Dijital platformlar üretirken, sadece dış görünüşü değiştirerek değil, içerik ve algoritma dahil, her yönüyle kendi değerlerimize uygun hale getirmeliyiz. Yapay zekanın görünüşü değil, arka planı da bizim elimizde olmalı. İslami bir sosyal medya platformu gibi çözümler, sadece yüzeydeki değişikliklerle sınırlı kalmamalı. Yapay zeka ve dijital teknolojiler, topluma, kültüre ve dini değerlere uygun şekilde şekillendirilmeli.
Doç. Dr. Mustafa Derviş Dereli kimdir?
Mustafa Derviş Dereli, 1986'da Konya'da doğdu ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 2012'de yüksek lisansını, 2018'de ise doktorasını tamamladı. 2015-2016'da Duke Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak çalıştı. "Sanala Veda: Sosyal Medya ve Dönüşen Dindarlık" başlıklı doktora tezini yayımladı ve birkaç kitabın çeviri ve editörlüğünü üstlendi. Şu anda Erciyes Üniversitesi'nde Din Sosyolojisi alanında akademik faaliyetlerini sürdürmekte ve "Medya ve Din Araştırmaları" dergisinin editörlüğünü yapmaktadır.
Dijital medyaya uzun süre maruz kalmanın psikolojik etkilerini ve dijital platformların topluluk ve yalnızlık anlayışımızı nasıl yeniden şekillendirdiğini konuşabilir miyiz? Bu problem sadece sosyal ilişkileri ve sağlığı mı tehdit ediyor yoksa daha ötesi var mı?
Dijitalleşme, hayatımızda giderek daha merkezi bir yer tutuyor. Özellikle 2014 yılında doktora eğitimime başladığımda, bu durum Türkiye açısından henüz bu kadar belirgin değildi. Ancak ilerleyen yıllarda, 2018'de doktoramı bitirdiğimde, Gezi olayları ve Arap Baharı gibi gelişmelerle birlikte, Türkiye'de ve dünya genelinde dijitalleşmenin etkisi arttı. Bu süreçte, özellikle 15 Temmuz'daki olaylar sırasında Cumhurbaşkanımızın sosyal medya üzerinden halkı sokağa çağırması gibi önemli olaylar yaşandı. Bu olaylar, internetin, dijitalleşmenin ve sosyal medyanın hayatımıza nasıl entegre olduğunu gösteriyor.
Biz medyayı, genellikle dış kaynaklardan, özellikle Batı medeniyetinden alıyoruz ve bu da bizi Batı'nın kültürel etkisine açık hale getiriyor. Bu durum, misafirperverlik kavramıyla benzerdir; tıpkı bir misafirin ev sahibinin sunduğu şartlara uyum sağlaması gibi, biz de medya içeriğini dışarıdan alıp ona uyum sağlıyoruz.
Geçmişte yeni iletişim teknolojileri hep şüpheyle karşılandı. 1950'ler ve 60'larda radyo ve televizyonun yaygınlaşması, hatta İkinci Dünya Savaşı öncesine gidersek matbaanın icadı bile toplumda ilk başlarda tedirginlikle karşılandı. Hem Hristiyan dünyasında hem de Osmanlı'da bu durum böyleydi. Medyanın tarihine baktığımızda, basılı medyanın başlangıcı olan matbaanın toplumdaki ilk etkisi oldukça önemli. Matbaanın ortaya çıkışı ile yaşananlar, günümüzde dijitalleşmeye verilen tepkilerle benzerlik gösteriyor. Tıpkı o dönemde matbaaya gösterilen tepki gibi, televizyon, radyo, internet ve sosyal medya da ilk başlarda şüpheyle karşılandı. Bugün yapay zekaya verilen tepkiler de bunun bir örneği. İnsanların yeni olana hemen alışması, onu bir anda kabullenmesi kolay değil. Ancak ilginçtir ki, tarihte de gördüğümüz gibi toplumlar zamanla yeni teknolojilere adapte oluyorlar. Nitekim dijitalleşme de bir anda hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. TRT'nin radyo tiyatrosu günlerinden televizyona geçişte olduğu gibi, başlangıçta direnen toplum kesimleri bile zamanla bu yeni teknolojiye uyum sağladı. İnternetin ve sonrasında sosyal medya platformlarının ortaya çıkmasıyla ise yepyeni bir döneme girildi. 1991 yılında World Wide Web'in yaygınlaşması, 1996-97 yıllarında Türkiye'de Google ve Yahoo gibi platformların kullanılmaya başlanması, dijitalleşmede önemli bir kırılma noktası oldu. İnsanlar artık sadece geleneksel medya araçları olan kitap, dergi, gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla sunulan içeriği tüketmek zorunda değildi. İnternet ve sosyal medya sayesinde herkes kendi içeriğini üretebilme imkânı buldu. Geleneksel medyada içerik sağlayıcı konumundaki "patron" figürü ortadan kalktı ve bilgi paylaşımı daha açık hale geldi.
