar da var. Bunları da biliyoruz.
Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi tartışılıyor, partinizin görüşü nedir?
Çıkan kararların uygulayıcısı kimdir? Emir-il Müminin’dir. İslâmî olarak. Müminler de şûralarını erbab-ı hall vel ahd olanlarla teşekkül ettirirler. Şuranın vermiş olduğu kararın uygulayıcısı anlamında bir başkanlık sistemi ise ona bir diyeceğimiz yok; ama milletin beklentilerinin dışında, millete tek elden müdahaleyi intaç edecek olan davranış biçimlerinin adı ne olursa olsun, onlara tabiî ki karşıyız. Başkanlık sisteminde benzerlik görünüyor. Maksat farklıdır, biz bu tür işlerle pek de meşgul olmak istemiyoruz. Biz geldiğimiz zaman, benim tarihim itibariyle, inanç sistemim itibariyle bir devlet nasıl yönetilir, onu baz alırız, ona göre bakar hedeflerimizi belirleriz; biz başkasının rüzgarına kapılmayız. Başkanlık sistemini kim gündem konusu yapıyorsa, muhatap odur; ama ben gücümün yettiği kadar bu meselenin özüne iner özünü millete anlatmaya çalışırım. Eğer millet bu meseleyi kavrarsa uygulama kendiliğinden oluşur. Kimse de itiraz etmez. Birinci Cihan Harbi öncesinde bir takım kararlar alınmış. 1908’da İttihat ve Terakkicilerle Siyonistlerin Selanik’te bir araya getirildiği toplantıda, dört karar alınmıştır:
1-Osmanlı topraklarındaki İslâmî gelişmeleri önlemek için tedbirler almak.
2-Osmanlı toprakları üzerindeki imkânların konsorsiyum kurma suretiyle biraderler arasında bölüşümünü sağlamak.
3-Hilâfet ve saltanatı birbirinden ayırmak.
4-Mümkün olursa hilâfet ve saltanatı yıkarak yerine cumhuriyeti kurmak.
Tanzimat ve İngilizlerle yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’na kadar gidebiliriz.
1991’de baba Bush ve Gorbaçov arasında bir anlaşma yapılmış, buna benzer. 1989 Viyana Mason Kurultayı’nda da aynı hususlar tekrar edilegeliyor. Dolayısıyla dışarıdan güdümlü müesseselerin bu millete hayır getirmediğini ifade etmek istiyorum. Dışarıdan evvela kendi hesabına yontar, kalanını bize verir. Biz de “hayır, biz kendi malzememizle uçağı, tankı yapacağız, kendi malzememizle sanayileşeceğiz, kendi malzememizle hukuk düzenini düzeltmeye çalışacağız.”
Necip Fazıl: “İdeolojini üretmeden sanayini üretemezsin” diyor.
Tabiî ki…
“İdeolocya Örgüsü” de bunun için, yüzde yüz yerli, tarihî köklerimize ve kültürümüze bağlı bir ideolocya; ideolocyasız olmaz. İthal fikirlerle olmaz. Ben de size Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” ve yeni çıkan “İnsan” kitabını takdim ediyorum. Bu mevzu hakkında ne diyeceksiniz?
Salih Mirzabeyoğlu bir hayli üretken bir insan. O şartlar altında bile durmadan çalışıyor. O şuna işaret ediyor, “çalışırsanız olur.” Demek ki Saadet Partisi için olmaz diye bir şey yok. 1974’de nasıl olduysa, 1995 seçimlerinde nasıl birinci parti olmuşsa, fetret dönemi kapanmış yeniden şahlanışa geçilmiş durumdadır. Gazetelerin manşetleri, sokaklardaki konuşmalar bizi hiç yanıltmasın biz hedefi belirlenmiş olan bir siyasî kadroyuz. Bu siyasî hedeflere tam anlamıyla kilitlenirse, fırlayan bir füze gibi hedefi vurur.
Başkanlık sistemiyle ilgili “böyle menfaate göre ithal müesseseler bizim dinamiklerimize uymuyor, bunlarla bir yere varılamaz, biz somut projeye, teklife, uygulamaya bakarız” diyorsunuz. Kesin bir red veya kabul belirtmiyorsunuz; Saadet Partisi’nin görüşünü ben ve okuyucularımız da merak ediyor.
Bizim özümüze uygun olan tarzdaysa problem yok.
Başyücelik Modeli parlamenter sisteme yakın. Dışımızdakiler “Başyücelik Modeli nasıl bir model?” diye soruyor. Mevcut modellerle mukayese etmek zorunda kalıyoruz. Halbuki müstakil bir model; seçkinler, erdemliler ve ahlâklı insanların oluşturduğu; fakat son derece müşahhas ve kendine özgü bir model. Emanetin ehline verilmesi. Bizim sistemimiz, mevcut sistemleri kritik eden ve yepyeni bir tekliftir. Hem yeni, hem köklerine bağlı.
Erbab-ı Hâl ve Akd dediğimiz olay bu zaten.