Dijitalleşmenin içine bu denli hızlı düşmemizin temel sebebi, onun bize sunduğu içerik üretme imkânıdır. Doktora yaptığım yıllarda öğrencilerle yaptığım görüşmeler bu hızlı değişimi gözlemlememi sağladı. Birkaç yıl önceye kadar bazı yurtlarda sosyal medya kullanımı yasaktı. Fakat kısa bir süre sonra aynı yurtlarda, belirli paylaşımların yapılmaması durumunda ceza verilmeye başlandı. Bu durum, dijitalleşmeye ne kadar hızlı adapte olduğumuzun bir göstergesi.
Ancak dijital platformlarda karşılaştığımız her şey "bilgi" değildir. İnternette bilgiye ulaşmak kolay gibi görünse de aslında karşımıza çıkan şeylerin çoğu işlenmemiş bilgidir; yani enformasyondur. Önemli olan nokta, bu enformasyon yığınını filtreleyip doğru bilgiye ulaşabilmektir. Tıpkı bir çeşmenin nasıl takılacağına dair bir videoyu, konuyu gerçekten bilen biri izlediğinde o içerik bilgiye dönüşür. Aksi halde sadece bir enformasyondur.
Bu durum sadece pratik bilgiler için değil, bilimsel ve dini bilgiler için de geçerlidir. Her alanda dezenformasyonla karşılaşmak mümkün. Dijitalleşmenin bize sunduğu bu kolay bilgiye erişim imkânı, aynı zamanda bilgi kirliliği ve dezenformasyon gibi tehlikeleri de beraberinde getiriyor.
Yine dijitalleşmeyle birlikte bilgiye ulaşmak her zamankinden daha kolay hale geldi. Ancak bu durum beraberinde bazı tehlikeleri de getirdi. Eskiden doğru bilgiye ulaşmak için başvurduğumuz güvenilir kaynakların, örneğin kitapların yerini, internet ve sosyal medya platformlarında karşımıza çıkan, doğruluğundan emin olamadığımız bilgiler ve kişiler almaya başladı. Bu durum, özellikle dini alanda "mikro dini otoriteler" olarak adlandırılan, yetkinliği şüpheli kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Pandemi süreci, dijitalleşmenin etkisini ve beraberinde getirdiği sorunları daha da belirgin hale getirdi. Öncesinde akıllı telefon kullanmayan, internet ve sosyal medya ile haşır neşir olmayan yaş grupları bile bu dönemde kendilerini dijital dünyanın içinde buldu. Bu durum, bir yandan iletişimde kolaylık sağlarken, diğer yandan da "yalnız kalma korkusu" ve "hastalık korkusu" gibi yeni kaygıların ortaya çıkmasına sebep oldu. Toplum olarak, yüz yüze iletişimden uzaklaşarak, sanal bir dünyanın içine hapsolduk.
Araştırmalar, artık her yaştan insanın dijitalleşmeden etkilendiğini gösteriyor. Elbette kullanım sıklığı yaş gruplarına, mesleklere, ilgi alanlarına göre değişiklik gösterse de dijitalleşmenin etkisi yadsınamaz boyutta. Bu etkinin en belirgin örneklerinden biri ise dijital oyun bağımlılığı. Eskiden sadece çocuklar ve gençler için bir sorun olarak görülen dijital oyun bağımlılığı, artık yetişkinler arasında da yaygın bir şekilde görülüyor. Hatta öyle ki, kafelerde arkadaşlarıyla buluşup bir yandan bir şeyler yerken diğer yandan saatlerce telefonlarından oyun oynayan yetişkin grupları görmek artık hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik bu kişilerin çoğu, günde saatlerce telefon kullanmalarına rağmen, kendilerini bağımlı olarak görmüyor. Tıpkı madde bağımlılığında olduğu gibi, dijital bağımlılıkta da kişinin sorunun farkında olmaması, durumu daha da karmaşık hale getiriyor.
Dijital bağımlılık, sosyalleşme biçimlerini, kendini ifade etme tarzlarını ve psikolojik sağlığımızı olumsuz etkiliyor. Hatta bu durum klinik olarak incelenmeye başlandı. Dijital bağımlılığın, toplum sağlığı için önemli bir tehdit oluşturduğu aşikâr.
Sosyal medya bağımlılığı konusunda ortaya çıkan hastalıklar adlandırılıyor mu?
Evet, bu psikolojik rahatsızlıklar artık adlandırılacak. Örneğin, günde 10 saat sosyal medya kullanan birisi için belirli bir rahatsızlık adı verilecek. Bu sadece kullanımdan kaynaklanan bir bağımlılık değil. Aynı zamanda dijital dünyayla ilk karşılaşma ve onun yansımalarıyla ilgili problemler de var. Maalesef son yıllarda hepimiz potansiyel olarak bu duruma dahil olabiliriz. Önceki zamanlarda bu kadar yaygın değildi. Diyelim ki dışarı çıktınız, metroya bindiniz, İstanbul'da olduğunuzu düşünün. Yarım saat, 40 dakika sonra telefonunuzu evde unuttuğunuzu fark ettiniz. Bu durum artık ciddi bir fobik reaksiyona neden olabiliyor. Her şeyimizi telefon üzerinden yaptığımız için, telefon olmadan iletişim kuramayız. Eskiden akıllı telefonlar bu kadar yaygın değilken, "Telefonum yok, demek ki bugün kötü geçecek." gibi düşünürdük. İşte bu tür durumlar, psikolojik rahatsızlıklara yol açabiliyor. Örneğin, "FOMO" (Fear of Missing Out - Kaçırma Korkusu), yoğun sosyal medya kullanımı olan kişilerde sıkça görülen bir rahatsızlık. İnsanlar sürekli olarak sosyal medyada neler olup bittiğini merak eder, "Acaba ne kaçırdım?" diye düşünürler. Bu, hem gençlerde hem de yaşlılarda gözlemlenebilir. Ayrıca Uzak Doğu ve Amerika'da bu tür rahatsızlıklarla ilgili klinikler var ve Türkiye'de de özellikle Hacettepe, Cerrahpaşa gibi yerlerde bu tür kliniklerin yavaş yavaş oluştuğunu görüyoruz. Bu bağımlılık, dijital ortamların kullanımıyla ilgili ciddi bir sorun. Sosyal medyanın sosyal olup olmadığı büyük bir tartışma konusu. Aslında sosyal medya, özellikle gençleri yalnızlaştırma eğiliminde. İnsanlar artık yüz yüze gelmekten çekiniyor, sosyal ortamlarda nasıl davranacaklarını bilemiyorlar. Dijitalleşme, sosyalleşmeyi hem azaltıyor hem de paradoksal bir şekilde artırabiliyor. İnternetin ilk zamanlarında anonim ortamlar hakimdi, insanlar farklı kimliklerle bu ortamlarda yer alabiliyordu. Ancak zamanla, özellikle MSN Messenger gibi programlarla, insanlar kendilerini daha çok gerçek kimlikleriyle sunmaya başladı. Sosyal medya platformları, insanların gerçek kimlikleriyle var olmalarını teşvik ediyor. Özellikle şirketler artık CV yerine insanların sosyal medya hesaplarına bakıyorlar. Bu hesaplar üzerinden insanların kimliklerini, ideolojilerini, sosyal çevrelerini anlayabiliyoruz. Dolayısıyla sosyal medyada insanlar, yüz yüze ortamlardaki kimliklerini daha fazla yansıtıyorlar. Bu durum, dijital kimliklerin aslında sanal olmaktan çıkıp gerçek kimliklerimizle örtüşmeye başladığını gösteriyor. Bu da sosyal medyanın ve dijitalleşmenin insanlar üzerindeki etkisinin ne kadar derin olduğunu ortaya koyuyor.