Başkanlık gündeme geliyor ya, bir misal var Başyücelik Devleti eserinde. “İllâ Batıdan bir benzetme verilecekse “De Gaulle gibi bir eli demokraside bir eli otoritede” diyor Salih Mirzabeyoğlu... Demokrasi deyip Batı’nın liberal sistemine entegre olmayı da kabul etmiyoruz; ama ehl-i hâl ve akd ile demokrasi farklı şeyler. Bu hususta ne diyeceksiniz?
Biraz evvel ben bu konuya kısa çizgilerle temas ettim. Demokrasi denilen kavram “Ey iman edenler, ittifak ediniz, ihtilafa düşmeyin!” ayetiyle çelişiyor. Müminler ittifak etmek zorundadır; ama demokrasi adına müminler ihtilaftadır. Demokrasilerde zalim çoğunluğun, mazlum azınlığı ezme operasyonu olur. Halbuki bizim anlayışımızda hak zayıf olsa da kuvvettir. Bizim anlayışımızda yine daima mazlumdan yana tavır konur, zalimden yana değil. Eğer bir sistem zulmü inşâ ediyorsa, zulme vesile olabilecek olan hususlar ortalıkta dolaşırken ve doğrunun hareket kabiliyetini azaltıyorsa, elbette buna karşı tavrımızda, başından beri söylediğimiz gibi ittifak olması gereken bu tavrımızda bir ihtilaf düşünülemez. Böyle bir müessesenin, böyle bir anlayışında bizim açımızdan doğru olmadığı kanaatindeyim, şahsım adına söylüyorum bunu. Ben farklı bakıyorum olaylara çünkü. Ben diyorum ki “bu kainatın sahibi var.” Bu kainatın sahibi olduğuna göre, nasıl ki bir ilaç firması ilaç için bir prospektüs koyar, siz o prospektüse göre o ilacı kullanırsanız şifa bulursunuz, onun aksine kullanırsanız da zarar görürsünüz, aynı şekilde kainatın prospektüsü de bellidir. Mümin insanların dikkat etmesi gereken de budur. Her şeyini buna göre düşünmesi ve realize etmeye çalışması gerekir. Dolayısıyla bende mevcut olan has müesseseler dururken, dışarıdan başka müesseselerin ardına düşmeye gerek yok.
Anayasa değişikliği mevzuunda da aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?
Bizim burada belirttiğimiz, öncelikle kulun hak ve mükellefiyetlerini en adil bir şekilde ortaya koyabilecek bir anayasa lazım. Ezmeyen bir anayasaya, devletin tahakkümünü önleyen bir anayasaya, inanç sahiplerinin rahatlıkla ibadetlerini, inançlarını yerine getirme, yayma ve tebliğ etme imkânlarını sağlayan bir anayasa ve zulmü azaltan, zalimi alkışlamayan bir anayasa…
Biraz ekonomiye geçelim.
Ekonomi iflas etmiş.
Gelir dağılımı halka yansıyor mu; belli bir büyüme var?
Bunlar aldatmaca şeyler.
Belli zengin bir kesim var “düzen üç bin imtiyazlı aileye çalışıyor, Askeriye de hukuk da bunun için” diye tesbitleri var Salih Mirzabeyoğlu’nun. AKP halka yakın görünüyor; ama AKP kendi milyarderlerini doğurdu. Bu hususta ne söyleyeceksiniz.
Aşağı yukarı 1963’lerden itibaren biz milletin ve devletin meselelerine mülâki olmaya başladık. Mücadelemiz o günlerden devam etmektedir. Mevcut hükümet kadar suistimallere sessiz kalan hiçbir hükümet olmadı. Mevcut hükümetin içinde öyleleri vardır ki; makamlarını menfaat karşılığı kullanan insanlar. Para vermeden, bir nevî rüşvet alınmadan işin görünmesi mümkün olmayan bir dönemden geçiyoruz. Bu insanlarımızın birçoğunu biz yakinen tanıyoruz. 1995’lerde ayakkabı parasını verdiklerimiz, elbise paralarını verdiklerimiz, şimdilerde gemiler de alıyorlar, lüks arabalar da alıyorlar, en lüks konutları satın alabiliyorlar. Biz bunların cemaz-ül evvelini bildiğimiz için, önümüze gelince, bu olayın söylendiği kadar olduğu kanaatini bizde de teşekkül ediyor. Tabir-i amiyane bir soygun düzeni var. Kim soyuluyor? Vatandaş soyuluyor. Sıcak para geliyor soyuluyor, dış borç artırılarak soyuluyor, faizlerle soyuluyor, marketler vasıtasıyla soyuluyor, topraklar bedava ellerinden alınıyor soyuluyor… Her sahada soyuluyoruz. Soyan kim? Emperyalistler ve işbirlikçileri… Kim bunlar? Bugün kim oldukları belli… Ekonomisi beğenilmeyen, Amerika’nın kıskacından çıkamayan; ama halâ bir partinin hükümet olarak devam edebilme şansı oluyorsa burada bir husus var, ya gözler görmüyor, ya kulaklar duymuyor veya gönüller mühürlü.