Kitapta, sosyal medyanın "sanal" kelimesinin artık eski anlamını yitirdiği ve dijital ortamların gerçekliğin bir parçası haline geldiği vurgulanıyor. Bu bağlamda, "sanal" kelimesine veda edilmesi ve bu yeni dönemin "sanal olmayan" dijital ortamlar olarak tanımlanması gerektiği savunulmaktadır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet, tam olarak öyle. Biliyorum ki insanlar artık kendi ideolojilerini, dünya görüşlerini ve hayat felsefelerini sosyal medya hesaplarına yansıtıyorlar. Bu yüzden bütün kitaplarım ve çalışmalarım bu düşünce üzerine kurulu. Eskiden, sanal ortamların kurgusal olduğu düşünülürdü. Dini açıdan bakıldığında, insanların sosyal medyada başkalarını alaşağı etmesi, linç kültürünün bir parçası olarak görülürdü ve gençlerimizle yaptığımız mülakatlarda, bunun bir günah değeri olmadığını düşündüklerini ifade ederlerdi. Ancak şimdi, "Orada neyse burada da aynı, burada neyse orada da aynı" diyorlar. Örneğin, "Müslüman Sosyal Medyaya Nasıl Bakmalı?" kitabımda bu düşünceyle bitirdim: "Bizim dijital hayatımız artık fiziki hayatımızın bir parçası. Etkileşime girdiği alanlar yüz yüze, fiziki ortamlar. Farkındaysanız yine kendi kimliğimizle, varoluşumuzla, geçmiş aşamalarımızla, ideolojimizle aynı ortadayız. Dolayısıyla oradaki etkileşimlerin bir günah değeri var. Orayı sanal olarak kurgulamazsak ve oradaki etkileşimlerimizi yüz yüze, fiziki hayatın getirdiği sınırlar içinde sürdürmeye çalışırsak, sosyal medya imtihanının önemli bir parçasını kaybettiğimizi düşünüyorum.
Eserinizde “Sosyal Medyanın Kültürel İçerimleri” başlığı altında görsel kültür, beğeni kültürü, gözetim, tüketim kültürü ve mahremiyet gibi sosyal medyanın kültürel içerimlerini inceliyorsunuz. Buna kısaca değinebilir misiniz?
Medya araçları her zaman belirli bir ideolojiyi taşır ve sosyal medya da dijitalleşme sürecinde bizi etkiler. "Kardeşim, bu araçlar nötrdür; içeriği nasıl doldurursak öyle devam eder" gibi muhafazakâr camiada sıkça duyulan bir cümle vardır. İyi ya da kötü yönde kullanılabilir, bu doğru. Ancak, mesela dini liderlerin başladıkları yer ile bitirdikleri yer aynı olmayabiliyor çünkü sosyal medya şöhret ve yeni bir dünya sunuyor. Mehmet Akif Ersoy'un "Batı'nın tekniğini alalım, ahlakını almayalım" dediği dönemlerde, bu teknolojilere yeni yeni maruz kalınıyordu. Fakat, bugün görüyoruz ki teknik aynı zamanda Batı'nın ahlakıdır. Peter Berger'in "Modernite paketler halinde gelir" sözü burada önemli. Yani, bir market ürünü alırken içini beğensek de ambalajını beğenmesek de, o ürünü aldığımızda içeriğiyle birlikte gelir. Beğeni, gözetim, tüketim, mahremiyet gibi kavramlar, bu çalışmalarımda ele aldığım başlıklardı. Beğeni örneğin, ne kadar görsel içerik paylaşırsanız, paylaşımlarınız o kadar beğenilir. Bu etkileşimler, daha fazla beğeni alan içerikleri paylaşmamıza neden olur. Eski Facebook dönemlerini hatırlayın, akademisyenler ve dini liderler uzun metinler yazardı. Ancak zamanla, daha çok beğeni alan fotoğraflar paylaşılmaya başlandı. Sosyal medya algoritması, yapay zekayla beraber, paylaşımlarınızı şekillendirir. Herkes birbirini gözetlediği, gözetleme kültürünün normalleştiği bir dünya bu. Dolayısıyla, sosyal medya, geleneksel zamanlardaki gibi bir takipçiliğe, şöhrete sahip olmanıza yol açar. Biz, sosyal medyanın sağladığı bu ortamda, başkalarının hayatlarını, yediklerini, içtiklerini takip ederken, aynı zamanda haset ve gıybet gibi unsurları da içermekte, bu da Hucurat Suresi'ndeki öğretilerle çelişir. Bu bağlamda, herkes birbirini sıradanlaştırılmış bir şekilde gözetlerken, sosyal medya aslında bize modernitenin bir paketi olarak sunulmuş oluyor.
Sosyal medyanın özellikle insanların günahlarıyla uğraştığı ve birbirlerini ifşa ettiği bir alan haline geldiği söylenebilir mi?
Evet, kesinlikle. Maalesef, bazen konuşmalar 'bel altı' seviyeye inebiliyor ve kişisel mahremiyetler sosyal medyada paylaşılıyor. Gençler arasında bu durum çok daha viral hale gelmiş durumda ve acımasız bir hal alabiliyor. Ancak bu durumun önüne geçmek oldukça zor. Ayrıca, tüketim kültürü de burada önemli bir etken. Influencer'lar ve sosyal medya fenomenleri, "kitle etkileyiciliği" adında yeni bir meslek dalı oluşturdu. Örneğin, Instagram veya TikTok'ta Reels izlerken karşınıza çıkan ticari reklamlar can sıkıcı olabilir, ancak bu platformlarda beğendiğiniz, takip ettiğiniz ürünlerin reklamları daha çekici gelebilir. İnsanlar bu etkileyicilerin tavsiyelerini ciddiye alıp, hayatlarına uygulamaya çalışıyor. Özellikle muhafazakâr ve dindar kadınlar arasında, örneğin tesettüre uygun kıyafetler bulma konusunda büyük bir eğilim var. Bu durum pandemiyle daha da yaygınlaştı ve artık her yaş grubundan insan, internet üzerinden alışveriş yapmayı tercih ediyor. Bu alışverişler genellikle daha ucuz, çeşitli ve kolay iade edilebilir oluyor. Gözetim ve tüketim, bu platformlarda iç içe geçmiş durumda. Örneğin, Instagram üzerinden bir ürün aldığınızda, "bu ürünü alanlar bunlara da baktı" gibi önerilerle karşılaşabilirsiniz, bu da tüketimi teşvik eden bir gözetim biçimi olarak görülebilir.
Sizin de eserinizde belirttiğiniz üzere “Sanal ortamların yerini alan dijital ortamlar kendi mantalitesini ve kültürel arka planını sosyal medya kullanıcılarına yansıttı” veya dikte etti. Gözetme, gözetim toplumu, dikizleme kültürü derken bu bir kuşatma mı?
Evet, bahsettiğiniz gibi, sosyal medya ve dijital ortamlar, gençler arasında kültürel değerlerimiz ve tarihimiz hakkında bir yabancılaşma yaşanıyor. Gençler, bu değerleri sıkıcı ve tekrarlanan masallar gibi algılıyor ve bu, onların değerlerimize, kültürümüze olan ilgisini azaltıyor. Ancak umutsuz değilim; doğru araçlar ve eğitimlerle, dijital medya üzerinden kültürel bilgileri etkili bir şekilde aktarabiliriz. Özellikle ilahiyat ve eğitim alanlarında, dijital dini medya okuryazarlığı konusunda eğitimler sunarak bu konuda bir fark oluşturabiliriz. Eğitimler sadece teorik değil, uygulamalı ve somut örneklerle desteklenmeli.