28 Şubat ve Erbakan hocanın havuz sistemi…
Zaten yıkılışa sebebtir o. Havuz sisteminde devletin bütün imkânları aynı havuza aktarılıyor ve o havuzda biriken paralar, hükümetin kontrolünde vatandaşına intikal ettiriliyor. Yeni bir şey buldum, çok enteresan. Yapılan çalışmalar sonrasında, o havuz sisteminde toplanan paralarla yapılan yardımları ifade ediyorlardı. Yapılan o yardımlar da devletin arşivlerine girmiş. 100 alan memura 216, 100 alan işçiye 221 verilmesi, 100 alan köylüye 312 verilmesi… Türkiye siyasî tarihinde böyle büyük imkân tevzi eden bir hükümet geçmemiştir. Bu o havuza aktarılan paralarla oldu, bizim cebimizden bir şey çıkmadı. Çaldırmadık, muslukları kestik parayı milletin emrine sevk ettik. O günleri hatırlarsınız herkesin cebinde parası vardı. Yemeğini rahat yiyebiliyor, ev alabiliyor, araba alabiliyor; ama zam yapılmadan, vergi konulmadan oluyordu bunlar. AKP ile bizim hiç benzer tarafımız var mı?
Borçları da kapatmak için epey mesafe alınmıştı. Şimdi bizim iç ve dış borçlarımız katlanarak gidiyor. Faiz de çok katlanıyor.
Hocam tesbit etmiş, bütçeye vergi koymadan, zam yapmadan, borç almadan, sırf millî kaynaklara dayanarak altı ayda 35 milyar dolar, yılda 70 milyar dolar ilave kaynak bularak aktarılmıştır. İnsanın aklının alacağı şeyler değil bunlar, ancak inanan insanların yapacağı şeyler. Dışarıdan güdümlü olanın yapacağı iş değil.
Uluslararası sermayeye bağlı olursan olmaz.
Eğer IMF ve Dünya Bankası’yla mutabık bir bütçe yapma sözünü vermiş olsaydı hoca asla hocaya karşı bir tavır sergilenmezdi zaten.
İBDA bağlısı Aylık Dergisinin Nisan ayı sayısında bu mevzu işlendi. Derviş modeli şu an yürümektedir. IMF ile resmî bir anlaşmamız yok; ama model aynı model.
2004’e kadar IMF stand-by anlaşmalarını Tayyip Erdoğan da imzaladı. 21 tane stand-by anlaşması imzalanmıştır. Stand-by anlaşması imzalamayan tek bir başbakan vardır, o da Necmettin Erbakan’dır. Neden? Çünkü o millî idi. Görüşünün adı da Millî Görüş zaten. Millî Görüş maneviyat ağırlıklıdır. Mükellefiyeti hisseden anlamındadır o. Her yaptığının hesabını bir gün vereceği anlamını taşıyan bir görüş olduğu için, milleti hoşnut etmeyen bir yöneticinin akıbetinin ne olacağını kaynaklarımız gösteriyor. Buna layık olmayan seçmenin de ne olacağı bellidir.
İlave etmek istediğiniz başka bir husus var mı?
Yeni bir seçime gidiyoruz. Bu seçimde vatandaşlarımız vehm içinde olmasınlar. “Aman AKP’ye vermezsek CHP gelir” gibi yanlış bir anlayışla hareket ederlerse Halk Partisinin bile yapamayacağı tahribatlar mevcut hükümet döneminde yapılabilir. Alternatif? Biz alternatif değil; işin kendisiyiz, alternatif olan diğerleridir. Bu bakımdan baraj meselesi sorun olabilir mi? O sebepten dolayı millet kararını veremiyor. Milletin yapacağı şudur; verdiği reyden sorumlu olmadığı düşüncesine sahip olması gerekmektedir. Sonucu tayin eden millet değildir; sonucu tayin eden Allah’tır. Her ne kadar demokrasilerde, sonucu sandık sonuçları tayin ediyor gibi görünüyor olsa da, o gönülleri yönlendirecek olan Allah’tır. Dolayısıyla “barajı aşacak mıyız?” hesabını yapmaktan geri durmak durumundayız. Biz vazifemizi yapacağız.
Anladığım kadarıyla “cemiyet inşâsıdır bizim hedefimiz. Seçimler, partiler bir vasıtadır; gaye değil” diyorsunuz. Basit ve hasis hesaplar peşinde değil, demek istiyorsunuz herhalde.
Gök kubbede hoş seda bırakmak derdimiz.
Başta da ben onu kastettim, Saadet Partisi’nin Mirzabeyoğlu davasına ilgisini de bu açıdan sormuştum.
Biz zaten o cevabı verdik. Haksızlığa meydan okuyanlarız biz ve Allah lütfederse bu millet bir daha haksızlığa uğramayacak bir yönetime kavuşacaktır. Görelim Mevlam ne eyler. Neylerse güzel eyler.
Sağolun hocam teşekkür ederiz.
Siz de sağolun, ben de çok teşekkür ederim.