Müfredata konulabilecek hale getirilmesi gerekmiyor mu hocam?
Kesinlikle konulmalı. Ancak müfredata dahil edilse bile, öğretimin etkili olmaması ihtimali var. Örneğin, üniversitelerde "Medya ve Din" gibi dersler zaten seçmeli olarak sunuluyor. İlahiyat ve İletişim Fakültelerinde artık bir seçmeli ders olarak konulduğunu biliyoruz. Bu derslerin müfredata daha erken seviyelerde dahil edilmesi, öğrencilere bu konuları daha iyi anlatmamızı sağlayabilir. Eğitim sürecinde, bu kültürel ve dijital bilgileri artırarak, daha aktif ve bilinçli bir şekilde bu yeni medya dünyasına yaklaşabiliriz. Etkin bir eğitim sağlanmadığı takdirde, pasif bir tutum içinde kalabiliriz.
İnsanı donuklaştıran, adeta kurduğu sanal dünyasına hapseden ve her şeyi oradan öğrenen, tanımlayan, kültürlenen insan tipiyle karşı karşıyayız. Öyle ki anne baba ile çocuğu arasında dilden dine ve tarihe varana kadar büyük bir boşluk ve büyük bir kuşak farklılığı oluşmuş. Buna başka medya araçları da dahil. Böylesi büyüyen tehlike karşısında devletten STK’lara, aydınlardan yazarlara ve millete varana kadar nasıl bir önlem alınmalı?
Dijitalleşme, her dönemde yaşanan kuşak farklılaşmasını hızlandırdı. Eskiden dedelerle torunlar arasında görülen bu farklılık, şimdi kardeşler arasında bile gözlemlenebiliyor. Örneğin üniversitede okuyan bir genç ile kardeşi arasında 5-6 yaş olmasına rağmen yaşam tarzları ve dünyaya bakış açıları çok farklı olabiliyor. Dijitalleşme, teknolojilere uyum sağlayamayan kişileri dezavantajlı konuma getiriyor. Örneğin akıllı tahta kullanmayı bilmeyen bir öğretmen, çocukların gözünde bilgisiz biri olarak görülebiliyor. Bu durum dijital yeterliliklerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Dijitalleşmenin hızına uyum sağlamak gerektiğini ancak teknolojiyi eleştirel bir bakış açısıyla incelemenin de önemli olduğunu söylemek gerek. Bu konuda iki uç durum görülüyor: Bir kesim dijital ortamı ciddiye almıyor, bir diğer kesim ise teknolojiye tamamen bağlı kalıyor. Bu iki uç durum da sorunlu. Bugünün çağının yakalayacağız. Yani Hazreti Ali'nin "Çocuklarınızı kendi çağlarına göre yetiştirin." sözünden mülhem, bu çağa göre fakat kendi ahlak ve kültürümüze göre yetiştireceğiz.
Toplumda dijitalleşmenin etkilerini ele alacak ve çözüm önerileri getirebilecek bir ortam oluşturulması gerek. Sivil toplum kuruluşları, bu konuda önemli bir rol oynayabilir. Çünkü sivil toplum kuruluşları devlet ile toplum arasında bir köprü görevi görüyor. Bu kuruluşlar, dijital okuryazarlık eğitimi vererek, toplumun dijitalleşmenin faydalarından yararlanmasını ve tehlikelerinden korunmasını sağlayabilir.
Örneğin, dini içerikli sivil toplum kuruluşları, dijital dini medya okuryazarlığı konusunda eğitim programları düzenleyerek din alanında doğru bilgiye ulaşmayı ve dezenformasyondan korunmayı sağlayabilirler. Dijital medya okuryazarlığı eğitimi veren kişilerin bu konuda uzman olması da önemlidir. Çünkü bilgi paylaşımının kalitesi, eğitimlerin verimliliği ve sonuçları eğitmenlerin donanımına bağlıdır. Dijitalleşmenin hem avantajlarını hem de dezavantajlarını görerek, eleştirel bir bakış açısı ile teknolojiyi kullanmalıyız.
Dijital dünyanın yeni alanları, örneğin Metaverse gibi, din ve fıkıh açısından da tartışılmaya başlandı. Bu alanlarda Müslümanların nasıl hareket etmesi gerektiği, hangi uygulamaların caiz olup olmadığı gibi sorular gündeme geldi. Vaizlerin ve din bilginlerinin bu soruları ele almak ve çözüm önerileri sunmak açısından rolleri nasıl değerlendirilebilir?
Kesinlikle, bu çok önemli bir ihtiyaç. İnternet fıkhı veya sosyal medya fıkhı gibi konular, zaman zaman çalışmalara konu olmuştur. Bu bağlamda, fıkhi düzenlemeler yapılması gerektiği açık ve son yıllarda bu yönde adımlar atıldığını görüyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuları hutbelerde sıkça işlemeye başladı. Mesela, bizi çalıştaylara davet ediyorlar; Diyanet, dijital fıkhın eksiklikleri üzerine çalışmalar yapıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu konuları kurumsal olarak ele alıyor ve hutbelerde, vaazlarda sıklıkla dile getirilen, sevap ve günah kavramları çerçevesinde ele alınan sosyal medya kullanımına yönelik uyarılar yapıyor. Bu, birkaç yıl öncesine kadar düşünülemeyen bir durumdu. STK'lar, vaizler ve hocalarımızın bu konularda giderek daha fazla farkındalık göstermeye başladığını görüyoruz.
Ancak önemli olan, bu konularda sadece gösterişe kapılmamak. Başlangıçta 'gençlere dini anlatma' amacıyla başlayan bazı girişimler, zamanla sosyal medyanın cazibesine kapılabiliyor. Din adamlarımızın bazen başladıkları yerden çok uzaklaşabildiğini ve sadece kendi dini gruplarını ön plana çıkarmaya çalıştığını görüyoruz. Bu durum, kamplaşmaya ve ötekileştirmeye dayalı bir yaklaşıma dönüşebiliyor.
Burada dikkatli olunmalı ve 'nasıl daha iyi ulaşabiliriz' düşüncesiyle hareket edilmeli. Bu süreçte, STK'lar ve diğer dini liderler, dikkatlice ve adım adım ilerlemelidir. İnsanları, toplumsal değişimlere, dijital dönüşümlere hazırlamak için bilinçli ve sistemli çabalar gereklidir.
Amerikalı sosyolog Ogburn'un güzel bir tabiri var: "Kültürel gecikme" diye. Karl Marx'ın "leke"si gibi. Ben bunu sıklıkla kullanırım, eserlerimde de yazmaya çalışırım. Sebebi de şu: Ogburn'a göre bir teknolojik veya teknik unsur önce maddi olarak ortaya çıkar, insanlar daha sonra onun manevi dünyasını, faydalarını ve zararlarını keşfetmeye çalışırlar. Hani dedik ya, zaten oradan geliyor. Siz de giriş de bahsetmiştiniz: İşte diyelim ki radyo, televizyon, internet falan derken bugün yapay zekaya kadar geldik. Şimdi dışarıdan bize bir şey soruluyor. Düşünsenize, yemeği daha hazmedememişsiniz, daha işte yüzmenin ilk aşamalarını bir nevi geçememişsiniz, size çok daha fazla böyle bir üst model gönderiliyor.
Dolayısıyla maddi olarak evet, biz bugün akıllı telefonlara sahibiz, internete, sosyal medya dünyasına, dijitalliğe sahibiz. Fakat toplumumuzu nereye getirecek, ne götürecek, dini anlamda, toplumsal anlamda, kültürel anlamda, genç kuşaklar anlamında... Bunlar böyle aşama aşama, üçer beşer yıllık periyotlar halinde karşımıza çıkacak ve o manevi karşılığını tırnak içerisinde biz fark etmeye başladıkça, maalesef önlemler almaya başlayacağız. Fakat biz bunları çalışırken yeni durumlarla da karşı karşıya kalabiliriz. Onun için bu gündemden biraz daha güzel ve etkili bir şekilde çıkmak lazım.
Yapay zeka ve bölümlerine ilgi her geçen gün artıyor. Bu bir anlamda fırsat fakat diğer anlamda da tehlike arz ediyor. Batılı değerlere göre dizayn edilen bu aracı kendi toplumlarımızda nasıl kullanacağız, bu teknolojiyi kendi inanç ve değerlerimize göre nasıl şekillendireceğiz? Bunu yaparken aynı zamanda Türkiye de kendi yapay zekasını, kendi anlayışına, kendi din ve dünya görüşüne göre geliştirmesi gerekmiyor mu?
Elbette. Dijital medya ve yapay zeka, gelişen medya teknolojilerinin ileri aşamalarını temsil ediyor. Bu teknolojilerle ilgili çözümler üretirken, günümüzün gerçeklikleriyle uyumlu olacak şekilde hareket etmeliyiz. Örneğin, doktora tezim sırasında, Müslüman Facebook diye bir platform vardı. Birkaç ayarla, Facebook'un benzeri bir platform oluşturulmuş ve kullanıcılarına dini normlara uygun hareket etmeleri için seçenekler sunulmuştu. Ancak bu, gerçek bir çözüm değil. Eğer gerçekten bir değişim istiyorsak, bu konuda ciddi çalışmalar yapmalıyız.
Son yıllarda devletimiz, geleneksel araçlardan elektrikli araçlara geçiş yapıyor çünkü bu yeni bir teknoloji. Yapay zeka araçları da hayatımıza yeni yeni hakim oluyor ve bu durum, büyük bir fırsat sunuyor. Algoritmayı doğru şekilde kurmamız gerekiyor. Mesela, bir yapay zeka uygulamasını geliştirdiğimizde, bu uygulamanın algoritmasını kendi dini ve kültürel değerlerimize uygun hale getirmeliyiz.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir toplantısında yapay zeka üzerine sunum yapmıştım ve uygulama, çoğunlukla Hristiyanlık ile ilgili bilgiler getiriyordu. Bu, algoritmanın arkasındaki veri havuzunun Batı merkezli olduğunu gösteriyor. Eğer arka planı düzgün kurmazsak, yapay zekanın bize sunacağı içerikler de Batı merkezli olmaya devam edecektir.
Dijital platformlar üretirken, sadece dış görünüşü değiştirerek değil, içerik ve algoritma dahil, her yönüyle kendi değerlerimize uygun hale getirmeliyiz. Yapay zekanın görünüşü değil, arka planı da bizim elimizde olmalı. İslami bir sosyal medya platformu gibi çözümler, sadece yüzeydeki değişikliklerle sınırlı kalmamalı. Yapay zeka ve dijital teknolojiler, topluma, kültüre ve dini değerlere uygun şekilde şekillendirilmeli.
Son olarak, bu teknolojilerle başa çıkabilmek için nitelikli içerikler üretmeli ve topluma yararlı çözümler sunmalıyız. Dijitalleşme çağının getirdiği zorluklarla yüzleşmeli ve bu zorlukları aşmak için bilinçli adımlar atmalıyız. Dijitalleşme, bugünün en büyük sınavlarından biri ve bu sınavı aşabilmek için derinlemesine ve samimi çabalar gerekiyor. Bu çabaların merkezinde, dini ve kültürel değerlerimizi koruyarak, teknolojiyi etkili ve faydalı bir şekilde kullanmayı öğrenmek olmalıdır. Böylece, hem fırsatları değerlendirebilir hem de tehlikeleri minimize edebiliriz. Bu süreçte, her bir bireyin dijital okuryazarlığını artırarak, daha bilinçli ve sorumlu kullanıcılar yetiştirmek büyük önem taşımaktadır. Bu yönüyle, eğitim sistemimizin dijital dünya ile entegre bir şekilde evrilmesi ve bu yeni dünyada yerli ve milli teknolojilerimizi geliştirerek kendi ayaklarımız üzerinde durmamız gerekiyor.
Teşekkür ederim hocam.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 31. Sayı, Eylül 2024